II. Abdülhamid
Bu maddede birçok sorun bulunmaktadır. Lütfen sayfayı geliştirin veya bu sorunlar konusunda tartışma sayfasında bir yorum yapın.
|
II. Abdülhamid (Osmanlıca: عبد الحميد ثانی, romanize: Abdü’l-Ḥamīd-i sânî; 21 Eylül 1842 - 10 Şubat 1918), Osmanlı İmparatorluğu'nun 34. padişahı, 113. İslam halifesi ve çöküş sürecindeki devlette mutlak hakimiyet sağlayan son padişahtır.[1] Tahtta kaldığı "Hamidiye Dönemi" diye bilinen yıllarda İmparatorluk, dağılma dönemini yaşadı; başta kısa süreli ilan ettiği I. Meşrutiyet ve Kanuni Esasi ile gelen bir özgürlük dönemine, Balkanlar olmak üzere çeşitli bölgelerde çıkan isyanlara ve Rusya İmparatorluğu'na karşı kaybedilen 93 Harbi'ne, kapatılan parlamentoya pek çok siyasi olaya, "istibdat dönemi" de denen basın da dahil çeşitli alanlardaki baskı ve sınırlama dönemine, sonrasında yine kendisinin ilan etmek zorunda kaldığı II.Meşrutiyet'e, 31 Mart ayaklanmasına ve kendisinin dağılmayı engelleme başarısına ulaşamayan eğitim, ulaşım ve askeri alandaki reform girişimlerine tanıklık etti. Devrinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun 1.592.806 km² toprak ile en çok toprak kaybeden padişahlarından biri oldu.[2][3][4][5][6][7] 31 Ağustos 1876'da tahta çıktı ve 31 Mart Vakası'ndan kısa bir süre sonra, 27 Nisan 1909'da, tahttan indirilene kadar ülkeyi yönetti. Meşrutiyet yanlısı Yeni Osmanlılar ile yaptığı anlaşma ve diğer yandan Tersane Konferansı'nda toplanacak büyük güçlerden gelecek baskıları engelleme amaçlı Tersane Konferansı'nın başlamasıyla aynı gün 23 Aralık 1876'da ilk Osmanlı anayasasını ilan etti ve böylece ülkenin demokratikleşme sürecini destekleyeceğini belirtmiş oldu.[8] 93 Harbi'nde yenilen Osmanlı'nın sultanı II. Abdülhamid, meclisin yanlış kararlar aldığını iddia ederek 14 Şubat 1878'de bu harbin sonuna doğru meclisi feshetti.[8][J]
Osmanlı İmparatorluğu'nun modernleşmesine yönelik çabalar II. Abdülhamid tarafından devam ettirildi. Bürokraside yapılan reformların yanı sıra Bağdat Demiryolu ve Hicaz Demiryolu'nun inşası gibi projeler bu dönemde yapıldı. Bu demiryolları ve telgraf sistemleri Alman firmalar tarafından geliştirildi.[8] Bu dönemin reformlarında eğitime geniş yer ayrıldı: hukuk, sanat, ticaret, inşaat mühendisliği, veteriner, gümrük, tarım ve dil okulları dahil olmak üzere birçok mesleki okul kuruldu. İmparatorluk genelinde ilk, orta ve askerî okullardan oluşan eğitim ağını genişletti. Osmanlı İmparatorluğu'nun bu dönemlerdeki batık ekonomisi Abdülhamid'in saltanatının ilk yıllarında Düyûn-ı Umûmiye'nin ve Reji İdaresinin kurulmasına yol açtı. Öte yandan iktidarında Düvel-i Muazzama denen büyük güçlerin Karadağ, Sırbistan'dan Tersane Konferansı'na, Girit Meselesi'ne, İlinden İsyanı'na, kadar siyasi pek çok olayda müdahilliği söz konusu oldu. Devlet yine sürekli iç karışıklık isyanlarla, iç çalkantılarla, ekonomik sorunlarla uğraşmak zorunda kaldı.[9] Dış politikada denge politikası izledi ama bunun yanında 1880 sonrası İngiltere ve Fransa'daki Osmanlı karşıtı politika değişiklikleri nedeniyle onlarla yakın ilişkiler yerine Almanya ile yakınlık politikası izlemeye çalıştı.
ŞehzadeliğiDeğiştir
II. Abdülhamid, Sultan Abdülmecid'in Tirimüjgan Kadın Efendi'den (20 Ağustos 1819- 2 Kasım 1853) olan oğludur.[10] Annesi Çerkestir.[11] 21 Eylül 1842 yılında, Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti İstanbul'da, Topkapı Sarayı'nda veya Çırağan Sarayı'nda dünyaya geldi.[12][13] Henüz 10 yaşındayken annesi Tirimüjgan Sultan ölünce bakımını Abdülmecid'in diğer çocuksuz eşi Piristû Kadın Efendi üstlendi.[10] Piristû Kadın Efendi, Abdülhamid'i de yarım kan kardeşi sayılan henüz 2 yaşında annesi Düzdidil Kadınefendi'nin 1845'de ölümüyle annesiz kalan Cemile Sultan ile birlikte kendi çocuğu gibi büyüttü.[14] Öte yandan bir iddiaya göre dedesi İkinci Mahmud gibi içki ve kadınlara düşkünlük gibi iki kötü alışkanlığı dışında bir sorunu olmayan babası Sultan Abdülmecid çocuklarını, eski dönemlerin şehzadelerinin hapis hayatından çok uzakta, nispeten serbest yetiştirmeğe özen gösterdi. Öyle ki oğulları Reşad, V. Murad ve Abdülhamid'in bir arada V. Murad'ın ikametgâhında oturup zaman geçirip eğlenmelerine bile göz yumdu.[15] Babasının 39 yaş gibi beklenmedik çok genç bir yaşta ölümünden sonra yerine tahta geçen amcası Abdülaziz ise diğer şehzadelerle birlikte Abdülhamid'in eğitimiyle de yakından ilgilendi.
Abdülhamid, Gerdankıran Ömer Efendi'den Türkçe, Ali Mahvî Efendi'den Farsça, Ferid ve Şerif efendilerden Arapça ve diğer ilimleri, Vak‘anüvis Lutfi Efendi'den Osmanlı tarihi, Edhem ve Kemal paşalar ile Mösyö Gardet'dan Fransızca; Alexandre Efendi, Miralay Lombardi, Paul Dussap Paşa ile Callisto Guatelli'den de piyano, keman ve batı müziğine dönük musikî dersleri aldı.[10][16][17] Gençlik günlerinde veliaht olarak büyük kardeşi Şehzade V. Murad görüldüğü için saray çevrelerinde fazla ilgi görmeyen Abdülhamid, bu nedenle aşırılıktan uzak, sade bir hayat yaşadı.[18][19]
Opera ile ilgilenen, birden çok opera klasik eserlerini Türkçeye bizzat tercüme eden ve tercüme ettiren II. Abdülhamid, II. Mahmud'un zamanında kurduğu Mızıka-yı Hümâyun'dan müzik opera eserleri dinlemeyi seviyordu. Piyano eğitimi almıştı. Amatör olarak yağlı ve sulu boya resim de yapardı.[20] Marangozluk zanaatında da çok maharetli olan Şehzade Abdülhamid, bugün Yıldız Sarayı ve içerisindeki Şale Köşkü ile Beylerbeyi Sarayı'nda görülebilecek birçok yüksek kalite mobilyanın da zanaatkârıdır.[20][21]
II. Abdülhamid kendisinden önceki diğer padişahların aksine şehzadeliği sırasında yurt dışı ziyaretlerine çıkmış, tahta çıkmasından 9 yıl önce amcası Sultan Abdülaziz'in 1867 yılında çıktığı Avrupa gezisinde amcasına refakat etti.[10] Bu gezide 30 Haziran - 10 Temmuz 1867 tarihlerinde Paris, 12 - 23 Temmuz 1867 tarihlerinde Londra, 28 - 30 Temmuz 1867 tarihlerinde Viyana ziyaretlerinde bulundu, 21 Haziran 1867'de henüz 24 yaşında iken İstanbul'dan başlayan yolculukları, bu şehirlerin dışında diğer Avrupa başkentleri ve önemli şehirleri de ziyaret edildikten sonra 7 Ağustos 1867 tarihinde yeniden İstanbul'da sona erdi.[22][23][24]
Abdülhamid Avrupa ziyaretinde Balmoral Kalesi'nde Abdülhamid'in amcası Sultan Abdülaziz Balmoral Kalesi'nde
Siyasî olaylarDeğiştir
Tahta çıkışı ve I. MeşrutiyetDeğiştir
Amcası Abdülaziz'in 1876'da tahttan indirilmesi ve şüpheli şartlarda ölümü, ağabeyi V. Murad'ın tahta geçirildikten üç ay sonra ruhi çöküntü geçirdiği iddiasıyla[25] tahttan indirilerek Çırağan Sarayı'na hapsedilmesi olaylarına şahit oldu.[M] 31 Ağustos 1876'da İkinci Abdülhamid ismi ile padişah ilân edildi ve 7 Eylül günü Eyüp'te kılıç kuşandı.[26]
Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu büyük bir buhrandaydı. 1871'de Âli Paşa'nın ölümünden sonra saray ile Bâb-ı Âli arasındaki çekişme alevlenmiş, 1875'te devlet, borçlarını ödeyemez hâle düşerek Ramazan Kararnamesi ile moratoryum ilan etmiş, Rusya'nın başını çektiği panslavizm akımının etkisiyle, Osmanlı'ya bağlı özerk gözüken ama fiilen bağımsız şekilde hareket eden Sırbistan ve Karadağ'ın da kışkırtma ve yardımlarıyla Balkanlar'da millî isyanlar baş göstermişti.[27] Yurt içinde Genç Osmanlılar denilen kesimde meşrutiyet yanlısı görüşler güçleniyor, hatta padişahlığın tasfiyesiyle cumhuriyet ilânı fikri tartışmaya açılıyordu.[28] Ağabeyinin yerine tahta geçirildikten sonra ilk başta V. Murad döneminin Sadrazamı Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa'yı Aralık 1876'ya kadar sadrazamlıkta tutsa da daha sonra 20 Aralık 1876'da istifası üzerine, kendisinden hoşlanmasa da bazı kesimlerde devletin içinde bulunduğu bunalımın onun tarafından aşılabileceği iddia edildiğinden[I] bir de verdiği taahhüt uyarınca[M] her iki saltanat değişiminin mimarı olan Midhat Paşa'yı sadrazam yapmak zorunda kaldı.[29]
Yine II. Abdülhamid, tahta geçtikten sonra Midhat Paşa'ya verdiği taahhüt uyarınca; onun hazırladığı Kanun-i Esasi taslağı (Kanun-i Cedid)[30] üzerinde bazı değişiklikler yaparak büyük devletlerin Osmanlı Balkan topraklarındaki durumu görüşmek üzere İstanbul'da bir araya geldikleri Tersane Konferansı'nın zorlayıcı şartlarının etkisi ile aynı gün 23 Aralık 1876'da ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-ı Esasî'yi ilan etti.[31] Meclis-i Mebûsan ve Âyan Meclisi üyelerinden oluşan ilk meclis Meclis-i Umumi, 19 Mart 1877'de açıldı. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başladı. Padişah ile meclisin ülkeyi birlikte yönetmesi ilkesine dayanan anayasal monarşi sistemine geçilmesi ile birlikte, yargı bağımsızlığı ve temel hakların anayasada teminat altına alınmasına rağmen, esas hâkimiyet padişahındı.[32] Abdülhamid, Kanun-ı Esasî'nin 113. maddesiyle kendisine tanınan "idari sürgün yetkisi"ni kullanarak daha meclis toplanmadan ve 93 Harbi başlamadan önce Midhat Paşa'yı sadrazamlıktan alıp sürgüne yolladı.
Balkanlar'da huzursuzluk ve Tersane KonferansıDeğiştir
Abdülaziz döneminde (1861-1876) 1875 yılında başlamış olan Hersek İsyanı ve Bulgar İsyanları sürerken V. Murad döneminde Sırbistan ve Karadağ savaşları ile Balkan toprakları savaş alanına çevrilmişti. Bu isyanları kışkırtan ve destekleyen Rusya, Şark meselesini halletmek üzere fırsat kollamakta idi. Kırım Savaşı (1853-1856) sırasında Rusya, aralarında Osmanlı Devleti'nin de bulunduğu Batı ittifakına yenilmiş ve yalıtılmıştı. Rusya, dikkatini 1860'lardan itibaren Kafkasya'daki son direnişi kırmaya (1863-1864) ve Orta Asya'daki Türk hanlıklarının topraklarının ele geçirmeye (1866-1876) vermiş, aynı dönemde ise Birleşik Krallık ve Fransa'nın dikkati 1871'de Almanya'nın birleşmesi ve İtalya'nın birleşmesiyle Avrupa kıtasında oluşan yeni dengelere yönelmişti. Birleşik Krallık'ta Kırım Savaşı'nda Osmanlı Devleti'ni destekleyen Palmerston (1855-1865) ve İngiltere'nin çıkarlarını düşünse de Osmanlı'ya karşı nispeten ılımlı bir politika izleyen Disraeli (1874-1880) dönemlerinin aksine[33] Gladstone (1868-1874, 1880-1885 ve 1892-1894) Osmanlı muhalifi bir siyasi tutum içine girmiş, muhalefetteyken de özellikle Bulgar İsyanları'nın bastırılması sırasında Osmanlı Devleti'nin katliamlar yaptığı iddialarını gündeme taşımış;[34] bu da Macar devrimcilerinin Osmanlı Devleti'ne sığınmaları (1848) ve Kırım Savaşı (1853-1856) sırasındaki müttefiklik sayesinde Türklere yönelik olumlu bakış açısını tersine çevirmeye başlamıştı.
II. Abdülhamid'de iktidarının başında Osmanlı'da büyük problemlere neden olan büyük güçlerin Osmanlı Topraklarına müdahalesi ve 93 Harbi'nin nedenini oluşturan Büyük Doğu Buhranı denen bir dönemi onun büyük sorunlarını önünde buldu. Balkanlarda çıkan isyanlar, başlayan kargaşa da İngiltere öncülüğünde büyük güçler, Osmanlı İmparatorluğu'nu ve tahta yeni çıkan II. Abdülhamid'i Tersane Konferansı denen bir konferansı toplamaya zorladılar. Midhat Paşa ve Osmanlı yetkilileri bu toplanacak konferanstan hiçte hayırlı bir sonucun çıkmayacağını fark ettiklerinden II. Abdülhamid ile konuştular ve daha öncesinde anlaştıkları gibi konferanstaki reform taleplerini geçersiz bırakmak için konferansın toplanacağı gün 1.Meşrutiyet ve Kanuni Esasi'nin daha hızlı şekilde yürürlüğe konmasına ikna ettiler.[30] Bu sırada İngiltere'de başbakan Disraeli ezeli rakibi ve Türk düşmanı olarak bilinen ana muhalefet lideri Gladstone tarafından Osmanlı'nın Bulgar katliamlarına seyirci kaldığı gibi suçlamalarla sıkıştırılmaktaydı ve İngiliz kamuoyunda Osmanlılar katliamcı olarak gösterilmekteydi. Disraeli, Palmerstone kadar olmasa da Osmanlı'ya karşı ılımlı bir politika izlemeye çalışmaktaydı. Ancak bu baskılar karşısında bu konferansta hiçte ılımlı bir yaklaşımda bulunmadı.[D] Tam tersine İngilizleri temsilen Sir Henry Elliot yerine atanan İngiliz Osmanlı Büyükelçisi Lord Salisbury İngiltere'nin Osmanlı'yı olası bir Rus savaşında desteklemeyeceğini ve hiçbir şekilde Osmanlı'nın arkasında durmayacağını, bu Balkan isyanları ile ilgili kendilerinden destek beklenmemesini sadrazama ve Osmanlı idarecilerine bildirip bu konuda uyarıda bulundu.[35] 23 Aralık 1876'da toplanan bu konferansa Prusya, İngiltere, Rusya, Fransa ve Osmanlı Devleti katıldı aynı günde I. Meşrutiyet, Meclis-i Mebusan'ın kurulması ve Kanun-i Esasi havai fişek gösterileri altında ilan edildi. İlan edilmesindeki temel amaçlardan biri çeşitli tarihçilere konferanstaki kararları gereksiz kılma ve Balkanlardaki sorunu da kısmen çözme, büyük devletlerin baskısını, bu toplumların sorunlarını mecliste ifade edebileceklerinden bahisle engelleme, bu yapılamıyorsa da Osmanlı Devleti'ne sorunları çözme için zaman kazandırmaydı.[36][37]
Ancak sonuç Osmanlı Devleti'nin istediği, Mithad Paşa ve II. Abdülhamid gibi Osmanlı devlet adamlarının hedeflediği şekilde olmadı.[30] I. Meşrutiyet'in ilanına rağmen, görüşmelerin devamı ve konferansın yapılıp sürmesine karar verildi, Osmanlı'nın reform talepleri, alternatif önerileri reddedildi.[38] Konferanstan,
- Sırbistan ve Karadağ için bağımsızlık kararı,
- Bosna-Hersek'e özerklik verilmesi,
- aynı şekilde Bosna-Hersek gibi özerk ama Doğu ve Batı Bulgaristan olarak iki parça olarak iki Bulgar devleti (eyaleti) kurulması kararı çıktı.[39][40]
18 Ocak 1877'de Sadrazam Midhat Paşa hiçbir şekilde bu yönde alınmış bir kararı Osmanlı'nın kabul etmeyeceğini bildirdi.[41] 20 Ocak 1877'de varılmış olan ama Osmanlı ve Midhat Paşa tarafından kabul edilmeyen kararlarla konferans dağıldı. Midhat Paşa, 5 Şubat 1877'de II. Abdülhamid tarafından sadrazamlık görevinden alındı, sürgüne yollandı ve yerine Genç Osmanlılar'dan olmayan, II. Abdülhamid'in güvendiği deneyimli kişilerden biri olan İbrahim Edhem Paşa getirildi.[42] İngiliz Büyükelçisi bu taleplerin reddedilmesi konusunda kırgınlığı ve sonuçları konusunda Osmanlıları tekrar uyardı.[42][C]
93 Harbi ve Meclis-i Mebusan'ın kapatılmasıDeğiştir
İngiliz, Fransız, Alman, Rus vs. büyükelçilerinden oluşan bir heyet Meclis-i Mebusan'nın açılması sonrası Mart 1877 sonunda Londra Protokolü denilen Tersane Konferansı kararlarının biraz değiştirilmiş hali olan kararları sert bir muhtıra ile Osmanlı İmparatorluğu'na gönderdi.[42] Edhem Paşa hükûmeti ve Meclis-i Mebusan bu protokolü de reddetti. Rusya'nın da Balkanlar'da ıslahat için büyük güçlerin verdiği kararların kabul edilmesi yönündeki muhtıra da 12 Nisan 1877'de İbrahim Edhem Paşa hükûmeti tarafından reddedildi. Bunun üzerine 24 Nisan 1877'de Rusya'nın Osmanlıya savaş ilanıyla, 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı patlak verdi.[C] Abdülhamid'in Rus tekliflerinin kabulü ve Armağan ve Bahadıroğlu gibi bazı araştırmacıların iddialarına göre savaşa karşı olmasına rağmen[43] öncesinde Midhat Paşa, sonrasında Damat Mahmud Paşa ve Redif Paşa gibi devlet adamlarının ısrarlarıyla girilen savaşta esasında Osmanlı ordusu Rus ordusuna nazaran Sultan Abdülaziz'in sağladığı ekipman sayesinde çok daha eğitimli ve donanımlıydı. Ama Osmanlı komuta kademesi için aynı şeyi söylemek çok zordu. Daha başında Rusların Balkanlar'da ordularını gönderip, saldırıya geçebileceği tek bir yer bulunmaktaydı, o da Osmanlı himayesi altındaki Romanya topraklarıydı ve Ruslar bu topraklar üstünde Siret (Sava) Nehri üzerinde Barboşi Köprüsü'nün olduğu yerden ordularını geçirmek zorundaydı. Bu köprü kritik bir öneme sahip olmakla beraber, köprünün havaya uçurulması Osmanlılara en az 2 veya 3 ay vakit kazandıracaktı. Avusturya-Macaristan askeri ateşesi bile devleti Rusya ile gizlice anlaşmış olsa da Osmanlı başkumandanı Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa'yı İstanbul'dan cepheye hareket edeceğinde "Paşa Hazretleri bilhassa size Barboşi köprüsünün mümkün olduğu kadar süratle tahrîbini tavsiye ederim zîrâ pek mühim noktadır" diye uyarmıştı.[44][45] Nitekim Osmanlı kuvvetlerine askeri danışmanlık veren İngiliz danışmanlar da bu durumun farkındaydılar. Köprünün hemen yakınındaki Osmanlı Tuna donanmasının komutanına İngiliz askeri danışmanı Hobart Paşa, Barboşi’nin tahrip edilmesi emrini verdi fakat Tuna'daki 4 gemilik Osmanlı filo komutanı bunun bir aldatmaca veya casusluk oyunu olduğuna dair şüpheleri yüzünden emri uygulamakta 4-5 gün kadar gecikti ve tam emri uygulayacak iken de bu defa iş işten çoktan geçmişti,[46] zira Ruslar orduları ile Sava Nehri kıyısına gelip filoyu donanmaları ve karadaki topları ile ateşe alıp batırdı ve yok etti. Sonuçta Osmanlılar için büyük bir fırsat daha muharebenin başında kaybedildi.[44][47]
Abdülaziz'in çabaları ile oluşturulan Osmanlı Donanması, Rus Karadeniz donanmasından son derece üstün bir konumdaydı öyle ki Ruslar Kırım Savaşı'nın aksine Dobruca üzerinden sahilden Osmanlı'nın Bulgar kıyısından saldırıya geçemediler zira bu yönde destek verecek savaş gemileri yeterli değildi, savaş boyunca Ruslar Kırım Savaşındaki Sinop Baskını gibi Karadeniz Donanması ile Osmanlı donanmasına doğrudan saldırmak yerine; Osmanlının zayıf savunmasız ticaret gemilerine baskın yapmayı yeğlediler. Osmanlı ise bu gemileri korumak için savaş gemileri ile eskortluk yapmak zorunda kaldı.[48] Ancak Osmanlı donanmasındaki askeri reformun maddi kaynaklar bakımından yeterli personel yetiştirilmesi ve eğitim açısından ise yetersizliği savaş esnasında ortaya çıktı. Rusya’nın denizdeki yolu ithal teknolojiyi yerli üretimle birleştirmek oldu. Transfer edilen teknolojiyi Rusya kendi personelini kullanarak adapte etmişti. Rusya’nın askeri modernleşmesinin Osmanlıdan en bariz farkı organizasyon kabiliyetini yükseltmeye çalışmaları ve insan gücünün mobilizasyonunu sağlamaktı. Bu bariz fark Osmanlı Devleti’nin Karadeniz’de Rusya’ya karşı bariz üstün deniz gücüne rağmen sivil gemilerden bozma Rus donanmasına karşı başarılı bir blokaj uygulayamaması, Mersin Vapuru Olayı'nda olduğu gibi Karadeniz’in Osmanlı kıyılarında bir vapurun çatışmaya girilmeden esir edilebilmesi Osmanlı Devleti’nin teknolojik üstünlüğünü kalifiye personel eksikliği nedeniyle savaş sahasında ortaya koyamadığını göstermiştir. Mersin Vapuru Olayı'nda (1877) bir Rus kruvazörü Osmanlı donanma eskort gemilerinin gerisine ne hikmetse düşen Mersin Vapuru'na 22 Aralık 1877'de baskın yaptı. 890'dan fazla Osmanlı askeri onlarca sivil tek kurşun atamadan Ruslara esir düştü.[48]
Bunun gibi Osmanlı komuta ve sevk idaresindeki başarısızlıklar yanlış uygulamalar yine paşalar arasındaki kavgalar birbirini kovaladı ilaveten her ne kadar kurulmasının kabul edilebilir bir mantığı varsa da [49] II. Abdülhamid'in savaşı koordine etmekle görevli Heyet-i Müşavere'nin, cepheden çok uzak alanda Yıldız Sarayı'nda kurması, bu kadar uzak mesafede İstanbul çıkan bir emrin cepheye ulaşmasının tek telgraf hattı ile 7-8 günü bulması, II. Abdülhamid'in sürekli olarak ordunun kendine sadakati yönünde müdahaleleri, başarısızlıklar üzerine sürekli yapılan kumandan değişiklikleri, askerin cansiperane mücadelesi karşısında gerekli takviyelerin zamanında yetiştirilememesi, paşalar arasındaki iktidar mücadelesi, Rus çarının en yakınındaki kişiler bile cephedeyken padişah ve erkanının başkentte sarayda durması buradan tüm cepheyi yönetmeye uğraşması ayrıca Osmanlı Dönemindeki kaynaklardan olan Kaplanzade Ahmed Saib Bey'in[50] (1860-1918) "Son Osmanlı Rus Muharebesi", Kolağası Reşid'in "1293 Seferi Avrupa'da",[51] Ahmed Muhtar Paşa'nın "Sergüzeşti Hayatımın Cildi Sanisi", Mehmed Arif'in "Başımıza Gelenler" gibi eserlerinde ve Cumhuriyet Döneminde de Cemal Kutay gibi pek çok tarihçi, araştırmacı için ağır bir eleştiri konusu oldu.[49][52][53][54]
Özetle karada Gazi Osman Paşa ve Ahmet Muhtar Paşa haricinde komuta kademesi son derece eksik ve birbiri ile sürekli mücadele halindeydi. Bu iki paşanın çabaları ve Plevne Savunması, Kızıltepe, Halyaz, Zivin gibi muharebelerdeki başarıları savaşın gidişatını değiştirmedi. Rus orduları Osmanlı ordu komuta kademesinin kuvvetleri sevk ve idaresindeki hatalarından, Gazi Osman Paşa ve Ahmet Muhtar Paşa'nın uyarılarının önerilerinin zamanında Padişah ve Genelkurmay tarafından dikkate alınmamasından, Şıpka Geçidi gibi kritik bir geçidin yanlış eksik müdahaleler ile tutulamamasından yararlanarak Balkan ve Kafkas cephelerinde Osmanlı kuvvetlerini bir sıra mağlubiyete uğratarak doğuda Erzurum'u, batıda ise Bulgaristan'ın tamamı ile Trakya'nın İstanbul surlarına kadarki kısmını işgal ettiler. 31 Ocak 1878'de Yeşilköy'e neredeyse dayanan Ruslar ile Osmanlı Devleti önce Edirne Ateşkes Antlaşması'nı imzalamak zorunda kaldı.
Meclis-i Mebusan'da Osmanlı–Rus Harbi’nde gelinen bu son gelişmeler üzerine eleştirileriyle ön plana çıkan bazı mebuslar, bir pazar günü meclisin açık olmadığı zamanda toplanarak iki önemli karar aldılar. Pazartesi günü meclise gelerek verecekleri önergede aralarında nazırların da bulunduğu beş kişiyi “istenmeyen adam” ilan edeceklerini açıklayacaklardı. Bunlar, Sadrazam Ethem Paşa, Tophane Müşiri Damat Mahmut Paşa, Dâhiliye Nazırı Said Paşa, Bahriye Nazırı ve Mabeyn Müşiri Said Paşa ve Serasker Redif Paşa'ydı. Bu kararlar daha meclise gelmeden Sultan II. Abdülhamid tarafından haber alınınca, kabineyi hemen değiştirdi. Sadrazamlığın adını II. Abdülhamid Başvekalet olarak değiştirdiğini belirtip, Ahmed Hamdi Paşa yerine Ahmed Vefik Paşa'yı sadrazam olarak atadı. Milletvekilleri Meclis-i Mebusan'da bu yapılanın anayasaya aykırı olduğunu belirtti. Hükûmetin savaş politikalarına mebuslarca yöneltilen ağır tenkitler padişaha da yöneldi. Osmanlı devleti bu tür iç problemleriyle uğraşırken, Rus baskısı da olabildiğince sürüyordu. Ruslarla yapılacak bir anlaşmaya İngilizlerin desteği alınmak isteniyordu. İngilizler’in Kıbrıs Adası'nı istemeleri üzerine yapılan Meşveret Meclisi’ndeki iki mebustan biri olan Astarcılar Kethüdası Ahmed Efendi, toplantıda ayağa kalkarak Padişah'ın yüzüne karşı alışık olunmayan bir üslupla: "Siz bizim fikrimizi pek geç soruyorsunuz, felaketin önünü almak mümkün olduğu zaman bize suret-i ciddiyede müracaat etmeliydiniz." dedi. Aynı mebus konuşmasının devamında "Meclis-i Mebusan kendi malumatı haricinde olarak husule sebebiyet verilen bir halden dolayı mesuliyeti asla kabul edemez." diyerek meclisin savaşın ağır yenilgisini üzerine almayacağını açıkça ifade etmişti. Bir yönde eleştirilerde doğruluk payı vardı. Zira 13 Ocak 1878'de daha savaş sürerken padişah, Meclis-i Mebusan yerine Meşveret Meclisi (Meclis-i Vükelâ)'yı toplamış Bosna, Kıbrıs gibi konularda Meclis-i Mebusan'ı atlayarak bu meclis ile Bab-ı Ali arasında bir sistem kurup işleri yürütmekteydi. Savaş boyunca da meclisi atlayıp Harp Meclisi veya danışma meclisleri ile işi yürütmekteydi. Bosna ve Kıbrıs gibi pek çok hayati karar da, meclisin önüne gelmemekteydi. Temsilde ve protokolde bile meclis, Meclis-i Vukelanın gerisindeydi.[55] Ancak bu şekilde Astarcılar Kethüdası Ahmed Efendi'nin padişahın yüzüne karşı yaptığı sert konuşma o günün diplomasisinde olmayan bir üsluptu.[55] II. Abdülhamid vekilin cezalandırılmasını talep etti. Özellikle bu üslubun meclisi kapatma konusunda çekinen padişahın çekincesini giderdiği iddia edilmektedir.[55] Bu konuşma sonrasında "Ben artık Sultan Mahmud’un izinden gitmeye mecbur olacağım."[37][56] diyerek Yeniçeri Ocağı'nı kapatan dedesi II. Mahmud'a atıf yaparak meclisi kapatma yönünde imada bulunduğu belirtilmektedir.[37]
Meclisi II. Abdülhamid'in kapatmasında ikinci olayda bir iddiaya göre 93 Harbi'nin tartışmalı bir kişiliği olan aynı zamanda Abdülaziz'e yapılan darbede rol oynaması sebebiyle Abdülhamid tarafından pek güvenilmeyen ancak harpte zaruri olarak görevlendirilen Süleyman Hüsnü Paşa'nın kendisidir.[57] Abdülhamid tarafından başta başkentte uzak geri planda tutulmaya çalışılan ancak diğer komutanların başarısızlıkları üzerine 8 Kasım 1877'de Rumeli Orduları Komutanlığına atanan Süleyman Hüsnü Paşa, başarılarına karşın Plevne'de Osman Paşa'nın bulunduğu çemberi aşmasını sağlayamadı ve kaybedilen Şıpka geçidini geri alamadı. Bu yönde kendisinin de iştirak ettiği Maçka Muharebesi başarısız oldu. Ordunun sıkışık durumu ve yaklaşan kışın zorlukları yüzünden İngiltere’nin aracılığıyla Osman Paşa’nın ordusuyla geri çekilmesi, statükonun korunması şartıyla Şubat ayına kadar uzanan bir mütareke akdine girişilmesi ve bunun Rumeli Ordusunun derlenip toparlanmasına, düşmanın Tuna’nın öte yakasına atılmasına vesile olabileceği gibi fikirler ileri sürmesi üzerine kısa zaman içinde azledildi ve yerine Şâkir Paşa getirildi. Ancak kendisi birlik kumandanı olarak hala görevdeydi ve Aralık 1877'den beri Plevne'nin düşmesi akabinde Ruslara karşı Bulgaristan'ın kaybedilmek üzere olmasından Edirne'de savunma hattı kurulması gerektiği yönünde direnişteydi. Yıldız Sarayı'ndaki Heyeti Müşavere kuvvet komutanlarının durumu anlamamasından yakınmaktaydı. Kendisi durumu anlatmak için haber vermeden cepheden ayrılıp gizlice II. Abdülhamid'in yanına gelip durumu anlatmaya çalıştı, gizlice ayrılıp gelmesi tepki çekti ve Abdülhamid onu kendisine darbe girişiminde bulunulacağı söylentileri altında dinlemedi..[57] İstanbul’dan ayrılıp Edirne’ye vardığında (21 Aralık 1877) şehrin savunma tertibatı içinde olmadığını gördü ve Rus ileri harekâtı karşısında kuvvetlerin Edirne hattında savunmaya geçmesi gerektiği fikrinde daha da ısrarcı oldu. Bu tutumu zaten arasının kötü olduğu Rauf Paşa’ya, saltanat değişikliğine karışmış olması sebebiyle orduyla İstanbul’a yakın bir yerde bulunmasını padişahın vehmini tahrik edecek şekilde istismar etmesine imkân vermekteydi. 4 Ocak 1878’de bizzat padişahı da yanına alan Rauf Paşa ile yapılan telgraf görüşmesinde Edirne’de savunma hattı oluşturulması fikrinden dönmedi ve bunun üzerine kumanda mevkiinden alınarak yerine Rauf Paşa tayin edildi.[58] Sonrası Şıpka geçidi düşünce Ruslar Trakya'ya dayandı, ortada Bulgaristan sonrası bir savunma hattı olmadığından 20 Ocak 1878'de Edirne kolayca Ruslar tarafından ele geçirildi.[54] Süleyman Paşa kendisi de araya giren güçlü Rus birlikleri karşısında çaresizce birlikleriyle Gümülcine'ye çekilmek zorunda kaldı.[58] Rusların İstanbul'a kadar ilerlemesini durduracak bir engel neredeyse kalmadı. Bununla birlikte kendisi Gelibolu’da Bolayır mevki kumandanlığına tayin edildi. 30 Ocak’ta gittiği Gelibolu’da askerlerin İstanbul’a sevkiyle ilgili aldığı emirleri yerine getirmeye çalıştı. Ancak Edirne'de Rusların İstanbul'a dayanması neticesi 31 Ocak'ta imzalanan ateşkes antlaşmasına karşın Ruslar’ın Enez’e çıkartma yapma ihtimalleri bulunduğunu belirtip karşı savaş gemisi gönderilmesi talebinde bulundu ve şikâyetlerini yüksek hükûmet makamlarına yazılı olarak ileterek iki gün içinde olumlu cevap verilmemesi halinde istifa etmiş sayılması talebinde bulundu. Ortalığı ayağa kaldıracak telgrafını 7 Şubat 1878 tarihinde Mabeyn’e (Padişaha), Sadarete, Seraskerliğe ve Bahriye Nezâreti’ne gönderdi ve Meclis-i Mebusan'da milletvekilleri ile irtibat kurdu, zaten savaşın başından beri anlaşamadığı Serasker Rauf Paşa ve Bahriye Nâzırı Said Paşa aleyhine suçlamalarda bulundu.[58] Telgraf metni Selanik Mebusu ve aynı zamanda Selanik’te yayımlanan Zaman gazetesinin sahibi Mustafa Bey’in eline geçti. Mustafa Bey, 13 Şubat 1878 günü Meclis-i Mebusan’da ayağa kalkıp ağlayarak Süleyman Paşa’nın taleplerini kürsüden duyurdu. Bu durumda meclisin, hükûmetin, sarayın iyice karışmasına neden oldu.Süleyman Paşa, kendisi meclisin kapatıldığı gün tutuklandı. Daha sonra yargılandı ve Bağdat'a sürgün edildi.[57]
Neticede II. Abdülhamid, meclisi 14 Şubat 1878'de meclis toplantı halindeyken tatil etti.[J] Bahane olarak kararların hızlı alınması gibi nedenler gösterildi. Ama esasında kapatma nedenleri arasında kendisinin 93 Harbi'nin neticesinden şahsen sorumlu tutulma korkusu da bulunmaktadır.[37] 1880'lere kadar da meclis tekrar toplanacak gibi bir görüntü çizildiğinden başlangıçta bir mebus tepkisi olmadı. Ancak takip eden 30 yıl boyunca meclisi bir daha toplantıya çağırmadı ve bu süre zarfında meşrutiyet anayasası olan Kânûn-ı Esâsî kaldırılmayıp askıda kaldı. Ancak Abdülhamid kâğıt üzerinde de olsa anayasayı muhafaza ederek aldığı kararları yine bu anayasaya göre yürürlüğe koydu.[59] Tarihçi Sina Akşin'in belirttiği ve tarihçi Ahmet Oğuz'un zikrettiği üzere 1880 yılı ve sonrasında tutuklama, gözaltılar Abdülhamid tarafından Yıldız Mahkemesinin 1881'de kurulup Midhat Paşa'nın Taif'e sürgüne gönderilmesi, muhalif kitleye verilen gözdağı ile esas olarak Abdülhamid'in istibdat dönemi denen dönemi başlamış oldu.[55][60]
Armağan ve Müftüoğlu bir kısım araştırmacı her ne kadar Abdülhamid'in meclisi kapatmasının devleti parçalanmaktan kurtardığını demir yumruğu ile devletin çöküşünü yıllarca geciktirdiğini, devletin güvenliğini düşündüğünü iddia etse de[61][62] Ahmed Oğuz[55] gibi bir kısım tarihçiler bunun tam aksi düşüncededir.
“ | ...ilk açılan Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın hızlı ve sert bir şekilde son bulması ve uzun bir süre böyle bir parlamenter meclisin oluşturulamaması, buna karşı gelişen muhalefetin devlet yönetme kabiliyetine sahip olamaması, Osmanlı devletinin belki de sonunu hazırlayan en büyük etkenlerden birini meydana getirmiştir. İttihat ve Terakki hedef olarak kendisine sadece II. Abdülhamid’i tahttan uzaklaştırmayı seçmiş, iktidara gelince ne yapacağını düşünmemiştir. Devletin, İttihat ve Terakki gibi çağı kavrayamayan Sultan'ı devirmekten başka hedef gütmeyen bir gurubun eline geçmesi adeta sonraki felaketlerin başlangıcı olmuştur. Eğer meclis, İslam’ın meşveret anlayışı olarak görülse ve o şekilde çalışabilseydi ne imparatorlukta en sona kalan Müslüman-Türk uyanışı gecikir ne de Abdülhamid sonrası iktidar sarhoşu bir yönetim iş başına geçerdi. Eğer meclis padişahın danışma meclisi hüviyetiyle bile iş görebilmiş olsaydı, yılların olgunluğu içinde devlet için en doğruyu bulabilecek kapasiteye ulaşabilirdi. Bir diğer dikkate alınması gereken ve çok önemli olan başka bir unsur da demokrasinin ancak zaman içinde olgunlaşarak güçlene bileceğidir. Oğlun, yapıcı ve güçlü bir muhalefetin gelişmesi de ancak böyle sağlanacaktır. Eğer istenildiği zaman kapatılabilen bir meclis değil de kurumsallaşan bir meclis tarih içinde gerçekleşebilseydi, Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle boşalan yönetim boşluğu İttihat ve Terakki ile doldurulmayacak, padişaha ve saraya da olumlu yön verebilen deneyimli ve kurumsal kimliğe sahip bir meclisin yol göstericiliğinde devlet yönetilecekti...[55] | „ |
—Ahmet Oğuz |
93 Harbi'ne geri dönersek Edirne'de imzalanan ateşkes antlaşması akabinde 93 Harbi, 3 Mart 1878'de İstanbul surları dışındaki Ayastefanos (Yeşilköy)'ta karargâh kuran Rus kuvvetlerinin dikte ettiği Ayastefanos Antlaşması ile sona erdi.[10][63] Antlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı, sınırları Tuna'dan Ege'ye, Trakya'dan Arnavutluk'a uzanacak bağımsız bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Bosna-Hersek'e iç işlerinde bağımsızlık verilecek, Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek, Ardahan, Kars, Ardahan, Batum, Artvin, Eleşkirt ve Doğubayazıt Rusya'ya verilecek; Teselya, Yunanistan'a bırakılacak, Girit ve Ermenistan'da ıslahat yapılacak, Osmanlı İmparatorluğu Rusya'ya 30.000 ruble savaş tazminatı ödeyecekti.[63]
Oldukça ağır şartlar içeren bu antlaşmaya Rusya'nın aşırı derecede güçlenmesinden kaygı duyan İngiltere ve diğer Avrupa devletleri karşı çıktılar.[10] İngiltere 14 Şubat 1878'de Marmara Denizi'ne donanmasından bir kısım gemileri soktu[64] ama bunun yanında İngiltere, Osmanlı Devleti'ne Kıbrıs'ı kendisine kiralaması karşılığında daha iyi şartlarla anlaşmaya Rusları ikna edeceğini bildirdi. Bir yandan da Osmanlı'yı Kıbrıs konusunda zorladı. 13 Temmuz 1878'de Ayastefanos Antlaşması'nın yerine geçen Berlin Antlaşması İngiltere'nin Osmanlı'dan aldığı Kıbrıs adası tavizi ve baskısı neticesi imzalandı.[10] Yeni antlaşmayla Rusya'nın toprak kazanımları görünüşte kısmen geri alındı, Makedonya, Doğu Bayazıd, Eleşkirt Ovası Osmanlı'da kalırken, Romanya ve Sırbistan, Karadağ'a tam bağımsızlık verildi. Bulgaristan'da Almanya ve Avusturya-Macaristan himayesinde bununla birlikte Büyük Bulgaristan Prensliği yerine daha dar topraklarda başkenti Tırnova (1879'da Sofya oldu) olan Prensini Osmanlı padişahının seçemeyeceği, kendi savunma kuvvetleri ve milli marşı da olacak özerk Bulgaristan Prensliği oluşturuldu; bunun yanında yine Osmanlı'ya bağlı Bulgar valilerini Osmanlı padişahının seçip atayacağı, Osmanlı Ordusunun denetiminde başkenti Filibe olan özerk Doğu Rumeli vilayeti kuruldu.
Bunun yanında bu savaş Osmanlı tebaası müslüman halk için insanlık dramı yaşanmasına neden olmuştur. 1877-1878 yılları arasında özellikle batıda Rus güçlerinin ve onlarla birlik hareket eden Bulgar çetelerinin bunun yanında savaş sırasında ve hemen akabinde doğuda Ruslar ve birlikte hareket eden Ermeni,Kazak milis alaylarının süre gelen katliamları, çatışmaları, yağma vs. hareketleri neticesinde çok sayıda Türk ve müslüman ahali göç etmek zorunda kalmıştır.[65][66] Öte yandan savaş sırasında ve hemen akabinde bağımsız hale gelen Sırbistan'da, Karadağ'da pek çok Arnavut, Pomak, Türk ve diğer Müslümanlar göçe zorlanmıştır, muhacir olarak kötü koşullarda Kosova, Anadolu, İstanbul'a göç etmek zorunda kalmıştır.[67][68][69]
Çırağan Sarayı Baskını (1878)Değiştir
II. Abdülhamid, 13 Şubat 1878'de Meclisi tatil etti idareyi tümden ele aldı ancak 93 Harbi'de Osmanlı'nın ağır yenilgisi ile sonuçlanmıştı. İmzalanan Ayastefanos Antlaşması kaybedilen topraklar, sürgüne yollanan Midhat Paşa, Genç Osmanlılar ve kapatılan meclis; kitlelerde ağır hoşnutsuzluk ve tepki yarattı. Genç Osmanlılardan Ali Suavi'de bu tepki içindeydi. Ali Suavi topladığı ve galeyana getirdiği kitle ile 20 Mayıs 1878'te V. Murad'ı Padişah, Mithat Paşa'yı sadrazam yapmak, II. Abdülhamid'i devirmek için Çırağan Baskını olarak geçen başarısız darbeyi yaptı. Darbenin başarıya ulaşması Beşiktaş Muhafızı Yedi Sekiz Hasan Paşa ve yanındakilerce son anda engellendi. 23 ihtilalcinin ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamid'in hafiye denilen gizli teşkilatını kurarak çok daha sıkı baskıcı şekilde idareyi ele almasıyla ve Yıldız Sarayı'na idare merkezini nakletmesiyle sonuçlandı.[70] Bu darbe girişimi tarihçi Erhan Afyoncu'ya göre II. Abdülhamid'in ayrıca ruhunda ve psikolojisinde derin etkiler bırakmıştır, onu içe daha kapanık ve kuruntulu bir yapıya itmiştir.[71]
Hafiye Teşkilatı (1880)Değiştir
II. Abdülhamid'in tahttan indirildikten sonra Yıldız İstihbarat Teşkilatını niye kurduğunda dair suçlamalara karşı hatıralarındaki savunması[73]
Esasında Osmanlı İmparatorluğu içerisinde bir istihbarat teşkilatı kurma fikri tek başına II. Abdülhamid'e ait değildir. Padişahlardan 1.Abdülhamid, III.Selim, II.Mahmud hatta Sultan Abdülmecid'de modern anlamda istihbarati faaliyetlerde bulunmaya çalışmış; Sultan Abdülmecid bu yönde bir kurumsallaşma yapmaya uğraşsa da başarısız olmuştur.[74] Abdülaziz döneminde Tuna valiliği sırasında Mithad Paşa, Bulgar bölgesinde Rusları takip isyan faaliyetlerini engelleme amaçlı bir istihbarat örgütü kurmuştu.Bu örgüt iyi işler cikarsa da Midhat Paşa'nın valiliği,Bulgar Bölgesi ve Rusya ile sınırlı kaldı,padişah geliştirilmesine sürdürülmesine ilgi göstermeyince dağıldı.[75] II. Abdülhamid, Meclisi kapatarak yönetimi kendi eline aldıktan sonra özellikle kendisine karşı yapılan başarısız Çırağan Baskını sonrası Osmanlı tarihinde ilk defa geniş kurumsallaşmış kapsamlı bir polis ve istihbarat örgütü olarak 1880 yılında Yıldız İstihbarat Teşkilatını kurdu.[76] Bu örgüt gereken bir örgüt olmasına, 93 Harbinin kaybedilme nedenlerinin de biri istihbarat zaafiyeti olmasına karşın ne yazık ki sansür ve istihbarat II. Abdülhamid'in istibdat döneminin bilinmesine sebep en önemli iki sembol olduğundan ve bu dönem içinde Sultan'ın şahsi çıkarlarına da hizmet ettiğinden, kimi zaman düştüğü acziyetten, büyük eleştiri konusu olmuştur.[75] Zira çok sayıda hafiyeden meydana gelen bu teşkilatın gayesi ilgili devletlerin durumu hakkında haber alma espiyonaj faaliyetleri yanında II. Abdülhamid'in siyasi rakipleri hakkında bilgi toplamak ve Abdülhamid'e karşı hazırlanan darbe veya isyan teşebbüslerini önlemekti. Bu sebeple teşkilatın Jöntürklerin bulunduğu toplandığı Paris, Roma, Londra, Berlin gibi yurtdışı yerlerde de örgütlendi ve operasyonlar düzenledi.[77][B]
Yine aslen Osmanlı zaptiye (jandarma) teşkilatına bağlı gözükse de doğrudan II. Abdülhamid'e bağlı Umur-u Hafiye denen bir teşkilat daha vardı.[78] Hafiyeler sadece kendi başlarına bilgi toplamakla kalmıyor, halk arasında çok sayıda kişiye maaş bağlayarak geniş bir istihbarat ağı oluşturuyorlardı. Jurnalci adı verilen bu kişiler, Abdülhamid yönetimine karşı olabilecek faaliyetleri bildiriyor, böylece her türlü hareketin önü önceden kesilmiş oluyordu.[79]
Bu teşkilatlardan Yıldız İstihbarat Teşkilatı II. Meşrutiyet'in ilanı akabinde Bakanlar Kurulunun (Vukela) 29 Temmuz 1908 tarihli kararnamesi ile dağıtılsa da; Abdülhamid'in tahttan indirilmesi sonrasında I. Balkan Savaşı sırasında Osmanlı'nın bozgunun bir diğer nedeni Balkan devletlerinin durumu hakkındaki istihbarat zafiyeti oldu. Bir istihbarat teşkilatının varlığını gerektirdiğinden bu teşkilattan yola çıkarak Enver Paşa tarafından 1913'te Teşkilatı Mahsusa adlı istihbarat örgütü kurulacaktı.[77][B]
Bununla birlikte II. Abdülhamid döneminin bilinen iki istihbaratçısı Serhafiye Fehim Paşa ve Ahmet Celalettin Paşa'dır. İkisinin de birbiri ile aynı zamanda rekabetleri oldu. Ahmet Celalettin Paşa, Paris'te 1897'de Contraxeville'de yaptığı antlaşmayla bir grup Jön Türk'ün İstanbul'a dönmesini ve bazı Jön Türk gazetelerinin kapatılmasını sağladı.[80] Ancak sonradan her ne kadar Paris'e kaçtı olarak bazı kaynaklarda denilse de Payitaht Abdülhamid dizisine konu olacak kadar hayatı ve ölümüne dair çeşitli hikayeler uydurulsa da[81][82][83] yapılan son araştırmalara göre kendisi 1904'te Sultan'ın gözünden düşüp İstanbul'dan Mısır'a kaçmış ve 1924 yılında orada ölmüştür.[84] Mısır'daki faaliyetleri II. Abdülhamid'in iktidarda olduğu süre boyunca sürekli gözlemlendi. Jöntürk muhalefetine katılıp katılmadığı konusu ise belirsizdir.[84]
Diğer serhafiye ise Fehim Paşa olup o da hafiye teşkilatının en üst kademesine kadar çıktı ancak keyfi ve görev dışı, hukuka aykırı davranışları neticesinde[K] dış ülkelerin büyükelçilik yetkililerinden bile gelen şikayetler üzerine 1907'de görevden alınarak Bursa'ya sürgün edildi; 1908'de halktan bir kısım kişilerce linç edilerek öldürüldü.[72] Öte yandan II. Abdülhamid döneminde gelen bilgilerin önemli bir kısmının doğruluk payı varken zaman içinde bu doğruluk payları Sultan'ın gözüne girebilmek için sahte jurnaller vs. uyduranlar ile azalmıştır. Bu da istihbarat verilerinin doğruluğu konusunda büyük sorunlar çıkardı.[85]
II. Abdülhamid döneminde bu iki istihbarat kurumuna karşın İstanbul'da dahil asayiş olaylarındaki sorunlarda giderilemedi hatta devlet içinde Sultan'ın gözüne girmek isteyenlerle aralarındaki rekabetten veya rant sağlama amaçlı çete ve kişilerce sokak çatışmaları bile süre geldi. Amaç dışı kendi rantlarının peşine düşen hafiye ve istihbarat ajanları çıktı. Örneğin Sadrazam Halil Rıfat Paşa'nın oğlunun öldürülmesi olayında olduğu gibi. Burada Sadrazam'ın oğlu aynı zamanda yargılama makamı olan Şûrâ-yı Devlet (Şimdiki Danıştay) üyesi İbrahim Cavid Bey'in İstanbul'da bir haraç rant çetesi kurdurup bir süre sonra bölge çatışmasına girdiği; rant konusunda Arnavut Toptanilerden Gani Toptani ile anlaşamadığı ve onu adamlarına 1898'de öldürttüğü ve bunun üzerine ağabeyi Esad Toptani'nin Arnavutluk'tan getirdiği adamlarına onu Cisr-i Cedit'te (Yeni Köprü-Eski Galata Köprüsü) 7 Ekim 1899'da öldürttüğü iddia edilmektedir.[15] Sadrazam oğlunun öldürülmesinden kısa süre sonra hastalandı, akabinde öldü.
Aynı şekilde İstanbul Şehremini Rıdvan Paşa cinayeti de bir başka olaydı. Burada İstanbul'un rantında söz sahibi Kürt Bedirhanilerden ayni zamanda yine Şurayı Devlet üyesi Abdürrezzak Bey'in rantta kendilerine direnen İstanbul Şehremini Rıdvan İsmail Paşa'yı 23 Mart 1906 Cuma günü adamlarına öldürttü. Akabinde aile, Trablusgarb'a sürüldü.[86] Birkaç yıl sonra Abdürrezzak Bey affedildi. Deli Fuad Paşa'nın yakını Çerkezlerin de bu rantta söz sahibi olmak isteyip Serhafiye Fehim Paşa ile işbirliğine girmeye çalıştıkları ancak gerekli desteği elde edememeleri, Deli Fuad Paşa'nın Abdülhamid'e muhalefeti neticesi etkisiz kaldıkları da yine bazı iddialar arasındadır.[15] Kısacası bu asayiş olaylarının önü kesilemediği gibi bir artış yaşandığı ve Abdülhamid'in kendi istihbarat kurumu hafiye ve çevresindeki rant mücadelelerini engelleyemediği, engellemekte yetersiz kaldığı iddia edilmektedir.[15]
Yıldız Mahkemesi (1881)Değiştir
Darbe ile indirilen Sultan Abdülaziz, Feriye Sarayı’nda 4 Haziran 1876 günü sakalını düzeltmek için bir makas istemiş, sonra bilekleri kesik vaziyette bir minder üzerinde bulunmuş ve kısa zaman sonra hayatını kaybetmişti. Sâbık sultanın naaşı önce Feriye Karakolu’na götürülmüştü, doktorların incelemesiyle ölüm nedeninin bileklerini keserek intihar olduğu kararına varılmıştı. Bugün bile bu işin intihar mı yoksa cinayet mi olduğu tartışmaları sürmektedir. Mesela Öztuna "Bir Darbenin Anatomisi" adlı kitabında bu işin bir cinayet olduğunu belirtmektedir.[87] Sonrasında tahta geçen V. Murad da akıl sağlığını bozulduğu gerekçesi ile tahttan indirilmiş yerine II. Abdülhamid çıkarılmıştı. Ancak hâlâ hayatta olan V. Murad’ın iyileşme ihtimali ve taraftarları onu tekrar tahta çıkarmak istemekteydi. II. Abdülhamid’in tahta çıktığı sene sabık Sultan Murad ve oğlu Selahaddin Efendi'yi bir vapur ile Avrupa’ya kaçırmak maksadıyla yerli ve yabancı kişilerden oluşan bir heyetin faaliyetleri, hafiyeler tarafından Saray'a bildirildi. Nitekim bu istihbarattan birkaç gün sonra çarşaf giymek suretiyle kadın kılığına girmiş ikisi maliye ve rüsumat kâtiplerinden diğer ikisi de Hristiyanlardan oluşan dört kişilik bir heyet, validesinin isteği üzerine Sultan Murat’a kurşun dökmek için geldiklerini söyleyerek saraya girmek ve eski sultanı kaçırmak istemişlerdi. Ancak bu teşebbüs alınan sıkı önlemler sayesinde başarısızlıkla sonuçlanmıştı.[88][89]
Olayın akabinde Ali Suavi ve taraftarlarının Çırağan Baskını ve darbe girişimi Sultan'ı büsbütün şüpheci hale getirdi. Bunun da üstüne Temmuz 1878'de Rum Masonlardan Kleanti Skelyeri yanında Aziz bey, Ali Şeffati gibi kişilerin V.Murad'ı kaçırma girişiminin, hatta bazı iddialara göre bu plan ile eş zamanlı 2.Abdülhamid'e de suikast planının son anda bir ihbarla engellenmesi, 2.Abdülhamid'in doğal olarak iyice şüpheciliğinin artmasına neden olmuştur; bu birbiri ardında gelen üç olayın ruh halini ağır şekilde etkilediği de açıktır.[90]
İktidarı tümden ele alan II. Abdülhamid artık tekrar bir darbe,kaçırma teşebbüsü olmaması ve önceki sultanların akıbetine uğramamak ve 1880lere doğru uygulanan tedavilerle kısmen ruhi yönden iyileşmeye başladığı iddia olunan V.Murad'ın tekrar kendi otoritesini riske atmaması için siyasi otoritesini iyice güçlendirmek istiyordu. Sonuçta kendisine muhalif olabilecek kitleyi ortadan kaldırmaya karar verdi. Bu amaçla da Haziran 1881 öncesi gözaltı, ifade alma, yakalama ve tutuklamalar başladı. Midhat Paşa yakalananlar arasındaydı. Yakalanan kişilere yine mahkeme önüne çıkmadan önce ifadeleri öncesi ve sonrasında işkence yapıldığı da iddialar arasındadır.[91][92] Sonrası Abdülhamid selefi olan amcası Sultan Abdülaziz'in öldürüldüğünden bahisle 27 Haziran - 29 Haziran 1881 tarihleri arasında Yıldız Sarayı'nın bahçesinde bir çadır kurdurdu. Suikast ve cinayetle suçladığı birçok kişiyi yargılattırdı. Ancak bu yargılamalar Abdülaziz'in ölümünün intihar mı cinayet mi olduğunu, cinayetse kimin/kimlerin nasıl işlediğini bulmak için değildi. Bu yargılamalar ile II. Abdülhamid hem saltanatı için tehlike olarak gördüğü kişileri yok etmek hem de V. Murad’ı halkın gözünden düşürerek yeniden tahta çıkarılma ihtimalini ortadan kaldırma peşindeydi.[93] Bu sebeple tarihçi Uzunçarşılı'ya [94], araştırmacı Yaşar Şahin Anıl'a [95] ve o dönemlerde yaşayan Hırisantos adlı bir müellifin yazdığı eleştiriler[96] tarihçi Adem Korkmaz'ın[97] düşünceleri doğrultusunda sağlıklı bir yargılamanın yapıldığından söz edilemez. Ama aksi görüşler de bulunmaktadır.[98] Yine tarihçi Uzunçarşılı'ya göre Midhat Paşa, Yıldız Mahkemesi’nde yargılanan kişilerin en önemlisi Abdülhamid'in en çekindiği, halkın gözünden düşürmek istediği kişiydi.[91][94] Diğer önemli isimler ise Sultan Abdülaziz döneminin saray yönetiminde aktif rol oynayan Rüştü Paşa, Damat Mahmut Celalettin Paşa, Hayrullah Efendi gibi kişilerdi. Bunların yanı sıra Sultan Abdülaziz’in cinayetiyle ve onun mallarının bir kısmını gasp etme suçlamasıyla yargılanan dönemin mabeyncisi Damat Nuri Paşa da yargılandı. Buna karşın sabık Sultan V. Murad ve annesi Şevkefza Sultan ise zaten hapiste tutulduklarından yargılanmadılar.[88]
Mahkeme kurulunun başkanı Ali Sururî Efendi ve ikinci başkanı ise Rum asıllı Hristo Forides Efendi idi. Feriye Sarayı'nın görevlilerinden Pehlivan Mustafa, Cezayirli Pehlivan Mustafa ve Boyabatlı Pehlivan Hacı Mehmed ile Mâbeynci Fahri Bey, Ali Bey, Necib Bey, Midhat Paşa, Damat Mahmud Celaleddin Paşa ve Damat Nuri Paşa idama; Seyyid Bey ve Albay İzzet Bey de 10 yıl hapse mahkûm edildi. 9 Temmuz 1881 günü toplanan 25 kişilik bir temyiz kurulu tarafından tekrar gözden geçirildi. Bu kurulun üyeleri arasında Gazi Osman Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa da vardı. 25 kişi arasından 15 kişi mahkemenin kararının aynen uygulanması, 10 kişi ise cezaların hafifletilmesi yönünde oy kullandı. Böylece onaylanmış olan idam cezalarını II. Abdülhamid, Taif'te çekilmek üzere müebbet hapse çevirdi. Taif'te zor koşullar altında hapis hayatı yaşayan Midhat Paşa ve Damat Mahmud Celaleddin Paşa 8 Mayıs 1884 gecesi muhafızları tarafından boğularak öldürüldüler.[I] Eski şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi de 1898'de gene Taif'te öldü.[I] Nuri Paşa suçsuzluğunu iddia etse de müebbet hapis cezası almaktan kurtulamadı.[99] Bu mahkeme ve özellikle Midhat Paşa'nın ceza alması Ahmet Hamdi Tanpınar tarafından da eleştirildi.[100] Böylece II. Abdülhamid kendisine karşı olan muhalif kitleyi geçici süreliğine bertaraf etmiş oldu.
Toprak kayıplarıDeğiştir
Romanya, Sırbistan ve Karadağ'ın elden çıkması, Teselya'nın Yunanistan tarafından işgali (1878)Değiştir
Sırbistan, 1815 yılında özerklik kazandı. Bu özerklik, Ruslarla imzalanan Akkerman Antlaşması (1826) ve Edirne Antlaşması ile teyit edildi. 1835 yılında Sırbistan'ın ilk anayasası kabul edildi. 1867 yılında ise Batılı ülkelerin baskısıyla Türk birliklerinin Sırbistan'daki bütün kalelerden çekilmesi üzerine Sırbistan, görünüşte özerk, ancak fiilen bağımsız bir yapıya kavuştu. Karadağ ise İşkodra'ya bağlı bir sancak olmakla birlikte Osmanlı hâkimiyeti için askerî harekât yapılmasına lüzum görülmeyen çorak bölgede vladika adlı yöneticiler kısmî bir özerklik yaşamakta olup 1852 yılında Rusların da desteğiyle Karadağ Prensliği adıyla bu özerkliğini resmiyete kavuşturmayı başarmışlardı. 1858 ve 1862 yıllarındaki Osmanlı-Karadağ savaşlarının sonucunda imzalanan belgelerde Karadağ'ın sınırları da belirlenmişti. Sırbistan ile savaş, başlangıçta Osmanlı ordularının başarısıyla sonuçlandı. Sırpların Niş, Pirot ve Sofya hedeflerine yönelik başlattıkları taarruzları durduran Türk birlikleri karşı taarruza geçti ve 1 Eylül 1876 tarihinde Aleksinaç Muharebesi'nde Sırpları kesin bir yenilgiye uğrattı. Ekim ayında Sırpların savunmasının tamamen çökmesi ve Osmanlı ordusuna Belgrad yolunun açılması üzerine Rusya, 48 saat içinde silahlı çatışmaların durdurulması hususunda Osmanlı Devleti'ne ültimatom verdi. Rus baskısına boyun eğmek zorunda kalan Osmanlı Devleti ateşkes yaptı. 15 Ocak 1877 tarihi itibarıyla Sırbistan ile savaşın ilk merhalesi kesin olarak sona erdi. Karadağ ile 18 Haziran 1876 tarihinde başlamış olan savaşta ise Osmanlı ordusu başarısız oldu. 18 Temmuz'da Niksiç Muharebesi'nde yenilgiye uğrayan Osmanlı ordusu geri çekilmek zorunda kaldı.
Balkanlarda ortaya çıkan buhranı çözüme kavuşturmak gayesiyle ve Osmanlı Devleti'nin Balkanlardaki eyaletlerinin idari şartlarını düzenlemek üzere Avrupa ülkelerinin baskısı ile İstanbul'daki Haliç tersanelerinde toplanan Tersane Konferansındaki başarısızlık, sonrasında Ruslarla harbin çıkması üzerine hem Sırbistan, hem de Karadağ ile muharebeler de yeniden başladı. Osmanlıların neredeyse bütün birliklerini Ruslarla savaşa teksif ettikleri bir dönemde Sırbistan ve Karadağ'daki az sayıdaki birlikle savunmada kaldılar ve mağlup oldular. Sırplar 1878 yılında Niş, Pirot ve Vranje'yi ele geçirirken Karadağlılar da Nikşiç, Podgorica, Bar ve Ülgün'ü işgal ederek Adriyatik Denizi'ne çıktılar.[27]
Bu arada 93 Harbi öncesi ve başında Osmanlı himayesindeki Romanya Prensliği, Osmanlının, Rumen Kralı I. Carol'un baştaki Osmanlı yanlısı tutumunu değerlendirememesi ve Kırım Harbinin aksine Romanya'da savunma yapmak yerine Tuna boyunda savunma yapma stratejisi ardı ardına stratejik hataları karşısında[47] Rus işgaline uğramamak ve bağımsız olmak için Osmanlı aleyhine dönmüştü. Ruslarla 1877'de Bükreş'te anlaşıp ülke bütünlüklerine saygı gösterme, işgale uğramama şartlı olarak Rus kuvvetlerinin geçmesine izin verdi, fiilen Osmanlı'ya karşı bağımsızlığını ilan etti ve sonrasında Ruslar yanında savaşa girip Rusların ilerlemesine kendi askerleri ile katıldı. Öyle ki Plevne Muharebelerine Rumen Kralı'da Rus İmparatoru ile birlikte ordusuyla iştirak etmiştir. Neticede savaş sonrası Ayastefanos ve Berlin Antlaşması ile hukuken de bağımsızlığı tanınarak Osmanlı'dan ayrılıp Kuzey Dobruca'yı da topraklarına katıp Romanya Krallığı olarak bağımsız bir devlet haline gelmiştir.
Bunlar sürerken Yunan Ordusu, beklenmedik şekilde savaş ilan etmeden Osmanlı'nın elindeki Teselya'yı işgal etti. Bölgedeki Osmanlı birlikleri Rus-Sırp-Romanya-Karadağ kuvvetleri ile savaşta olduğundan sayıca yetersizlikten bu işgale karşı koyamadı. Osmanlı Devleti 1878 yılında imzalanan Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Antlaşması ile Karadağ ve Sırbistan'ın bağımsızlıklarını tanıdığı gibi kaybettiği toprakların bu iki ülkeye ait olduğunu da kabul etti. Teselya'da Yunanistan'a verilmek zorunda kalındı.
Savaş neticesinde imzalanan Berlin Antlaşması'na göre Karadağ bağımsız olmuştur. 1879'dan itibaren Karadağ'la diplomatik ilişkilerin de başladığı bu dönemde ilişkilerde mühim bir mesafe kat edilmiştir. Balkan Savaşları'na kadar küçük sınır çatışmaları haricinde Osmanlı-Karadağ ilişkilerinde savaşsız bir dönem geçirilmiştir.[101]
Değiştir
93 Harbi sonrasında yenik düşen Osmanlı İmparatorluğu Sırbistan'a ve Karadağ'a toprak bırakmak zorunda kalmıştır. Ayastefanos Antlaşması ile Makedonya'yı da içine alan bir Bulgaristan Krallığı kurulması kararlaştırılmıştı. Diğer taraftan Sırbistan'da ele geçirdiği bölgelerdeki Arnavutları sürmeye başladı. Özellikle %70'i müslüman ve Osmanlı'nın pek çok savaşında yer almış son derece sadık vatandaşlarının haklarını koruyamaması, daha başka çeşitli bölgelerinde Sırbistan, Karadağ'a terk edileceği söylentileri Arnavut ve müslüman ahalide büyük bir hoşnutsuzluk yarattı. Bölgedeki halkın çeşitli kesiminden kişiler Osmanlı'ya hizmet vermiş veya müslüman halkça saygı gören 47 Arnavut beyinin başkanlığında Berlin Antlaşmasının hemen öncesinde 10 Haziran 1878'de toplandı. Prizren Ligi veya Prizren Birliği (İttifakı) adı verilen bir örgüt kurulması kararı aldılar. Örgüt Prizren Ulusal Savunma Komitesi Kararnamesi adlı bir beyanname yayımlayarak 18 Haziran 1878'de bölgenin Osmanlı İmparatorluğu'ndan koparılmaması, Osmanlı'nın toprak bütünlüğünün korunması bu amaçla Osmanlı'ya destek verilmesi yolunda Prizren Ulusal Savunma Komitesi Kararnamesini yayınladı.[102][103] İlaveten Arnavutların yaşadığı vilayetlerin birleştirilmesinin istenmesi de kararlaştırıldı. Bunun ardından bölgedeki Arnavutlar silahlanmaya milis güç örgütlenmesine başladı. Her ne kadar ilgili örgüt bağımsız bir Arnavutluk kurulması amacıyla kurulmamışsa da çıkarılan metinde bu yönde Osmanlı'dan bölgenin alınması durumunda bir talep olacağı ima edilse de; Fraşirili Abdül Bey gibi bağımsızlık düşüncesinde olanlarda vardı ve bu hareketi destekleyen ve katılanlar arasındaydı. Temmuz'da Berlin Kongresi'nde kendisi ve 60 kadar kişi birlik adına bir mektup yolladılar ve Arnavut olarak kendilerinin tanınmasını istediler.
1878 Berlin Kongresi'nde İngiliz delegasyonuna Prizren Birliği'nce gönderilen muhtıradan bir alıntı[102]
Talepleri özellikle Bismark'ın Arnavut diye bir ulus yoktur burada olsa olsa coğrafi bir birlik olur sözleri ile dikkate dahi alınmadı. Bunun yanında Berlin Antlaşması ile Arnavut ve Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu Bar, Podgorica ama en önemlisi Gusinye ve Plav çevresinin Karadağ'a bırakılmasına karar verildi. Bunun üzerine birlik bu anlaşma şartlarını kabul etmeyip silahlı mücadeleye girişmeye karar verdi. Öte yandan bu bölgenin devri Osmanlı'nın da istediği bir durum değildi. Fakat Rus birliklerinin, bu bölgelerin Karadağ'a katılması kesinleşmedikçe Doğu Rumeli'yi tahliye etmeyeceklerini öngören Rus ültimatomu karşısında Osmanlı'nın da başkaca bir çaresi kalmamıştı.[104] Osmanlı İmparatorluğu Berlin Antlaşması şartlarını kabul ettirmek için Müşir Mehmet Ali Paşa ve birliğin bildirisine imza atan ancak sonrasında birlikten ayrılan Abdullah Paşa Dreni'yi ikna için bölgeye gönderdi.
93 harbindeki başarısızlıkları ve 1871'de bir Arnavut isyanını gidermedeki sert tutum ve davranışlarıyla zaten bölgede sevilmeyen Mehmet Ali Paşa tepki ile karşılandı.Yakova saldırısı diye bilinen olayda Abdullah Paşa Dreni ile birlikte bölge halkının Arnavut milislerin askerlere saldırısı ve çıkan çatışma sonucu öldürüldü.[103] Bu birliğin ilk saldırısı oldu. Osmanlı'nın Karadağ'a olan feragatini tamamlayamaması, 1878 kongresinden sonra bile ülkenin yüksek istikrarsızlığını uluslararası düzeyde vurgulamıştır. Selanik'ten Üsküp ve Ferizovik'e büyük askeri birlikler, birliğin üzerine gönderilsede Osmanlılar Prizren birliğinin üzerine genel isyan riski ve bölgedeki hoşnutsuzluğu arttıracağını düşünerek yürümedi, bu saldırıyı mantıksız başkaca işlere bağlayıp gizlemeyi tercih ettiler.[104] Ancak bu saldırı ve başarısı Fraşirili Abdül Bey gibi bağımsızlık yanlılarında istemlerinin güçlenmesine neden oldu.27 Eylül'de, Arnavutların yaşadığı tüm bölgelerin azami özerkliğe sahip tek bir vilayette birleştirilmesini, Arnavutça'nın bölgede resmi dil olarak kullanımı da içeren meclis kararları, talepleri İstanbul'da kardeşi Şemseddin Sâmi'nin sahibi olduğu Tercüman-ı Şark gazetesinde yayınlandı.[104][105] Birlik sonrasında Gusinye ve Plav üzerine yönelen Karadağ birliklerine saldırdı. 9 Ekim-22 Kasım 1879 arasında birliğin yaptığı Veloka Saldırısı başarısız oldu. Bununla birlikte bölgedeki Osmanlı yöneticilerinden gizli yardım alan birliğe üye ama bağımsızlık yanlısı olmaktan çok Osmanlı taraftarı muhafazakar kanattan olan Gusinyeli Ali Paşa komutasındaki Arnavut ve Osmanlı Milisleri 4 Aralık 1879'da Novšiće Muharebesi'nde Karadağ ordusunu yenilgiye uğrattı. II. Abdülhamid ve Osmanlı kurmayları Ahmet Muhtar Paşa'yı Manastır üstü birliğin üzerine gönderse de Ahmet Muhtar Paşa barışçıl yollarla bu yerlerin devredilmesi gerektiğini belirten bir beyanname yayınlamakla yetindi.[106] Bu arada birlik Karadağ birlikleri ile 8 Ocak 1880'de Murino Muharebesi'ne girişti. Her iki tarafta zafer ilan etse de muharebe sonuçsuz kaldı. Bu kanlı mücadeleler ve direniş karşısında 1880'de Osmanlı İmparatorluğu ve büyük güçler Berlin Antlaşmasında revizyon için pazarlığa oturdu. İtalyan temsicilsi Plav ve Gusinye'nin Osmanlı'da kalması karşılığında sahildeki Katolik Arnavut kabilelerine ait Hot ile Kelmendi’nin bir kısmının Karadağ'a verilmesini talep etti. Ancak bunun haberini alan bölgedeki Katolik Arnavutlar, İşkodra'daki Fransız konsolosluğuna Osmanlı Sultanına bağlı olup asla bu durumu kabul etmeyecekleri ve silahlı direnişle karşı koyacaklarını belirtir bir mektup yazdılar.[107] Bunun üzerine Haziran 1880'de Berlin'de tekrar toplanan büyükelçiler, bu defa Ertem'e göre Osmanlıların teklifi ile [108] müslüman Arnavutların yaşadığı Ülgün kasabasının Karadağ'a verilmesini kararlaştırdılar ki bu sırada İngiltere'deki seçimleri Gladstone kazanmıştı. Birlik bunu da kabul etmedi,Ülgün'de direniş örgütledi. Osmanlılar da, Ülgün'ü Arnavutlardan teslim almayıp işi geciktirme sakınma peşindeydi.[109] Ancak Gladstone Osmanlı Devleti'ne derhal Ülgün'ü Karadağ'a teslim etmesi aksi takdirde İngiltere önderliğindeki uluslararası donanmanın İzmir'i işgal edeceğini bildirmiştir. Birde gemilerini Ülgün ve Osmanlı İmparatorluğu üzerine göndermiştir.[108][110] Osmanlı İmparatorluğu bunun üzerine Ülgün ve birliğin üzerine asker göndermek mecburiyetinde kalmıştır. Müşir Derviş İbrahim Paşa komutasında Osmanlı birliklerince girişilen 1881'e kadar devam eden çatışmalar ve 22 Kasım 1880 Ülgün Muharebesi, 16-20 Nisan 1881'deki Slivova Muharebesi neticesinde birlik dağıtılmış liderleri tutuklanmıştır. Neticede Ülgün Karadağ'a verildi, Plav ve Gusinye ise Osmanlı'da kaldı. 1913 yılında 1.Balkan Savaşı'nda Karadağ tarafından işgal edilip elden çıkana kadarda kalmaya devam etti. Öte yandan Karadağ'daki gazeteler ittifakın hızla Osmanlıca Gladstone'un tehdit baskısı ile girişilen operasyonlar neticesi dağıtılması ve bu olaylar akabinde Osmanlıları ve Arnavutları (Prizren İttifakını) Berlin Antlaşması ile kendilerine verilen toprakları vermemek ve büyük güçleri kandırmak için danışıklı oyun tertip etmekle itham etti.[111] Bununla birlikte ittifakın muhafazakar kanadını temsil eden Arnavut Gusinyeli Ali Paşa sonrasında II. Abdülhamid tarafından affedilip serbest bırakılıp bulunduğu yerde Gusinye muhafızı, İpek Mutasarrıfı yapılmıştır. İttifakın bağımsızlık yanlısı kanadını temsil eden Arnavut bağımsızlığını savunan Fraşirili Abdül Bey ise mahkemede yargılanıp ölüm cezası alsa da II. Abdülhamid cezayı hapse çevirdi, 1886'da sağlık nedenleri ile de affetti. Sonrasında kendisi İstanbul Şehremaneti üyeliğine getirilmiştir.[112] II. Abdülhamid pek çok Arnavut'u üst düzey görevlere getirmiş ve askeriyeye almıştır. İlk Arnavut ulusal hareketi bu şekilde sona erdirilmiştir ancak bu olaylar bir kısım Arnavutların zaman içinde zayıflayan Osmanlıya karşı cephe alması ve bağımsızlık taleplerinin de önünü açmıştır. II. Abdülhamid'in tahttan ayrılması ardından 1909'da bölgede tekrar Arnavut isyanları patlak verecektir.
Kıbrıs'ın İngiltere'ye kiralanması (1878)Değiştir
Mayıs 1878'de Osmanlı Devleti'ne resmen başvurmuş olan Birleşik Krallık, Kıbrıs'ın kendilerine verilmesi için bir anlaşma yapılmasını istedi.[113] Ayastefanos Antlaşması yerine Rusya'yı daha Osmanlı lehine anlaşmaya ikna edebileceklerini de belirttiler. Osmanlı Dışişleri Bakanı Saffet Paşa, Birleşik Krallık'ın isteklerini yumuşatmak istediyse de İngiliz elçi gerekirse Kıbrıs'ı zorla işgâl edebileceklerini söyleyerek Osmanlı'yı tehdit etti.[113] Bu tehdidin ardından anlaşmanın en geç 3 Haziran 1878 akşamına kadar yapılması için Osmanlı'ya yönelik baskı arttırıldı. Baskılar neticesinde Osmanlı, anlaşmayı kabul etti.[113] Osmanlı Devleti ile Birleşik Krallık arasında Kıbrıs'ın yönetiminde değişiklik yapılmasını öngören anlaşma 4 Haziran 1878'de imzalandı.[113] 7 Temmuz 1878'de de İngilizlerin Kıbrıs'a asker çıkarmalarına izin veren emir çıkarıldı.[113] Böylece 12 Temmuz 1878'de Kıbrıs'a asker çıkaran İngilizler, Kıbrıs'taki Osmanlı bayrağını indirip yerine kendi bayraklarını çektiler.[114] Böylelikle her ne kadar "geçici" olacağı söylense de Kıbrıs tamamen İngilizlere bırakılmış oldu.[115]
Bununla birlikte İngiltere Osmanlı İmparatorluğu'na karşı sözünü tutarak daha Osmanlı lehine olan ve Balkanlarda Makedonya'yı büyük ölçüde Osmanlı'ya bırakan bağımsız ve büyük bir Bulgaristan Krallıği yerine şeklen Osmanlıya bağlı bir Bulgaristan Prensliği kurduran Bulgaristan'ı ikiye bölen Erzurum, Doğubayazıd'ın Osmanlıya geri iadesini sağlayan Berlin Antlaşması'nı Ruslara kabul ettirtmiştir. Kıbrıs’ın İngilizlere teslim edilişinden iki yıl sonra, 1880 tarihinde, Altın Post Şövalyeleri Tarikatı tarafından, II. Abdülhamid’e şövalyelik nişanı verilmiştir.[116]
II. Abdülhamid'in iktidarının ardından Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin İngilizlere karşı savaşa girmesi neticesi 1914'te Kıbrıs, Büyük Britanya Krallığı tarafından ilhak edilecektir.
Avusturya-Macaristan'ın Bosna-Hersek'i işgali (1878)Değiştir
Bosna-Hersek esasında 18.yy dan başlayarak uzun bir zaman boyunca Osmanlı İmparatorluğu ile Avusturya Arşidüklüğü arasında çatışmalara konu olmuş bir yerdir. Ancak Avusturya İmparatorluğu 18.yy'da burayı alma yönündeki tüm girişimlerinde başarısız olmuştu. Sonrasında halefi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kurulduğunda Osmanlı ile ılımlı ilişkiler kurmayı tercih ettiğinden Bosna sorunu uzun bir süre iki devlet arasında gelmedi.
Bosna'da Müslüman beyler, Hristiyan köylülerin sorumlu olduğu çiftlik ürünleri ve hayvanlar üzerindeki çeşitli vergilerin yanı sıra, her bir köylünün mahsulünün bazen yarısı kadarını almaktaydı. Ayrıca, mütesellimler, kalan verim üzerinden ek vergiler alırlardı. 1874 mahsulünün başarısızlığı ve köylülerin kötü durumu ve Panslavizm ve Pansırbizm'deki dış etki ve ayrıca Avusturya'nın daha fazla Güney Slav topraklarındaki özlemleri, bölgedeki Sırpların isyanı ile 1875'de Hersek İsyanı denen isyanın patlamasına neden oldu.[117] Bu isyan sürerken Osmanlı Balkanlarda Rusların desteklediği Slavların çıkardığı Bulgar isyanı ve kendi özerk Sırbistan ile Karadağ Prensliklerinin ayaklanmaları ile uğraşmaktaydı. Osmanlı devleti Rusya ile savaşa doğru yürürken, Kırım Savaşı'ndaki durumun aksine Rusya diplomatik alanda Osmanlı'nın bu defa elini kolunu bağlayacak önemli hamlelerde bulundu. En başta 1815 Viyana Konferansı sonrası Osmanlı Devletinin Slavlara karşı toprak bütünlüğünü korumaya yönelik politikasını ne olursa olsun Balkanlarda Slav birliğini engelleme şeklinde değiştiren Avusturya Macaristan dışişleri bakanı Kont Andrassy'e ulaştılar.[118] Osmanlı Devleti ile büyük güçler arasında Tersane Konferansı daha sürerken 15 Ocak 1877'de Avusturya Macaristan ile Rusya olası bir Osmanlı Rus Savaşı'nda, Rus galibiyeti halinde Bosna-Hersek'in Avusturya-Macaristan'a verilmesi ve karşılığında Avusturya-Macaristan'ın tarafsız konumda kalması; Balkanlarda tek ve büyük bir Sırp veya Slav devleti kurulmayacağı konusunda Budapeşte'de Peşte Antlaşması diye bilinen gizli bir antlaşma imzaladılar.[119][120] Rusya bunun gibi Almanya ve diğer ülkelerle de tarafsızlık yolunda sözlü anlaşmalar yapıp savaşa girişinde başarısını diplomatik alanda garantilemek istemiş ve bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştur.[118] Netice olarak Rusya Osmanlı devletine savaş ilan edip 93 harbi sürerken Hersek isyanı bastırıldı ancak 93 harbi ağır Osmanlı yenilgisi ile sonuçlandı. Ayastefanos antlaşması Rusya ile Osmanlı Devleti arasında imzalandı. Ancak bu antlaşmaya İngiltere kadar Avusturya-Macaristan'da tepki gösterdi. Zira Rusya aralarında imzaladıkları Peşte Antlaşmasına aykırı davranmış, Büyük Bulgaristan’ı kurmuş, Avusturya’nın Selanik yolunu kesmeye çalışmış ve Karadağ’ın sınırlarını Avusturya-Macaristan aleyhine olacak şekilde genişleterek Avusturya’nın Adriyatik’e çıkışının iyice engellemiştir. Ayrıca savaş öncesinde aralarında yaptıkları Budapeşte Antlaşması’na göre Bosna-Hersek’i kendine verecekken, Ayastefanos Antlaşması ile burası Rusya ve Avusturya’nın gözetiminde özerklik kazanmıştı. Bütün bu nedenlerden ötürü Avusturya-Macaristan, Rusya’ya tepkili idi. Bundan oda İngiltere ile birlikte bu antlaşmanın iptalini istiyordu.[118]
Netice olarak Avusturya-Macaristan, zaman kaybetmeden İstanbul’a bir diplomatını gönderdi. İngiltere’nin Kıbrıs’ı istediği gibi İstanbul Hükûmeti’nden Bosna-Hersek’i direkt olarak talep etti. Bunun aksi olursa da Balkanlar’daki Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ’ın sınırlarının daraltılmasında Osmanlı Devleti’ne destek sağlamayacağını bildirdi. Ancak Babıali ve II. Abdülhamid bu teklifi reddetti.[118] Bununla birlikte İngiltere, Osmanlı'dan Kıbrıs'ı alma karşılığı Berlin Kongresi planını çoktan hazırlamıştı. Rusya ve Avusturya Macaristan ile İngiliz dışişleri bakanları bir araya gelip kongrede neler yapılacağının planını kurmuşlardır. Buna göre İngiltere Osmanlı'ya yardım ederken 4 Haziran 1878 tarihli İngiltere- Avusturya-Macaristan ile yapılan gizli antlaşmada ise Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından işgal edilmesi durumunda İngiltere karşı gelmeme garantisi vermiştir.[118]
Kongreye katılan devletler Berlin Kongresine normal şekilde başbakan ve dışişleri bakanlarını temsilci göndermişlerdir. Ancak Osmanlı Devleti’nde ise durum hiç böyle olmamıştır. Abdülhamit sadece bir diplomat ve bir Paşayı, Osmanlı’yı temsil için göndermiştir. Bunun II. Abdülhamid’in hatalarından biri olduğu iddia edilmektedir. Neticede İngiltere-Avusturya Macaristan ve Rusya arasındaki anlaşmalar gereği planlanan senaryo Temmuz ve Haziran 1878'de Büyük Güçler tarafından düzenlenen Berlin Kongresinde sahneye kondu. Daha başında Bismark Osmanlı delegesine esasında gerçekleri belirtecek şekilde şunu söyledi. “Kongre’nin Osmanlı Devleti için toplandığını zannederek kendinizi aldatmayınız. Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yapılan Ayastefanos Antlaşması Avrupa devletlerinin menfaatlerine dokunan bazı maddeleri ihtiva etmeseydi, olduğu gibi bırakılırdı.” [118] Avusturya Bosna Hersek konusunda güvenlik çekincelerinin olduğunu belirtti. Sırbistan ve Karadağ'ın bölgede genişlemesini Bosna Hersek'i kendisine kadar bölgesindeki Slavları kışkırtacağını düşündüğünü, Hersek İsyanı gibi çıkacak benzer bir isyanın kendisine sorun olacağını belirtti.[118] Avusturya Bosna-Hersek'te kendi askerlerinin olması için Osmanlı'ya ve İngiltere'ye talepte bulundu. Rus temsilcilerinde de Bosna Hersek ve Yeni Pazar sancaklarına Avusturya'nın asker göndermesine itiraz etmeyeceğini belirtmesi bunu Avusturya Macaristan'ın yapabileceğinin Rus temsilcisi Gorçakofça bildirilmesi ile [121] kongreden Bosna-Hersek'e Avusturya-Macaristan'ın asker göndermesi hususunda karar çıktı. Osmanlı delegelerinin ısrarı üzerine, Avusturya-Macaristan ile Osmanlı bir protokol imzalamıştır. Osmanlı sultanının hükümranlığının -semboliken de olsa-bölgede devam edeceği şartını Avusturya kabul etmiştir. Bosna-Hersek Avusturya idaresine geçmiştir. Kısacası Habsburglular Bosna'yı işgal etme hakkını elde etmiştir. Bosna-Hersek için en acı gerçek yönetimin değişmesi; tüm idari kurumların farklı bir sistem ile yönetilecek olmasıdır.[118]
Neticede Bosna-Hersek hukuki olarak Osmanlı'nın bir parçası olarak kalmaya devam etti ancak fiilen elden çıkmış Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na devredilmiş oldu ayrıca Avusturya-Macaristan Yeni Pazar Sancağı'nda da garnizon tutma hakkını elde etti. Bununla birlikte Müslümanlar Boşnak ve Arnavutlar, Babıali'den desteksiz Bosna Hersek'te bu işgale direnmeye çalıştılar. İşgal 29 Temmuz 1878'de; Avusturya Macaristan İmparatorluğunun 28 Temmuz 1878’de, Avusturya- Macaristan Hükûmeti Bosna-Hersek hakkında bir beyanname yayınlayarak askerlerinin sınırı geçmek üzere olduklarını, bunu, düşman sıfatıyla değil, fakat Bosna-Hersek’i ve bunlara sınır olan Avusturya- Macaristan arazisini uzun yıllar boyunca huzursuzluk içinde bulundurmuş olan kötülükleri ortadan kaldırmak üzere yapacaklarını belirtir beyanname yayınlanması akabinde başlamasına karşın Avusturya-Macaristan işgal kuvvetleri komutanı General Filipoviç, Hersek’in merkezi olan Mostar kasabasını şiddetli çatışmalardan sonra ele geçirmiştir . Bu mağlubiyete rağmen, halkın Avusturya yanlısı olmaması sonucu birçok Bosnalı, İmparator’un askerine karşı gelmeye devam etmiştir. General Filipoviç'in ordusu, Müslümanların ciddi direnişiyle karşılaşmış ve Doboj, Žepče (Sebze), Maglaj şehirlerine girebilmek için kuzeyde çatışmalara girip önemli kayıplar vermiştir. Maglaj şehrinde Avusturya ordusu ile Boşnaklar arasında ciddi çarpışmalar olmasına rağmen, Avusturya ordusu, 5 Ağustos’ta bu şehri, 8 Ağustos’ta da Zepçe’yi işgal etti. Bu sırada Babıali, Bosna’daki askeri temsilcilerine Avusturya-Macaristan askerlerini dostça karşılamaları talimatını göndermişti, fakat bir çok Türk komutanı, bu talimatın aksine hareket etti. Bu suretle, direnişçilerin sayısı gittikçe çoğaldı. Hristiyanlardan bir çok kimse ve Müslüman Arnavutlar direnişçilerin saflarına katıldılar. Böylece Avusturyalılara karşı mücadele eden vatanseverlerin sayısı yüz bine yaklaşmıştı.[121] Graçanik, Biskova Hanı’nda ve Tuzla’da önemli çarpışmalar oldu. Wurtemberg Dukası’nın emrindeki tümen üç günlük şiddetli bir çarpışmadan sonra, Travnik ile Saraybosna arasındaki direnen mevzileri ancak zorlayabildi. Duka sonrası bu şehirlerden Travnik’i mukavemetsiz işgal etti. Avusturya işgal ordusunun büyük kısmı 18 Ağustos’ta Saraybosna’nın önüne geldi. Şiddetli sehrin içinde bile sokak sokak süren bir çatışmadan sonra 19 Ağustos’ta Saraybosna şehrine büyük kayıplar vererek girdi.General Zach komutasındaki Avusturyalılar 19 Eylül’de Bihaç’ı hücumla ele geçirdi. Başka bir yönde General Szapary Ağustos ayı sonunda Doboj şehrine girdi. Eylül sonlarına doğru Biyelina müstahkem şehri ile Tuzla kasabası Avusturya askerlerinin eline geçti. Sonbaharın ilk günlerinde mukavemetin şiddeti, yavaş yavaş durmaya başlamıştı. Ancak kırsalda süren direnişle de bütün Bosna-Hersek'in Avusturya-Macaristan Devleti tarafından ele geçirilmesi 28 Ekim 1878‘e kadar ancak tamamlanabilmiştir.[121]
1908'de 2.Meşrutiyet sonrası Bulgaristan'ın bağımsızlığını ilan etmesi akabinde Bosna Krizi sonrasında Avusturya Macaristan Imparatorluğu zaten askerini bulundurduğu Bosna Hersek'i rakibi gördüğü Sırbistan'ın işgal etme tehlikesinin ortada olduğundan bahisle artık fiilen değil, resmi olarak da topraklarına katıp ilhak etmiştir. Böylece Osmanlı İmparatorluğu Bosna-Hersek'i tümden kaybetmiştir. Birinci Dünya Savaşı akabinde ise buraları Sırbistan'ın eline geçecektir.
İran'a Kotur ve çevresinin terki (1878-1879)Değiştir
İran'da Nasıreddin Şah'ın kardeşi olan Mülk-i Ara Abbas Mirza, kardeşi tarafından sevilmezdi, bilhassa babalarının ölümü üzerine Nasireddin Şah ona karşı düşmanlığını daha fazla belli etmeye başlamıştı. Tahtını sağlama almak isteyen abisinin kendisini öldürme riski altında İngiltere ve Rusya'nın desteklediği Abbas Mirza ülkeden kaçmak zorunda kalmış ve önce Osmanlı İmparatorluğu'nda Bağdat'a sonra 1852'de İstanbul'a gelmiştir. Nasireddin şah kardeşi için Sultan Abdülaziz'le konuşmuş ve Sultandan Şehzadenin huduttan uzak tutulmasını, Halep veya Diyarbakır'a gönderilmesini istemiş, iki tarafta bu şekilde anlaşmıştır. Ancak sonrasında Nasireddin Şah, Bağdat'a gitmiştir. 93 Harbinde Osmanlı'nın endişesi savaş sürerken İran'ın Rus tarafını tutması ve tarafsız kalmayacağı korkusu olmuştur. İran, Nasireddin Şah'ın Bağdat'tan çıkarılması şartını ileri sürmüştür. İngiltere'de İran'dan Rusya yanında Osmanlı İmparatorluğu'na karşı cephe almamasını 1878'de talep etmiş, Nasireddin Şah “Osmanlı Devleti Abbas Mirza'yı Bağdat'tan sürdüğü takdirde Rusya ile bir anlaşma yapılmayacaktır" cevabını vermiştir.Bunun üzerine Abbas Mirza Tahran'a can güvenliği garanti şartlı Osmanlı'ca II.Abdülhamid tarafından geri gönderilmiştir. Bir müddet sonra abisince Zencan Valiliğine tayin edilmiştir.[122]
Osmanlı 93 Harbinde yenilince Berlin Antlaşmasında İngilizlerin araya girmesi ile Eleşkirt Ovası ve Doğubayazıt'ı geri vermeyi Ruslar kabul etmişti. Ancak Berlin Antlaşması'na İran'dan bir temsilci katılmıştı. Ruslar için stratejik öneme sahip kendi toprakları içinde sorun teşkil edebilecek Kotur şehrinde Osmanlı varlığını kabul etmek istemiyordu. Burası İran ile Osmanlı arasında da sınır anlaşmazlığında sorunlardan biriydi. Ruslar, Berlin anlaşmasına gözlemci gönderen İran'dan yana tavır alarak ellerindeki Doğubayazıt'ı ancak İran'a bu şehir ve çevresindeki köylerin Osmanlıca verilmesi karşılığında teslim edeceğini bildirdiler. Osmanlı Rus şartını bunun gereği olarak Kotur ve 18 köyü İran'a bırakmayı kabul edip, 1879'da burayı boşalttı. İran, Kotur ve çevresindeki 18 köyü böylece almış oldu; Ruslar'da işgal ettikleri Doğubayazıt'ı Berlin Antlaşması gereği Osmanlı'ya geri verdiler.[123] Böylece kötü durumdaki Osmanlı İmparatorluğu, İran'a karşı da toprak kaybetmiş oldu.
Fransa'nın Tunus'u işgali (1881)Değiştir
Tarihçi Akşin'e göre Osmanlı Devleti'nin Berlin Antlaşması'nı imzalarken habersiz olduğu gizli anlaşmalardan biri de Fransa ile İngiltere ve Almanya arasında yapılmıştı. Bu gizli pazarlıkta İngiltere aldığı Kıbrıs'a karşılık Tunus'un Fransa'ca işgaline ses çıkarmayacaktı. Fransa bunun için fırsat kollarken İtalya'nın Tunus ile ilgilendiğini öğrenince derhal harekete geçmeye karar verdi.[124]
Fransa, Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu buhrandan faydalanıp sözde Cezayir ile bazı sınır olaylarını, iki kabilenin birbiri ile çatışmasını gerekçe göstererek [125][126] 1881 yılının başlarında Tunus'a girme hazırlıklarına başlar. Tarihçi Mehmet Özdemir'in yer verdiği Osmanlı arşiv ve belgelerine göre [126] durumu fark eden Tunus beyi önce 19 Nisan'da Fransa'ya karşı Osmanlı devletinden yardım ister ama II.Abdülhamid ve Babıali donanmadan savaş gemilerini göndermek Fransa'yı karşısına almak yerine, çeşitli çekincelerle bu yola başvurmaz. Tunus beyi Mehmed Sadık Paşa'ya diplomatik çözüm ve Fransa ile iyi ilişkilerin korunması tavsiyesi verir.[126] 5 Mayıs 1881'de durumun daha da gerginleşmesi ve Fransa'nın tümden işgal ve saldırmak üzere olduğunu anlayan Tunus beyi (valisi) çaresizce Osmanlı Devleti'nden durumun vahametini bildirip doğrudan gecikmeden savaş gemisi gönderip Fransa'ya karşı güç gösterisi yapması ve asker göndermesini talep edip açık açık yardım ister. Bunun halkın Osmanlı tarafından sahiplendiğinin delili olacağını kendisinin ve Müslüman halkın yalnız bırakılmaması ve yardımın geciktirilmemesi gerektiğini de alenen ve açıkca belirtir. Nihayet 2.Abdülhamid ve Babıali gemi gönderme kararı alır durum Tunus Beyine bildirilir ama gemilerin yola çıkması hala gecikmiştir.[126] 8 Mayıs'ta Tunus beyi tekrar telgraf çekip yardım gönderileceği belirtilen telgrafın kendisini rahatlattığını ancak gemilerin geciktiğini Fransız birliklerinin denizden Tunus'a çıkarma yapmak üzere olduğunu bildirir.[126] Osmanlı gemileri gidemeden 11 Mayıs 1881'de Fransız birlikleri Tunus'a denizden çıkarma yapar. Tunus valisi Mehmet Sadık Paşa diğer şehrin ileri gelenleri ile direniş örgütleme görüşmesi yapar.[126] Öte yandan da Osmanlı yardımının zamanında yetişemeyeceğini anlayan vali çıkarmanın hemen öncesinde İngilizlerden de yardım istemiştir.[126] İngilizler sözde yardım edeceklerini bildirse de esasında Fransa ile önceden anlaşmalı valiyi oyalama ve Fransa'nın ilk günden bir direnişle karşılamasını engelleme peşindedir. Tunus Belediye başkanı Zerruk Paşa,şehrin ileri gelenleri ve vali Manuba valilik sarayında toplanıp direniş kararı alır. Vali onayıyla Zerruk Paşa direnişi örgütlemek için Tunus şehrine gider.[127] Ancak bunun akabinde valiye -kuvvetle muhtemel Fransız tertibi olan- bir telgraf gelir. Telgrafta padişah'ın "Tunus valisi Mehmet Sadık Paşa'yı azledip yerine Tunuslu Hayrettin Paşa'yı (Zerruk Paşa onun akrabasıdır) bey olarak görevlendirmeye karar verdiği" belirtilmektedir.[127] Vali telgrafı gerçek sanıp uğradığı derin kuşku ve hayal kırıklığı ile sarayından direnişi örgütlemeye bu telgraf üzerine Tunus şehrine o gün hareket etmez.[126]
Ertesi gün 12 Mayıs 1881 tarihinde Manuba'da Sarayı'nda vali Fransızlarca kuşatılır ve bir anlaşma sunulur ya bu anlaşmayı imzalayacaktır veya en sert şekilde kendisi ve karşı koyanlara saldırılacaktır. Direniş yanlısı Zerruk Paşa ileri gelenler saraya gelip vali ile konuşmaya çalışsa da, gelen telgraf ve Hayrettin Paşa ile akrabalığından Tunus Beyi onu dinlememekle kalmaz, birde Belediye başkanlığı görevinden alır, toplantıyı dağıtır. Fransız tehdidine boyun eğip Bardo'da, Bardo Antlaşması'nı imzalar.[126] Fransa'da, Tunus'u kendi himayesine aldığını duyurur.[128]
Osmanlı bu durumu henüz kabul etmemektedir. Ancak II. Abdülhamid'in tutuklatmak istediği Midhat Paşa ise Bardo Antlaşması'nın imzalanmasından beş gün sonra, -Akşin'in iddiasına göre 16 Mayıs'ı 17 Mayıs 1881'e bağlayan akşamda İzmir'deki konağının kimliği belirsiz kişilerce basılması akabinde -[129] İzmir Fransız Konsolosluğu'na sığınır. II. Abdülhamid de Midhat Paşa'nın teslim edilmesini istemiştir. II. Abdülhamid'in bu isteğine karşı gelmek Fransa'nın Tunus'a el koyma politikasını sekteye uğratabileceği ve geciktirebileceği için Fransa, Midhat Paşa'yı teslim etmeye karar verdi.[125] Böylece Midhat Paşa Osmanlı Hükûmeti'ne teslim oldu. Fransa'nın Midhat Paşa'yı çabuk teslim etmesi, Tunus sorununda II. Abdülhamid'in yumuşamasını sağladı.[125] II. Abdülhamid'in politikasındaki bu değişiklik, Tunus sorununun Fransa'nın çıkarına göre gelişmesini hızlandırmış ve Tunus'un Osmanlı'nın elinden çıkmasını kolaylaştırmıştı.[125] 8 Haziran 1883'te Tunus beyince Bardo anlaşmasına ek Mersâ Antlaşması imzalanınca Tunus, Fransa'nın resmen tam idaresine girdi, sömürge halini aldı.[128] Böylelikle Osmanlı Devleti de Tunus gibi çoğunlukla Müslümanların yaşadığı bir toprak parçasını daha kaybetmiş oldu.[125] Halk bunlara tepki göstersede direnişçiler arasında artık bir koordinasyon olmadığından Fransızlar isyanları bastırmıştır.[126]
İngiltere'nin Mısır'ı işgali (1882) ve Akabe Krizi (1906)Değiştir
Mısır'da bazı çevreler, yabancı müdahalesine karşı oldukça tepkiliydi.[130] Özellikle Sultan Abdülaziz döneminde verilen yanlış kararla Mısır Hidivliği'ne dış borç alma yetkisinin tanınması ile Süveyş kanalının vs. projelerin yapımında alınan yüksek miktarda ödenmez hale gelen Hidivlik borçları bahanesi ile yabancılar iyice Hidivliğin iç işlerine müdahil haldeydi.[131] Gelişen bazı olaylar üzerine İsmail Paşa Mısırlılardan oluşan bir hükûmet kurdu, ancak İngiltere ve Fransa'nın baskısı üzerine II. Abdülhamid tarafından görevden alındı.[130] Bu arada Mısır Hidivliği'ne karşı egemen olduğu Sudan'da Mehdi Savaşı denen isyan patlak vermiş ve Hidivlik Sudan'da kontrolü kaybetmişti. Mısırlılar, Urâbî Paşa etrafında toplanarak Osmanlı ve İsmail Paşa yanlısı şekilde yabancı müdahaleye isyan edince İngiltere de İskenderiye'yi topa tuttu. 13 Eylül 1882'de Urâbî Paşa yandaşları ile İngiliz ordusu Tellülkebîr'de karşı karşıya geldi.[130] Çarpışma neticesinde İngiltere Mısır'ı ve ardından Mehdi Savaşına (Ayaklanmasına) dahil olup kazanıp otoriteyi tekrar kendi lehine tesis edeceği Sudan'ı fiilen işgal etmiş oldu. Osmanlı Devleti böylece önemli bir toprak parçasını daha kaybetti.[132] 1885'de İngilizlerin Mısır'ı boşaltma karşılığı anlaşma yapılmaya çalışılsa da bu sonuçsuz kalmıştır.[P] Süveyş kanalının durumu için bir tek Osmanlı devleti, İngiltere ve diğer devletlerle 1888 İstanbul antlaşmasına imza atmıştır. Bu anlaşma ile kanalın her devlete açık olacağı belirtilse de İngiltere kanal üzerinde de fiili hakim durumunu sürdürmüştür.
İngiliz işgali altındaki Mısır ile Osmanlı devletinin Sina yarımadasındaki sınırları üzerindeki ihtilaf uzunca bir süre konuşulmadı, Osmanlı'nın inşa ettirmeye uğraştığı Hicaz Demiryolunun Akabe Körfezine doğru ilerlemesi bu ihtilafı tekrar gündeme getirmiştir. 1906'da neticede Akabe Krizi denilen kriz patlak vermiştir. İngilizlerin Ortadoğu'da hakimiyeti genişletme niyetleri karşısında Osmanlı Taba kasabasını işgal edip bir karakol kurdu. İngilizler, Akabe ve Taba'yı yeniden işgal etmek için Mısır'daki askerlerini toplayıp bir askeri gemi ile bölgeye gönderdi. Ancak Ahmet Muhtar Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri İngilizlerce gönderilen Mısır kuvvetlerini bölgeye indirttirmedi, bunun üzerine Mısır kuvvetleri yakındaki Firavun Adası'na inmiştir. İngiliz Donanması bunun üzerine Doğu Akdeniz'e savaş gemileri göndermiş ve Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı bazı adaları ele geçirmekle tehdit etmiştir. II.Abdülhamid, 13 Mayıs 1906'da Taba'yı boşaltmayı kabul etti. Uzun müzakerelerden sonra, 1 Ekim 1906’da anlaşmaya varıldı. 8 maddelik anlaşma ile Akabe Osmanlı İmparatorluğu Filistin eyaletine bağlı, Taba kasabası ise Britanya Mısır'ına bağlı kaldı. Hem İngiltere hem de Osmanlı İmparatorluğu,Refah'tan güneydoğu yönünde yaklaşık olarak doğrudan Akabe Körfezi'ndeki bir noktaya 5 kilometreden (3 mil) az olmayacak şekilde uzanan resmi bir sınır çizmeyi kabul etti.[133][134] Sınır başlangıçta telgraf direkleri ile işaretlenmişti daha sonra bunlar sınır direkleri ile değiştirildi.[133][135][136] I. Dünya Savaşı ile birlikte bölge tekrar hareketlenecek ancak Osmanlı'nın savaşı kaybetmesi ile birlikte Filistin ile birlikte Akabe'de İngilizlerin eline geçecektir.
Sudan ve Habeş vilayetlerinin kaybı (1880-1885)Değiştir
Osmanlı Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman devrinde Habeş vilayetlerine kadar nüfusu genişletmiştir. Sudan bir ara elden çıksa da Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve sonrasındaki yarı bağımsız Mısır Hidivleri Sudan'da otorite kurmayı başarmışlar ve Doğu Afrika topraklarını genişletmişlerdi. Buna karşın 1870'lerde Assab Koyu ve çevresindeki arazilerdeki beyler Osmanlı'dan İngiliz ve yabancılara kaymaya başlamıştı. Bu arada Fransızlar ve İtalyanlarda ve diğer yabancılarda kah para ile toprak alarak kah imtiyaz alarak bölgeye yerleşmeye başlamıştı. Fransızlar para ile satın aldıkları topraklarda Cibuti şehrini kurdular.[137] Osmanlı Sultanı Abdülaziz Han Afrika'da Osmanlı otoritesini güçlendirmek için 1870'lerde Mısır'ın Doğu Afrika'daki ilerlemesini destekler şekilde davrandı ve Osmanlı'nın elinde olan Musavva ve Sevakin limanlarını korumasını Mısır Hidivi'ne bıraktı. Bunun yanında Fermanla Osmanlı yönetimi altındaki Zeyla'da bırakılmıştı. Mısır ordusu Osmanlı'nında desteğiyle Somali'ye Zanzibar Krallığı'na kadar ilerledi.[137] Zanzibar Kralı'nın İngiltere'de yardım istemesi üzerine Mısır ile İngiltere arasında gerginlikler olsa da Mısır Hidivi geçici olarak aldığı bazı yerlerden çekilse de, o sırada Fransa ile rekabet içindeki İngiltere Hindistan yolunun güvencesi için zayıf durumdaki Osmanlı Devleti ve Mısır Hidivi'nin orada durmasının daha karlı olacağını düşündü.1875'te İngiltere Osmanlı'nın ve ona bağlı Mısır Hidivi'nin Cape Guardafui’ye kadar olan Afrika’nın doğu sahillerine Mısır’ın yerleşmesine itiraz edilmeyeceğini bildirdi. Mısır Hidivi de buraya yerleşti. Osmanlı Devleti, Galla taraflarından Zeyla ve Berbera’ya saldırılar olmaya başlayınca Mısır Hidivi İsmail Paşa’dan yardım istedi. Komutan Mehmed Rauf Paşa komutasındaki Mısır ordusu önce Zeyla ve Berbera’yı ele geçirdi. Ardından Somali kıyılarını takip ederek Ras Hafun’a kadar geldi ve buraya Osmanlı bayrağını dikti.
Kısacası II. Abdülhamid'in saltanatına kadar bölgede Fransızlara karşı Hindistan yolunun güvence altına alınması hedefli İngilizlerin kendi kontrolünde bir Mısır-Osmanlı yayılması Fransızlara karşı tampon olarak da kullanılması söz konusuydu. Bununla birlikte İngiliz Başbakan William Ewart Gladstone, iktidara gelince bu politikadan vazgeçip İngiltere'nin Osmanlı ve Mısır aleyhine politika izlemesine sebep oldu. İngiltere kendisi yayılarak Osmanlı ve ona bağlı Mısır Hidivliği topraklarının ilhakı ve Fransa ile arasında ise İtalyan bölgesinin olacağı bir politika peşine düştü. Yine Sudan ve Kuzey Somali'de Mısır-Osmanlı ordusunun yüksek vergi alması ve keyfi tutumları yerel halkta huzursuzluklara neden olmuştu. Gerilla savaşı tarzı baskın ve çarpışmalar baş gösterdi. İtalyanlar da İngilizlerin desteği ile 7 Temmuz 1880’de Zeyla’nın kuzeyindeki Assab’ı Osmanlı'dan ele geçirdiler.1881'de kendini Mehdi ilan eden Muhammed Ahmed'in, Mısır ve Osmanlı'ya karşı isyan etmesiyle, Sudan'da Mehdi Savaşı denen olay patlak vermiştir; isyancılar Mısır kuvvetlerini birbiri ardına mağlup etti ve 1881-1882 arasında Mısır, Sudan üzerindeki kontrolünü kaybetti. Neticede karadan ikmalin zayıfladığı Eritre, Somali kıyı bölgesinde zaten 18.yy sonundan itibaren zayıflayan Osmanlı varlığı iyice tehlikeye düştü.1882'de Mısır, İngilizlerce işgal edilip Hidivliğin himayesi İngilizlerin eline geçince bölgedeki Mısır birlikleri de tümden çekildi.24 Eylül 1884’te Mısır birliklerini Berbera’dan çekmeye başladı ve çekilen Mısır birliklerinin yerini de İngiliz birlikleri almaya başladı. Osmanlı Devleti İngilizlerin yerleşmesini engellemek için bir süre çabaladı. Babıâli, Lord Granville’in 3 Ekim 1884 tarihli takriri üzerine Berbera Limanı’nın Osmanlı Devleti’ne ait olduğunu bildiren bir yazıyı Hariciye Nezareti aracılığı ile İngiltere’ye bildirmek durumunda kaldı. Ancak yaşanan zorluklardan ve kendi üzerinde Osmanlı hakimiyetine son veren İngilizlerin baskısı ile Mısır, Harar, Berbera ve Zeyla’yı 13 Mayıs 1885 tarihinde tamamen boşalttı.[137] Bu arada Fransızlarda Cibuti'ye asker sokup Cibuti yanında Obuk İskelesini ele geçirdi. Diğer Osmanlı bölgeleri Fransızlar ile aralarında tampon bölge kurmak isteyen İngilizlerce İtalyanlara verildi. Yine 25 Aralık 1884 tarihinde İtalyanlar İngiltere’ye bölgede başka yerler ele geçirmek konusunda görüşlerini ilettiler. Osmanlı burada İtalyanların adım adım ilerlemesine sessiz kaldı. 1885'de Massava elden çıktı. İtalyan ilerlemesi bölgedeki bağımsız Ortodoks Hristiyan Etiyopya Krallığı'nın direnişi ve zaferleri ile ancak durdurulabildi. Ancak Eritre üzerindeki Osmanlı Mısır ortak hakimiyeti de sona ermiş burası İtalyanların eline geçmiş, Doğu Afrika'da Kızıldeniz'e komşu tüm Osmanlı toprakları elden çıkmış oldu.[137] Kaybedilen bu yerlerin bir kısmının Süveyş Kanalı'nın açılması sonrası önem kazanan gemilerin uğrak yeri, İngiltere'nin Dünya'nın Hindistan ve ticaret yolu üzerindeki limanlar olduğu düşünülürse Osmanlı maliyesinin imparatorlukta yaşanan mali krizi iyice derinleştirecek şekilde en önemli gelir kaynaklarından birinden mahrum kaldığı açıktır.
Doğu Rumeli'nin Bulgaristan Prensliği ile birleşmesi (1885-1886)Değiştir
Bu arada 93 harbi sonrası, Bulgaristan Berlin anlaşmasi ile özerk Bulgaristan Prensliği ve Osmanlı'ya bağlı başkenti Filibe olan Şarķ-ı Rumeli (Doğu Rumeli) vilayeti olarak 2 ye bölünmüştü. Şarkı Rumeli, otonom olması kaydıyla Berlin Antlaşması ile doğrudan Osmanlı'ya geri verilmişti.
Öte yandan Bulgaristan'da 93 harbi sirasında Rus ordusu ve Bulgar çeteleri müsluman ahaliye büyük yağma ve katliamlar yapmış, pek çok müslüman bölgeyi terk etmek zorunda kalmıştır.Bunlar içinde Plevne müdafaasında Lofça'nın düşmesi yapılan katliamlar akabinde kaçan Pomaklar'da vardır. Kaçan Pomakların bir kısmı Trakya'ya diğer bir kısmı ise güney Bulgaristan'da Rodop Dağları'nda yine çoğunlukta oldukları Ropçoz (Dövlen) çevresindeki dağlık Pomak köylerine ve şehire sığınmışlardı. Bu bölgelerin de Ayastefanos Antlaşması'nın ardından Bulgar ve Rus egemenliğine girme tehlikesinden ötürü buradaki Pomak halkı silahlanıp Pomak Tımraş Hükûmeti'ni Rodoplu Pomak 30 milletvekilinin ve yaklaşık 100 nahiye müdürünün de onayını alan Ahmed Ağa Timirski, Abdullah Efendi ve Kara Yusuf Çavuş önderliğinde kurmuştur. Bulgar ve Ruslara karşı direnmişlerdir.Berlin Antlaşması imzalandıktan sonra da, bulundukları yer sözde Osmanlı'ya da bırakılsa otonom bir Bulgar eyaleti görünümündeki Şarkı Rumeli (Doğu Rumeli)'ye Bulgar etkisinden bölgenin aidiyetini bu Pomak geçici hükûmeti ve halk kabul etmemiştir. 16 Mayıs 1879 tarihinde, İstanbul'da bulunan devletlerin elçiliklerine gönderdikleri mektupla bağımsızlıklarını ve nedenlerini tüm devletlere açıkça beyan etmişlerdir.[138] Yine Dövlen (Ropçoz) ve çevresindeki 20'ye yakın köyde Pomak Timraş Cumhuriyeti'nin kurulduğunu ilan etmişlerdir.1882'de Şarkı Rumeli'deki eyalet birlikleri, Bulgar güçleri bölgeye girmeye çalışsa da başarısız oldu.[138]
Şarkı Rumeli'de ise Osmanlı kendisine bağlı ama Bulgar kökenli kişileri buraya vali olarak atamaktaydı. Fakat Şarkı Rumeli bölgesindeki Bulgar halk 18 Eylül 1885 tarihinde özerk Bulgaristan Prensliği ile birleşmek için bir isyan başlattı. Osmanlı'nın isyanı bastırmadaki müdahalesi yetersiz kaldı. Bu konuda büyük devletlerin baskısı ile Almanya'dan Radowitz, Avusturya'dan Calice, Fransa'dan Noailles, İngiltere'den White, İtalya'dan Corti, Rusya'den Nelidof, Osmanlı Devleti de Hariciye Nazırı Sait ve Adliye Nazırı Server Paşalar ile 8 Kasım 1885'de Tophane Elçiler Konferansı denen konferans toplandı.[139] İngilizler ve ilgili devletler II. Abdülhamid ve Babıali'ye Doğu Rumeli'nin özerk Bulgaristan Prensliği'ne (Krallığına) bağlanması yönünde baskı yapmıştır. Rusların ve İngilizlerin müdahale edeceği korkusuyla padişah Doğu Rumeli Vilayeti'ne 5 Nisan 1886'da Tophane Konferansı ile özerk Bulgaristan Kralı'nı Osmanlı valisi olarak atamıştır. Kısaca bu oldu bittiyi kabul etmiştir. Sadece Kırcaali ve Doğu Rumeli Vilayetinden çıkarılıp Gümülcine Sancağına bağlı; Ropçoz ve çevre köyleri kısacası Pomak Timraş Cumhuriyeti'nin hak iddia ettiği alan bu vilayetten çıkarılıp Drama Sancağı'na bağlı bir Osmanlı şehri ve köyleri olarak kalmaya devam etmesi de kabul edilmiştir, güneyde stratejik Balkan dağ geçitleri Osmanlı elinde kalmıştır. Bölgenin doğrudan Osmanlı'ya devri sonrasında Pomak Timraş Cumhuriyeti sevkedilen Osmanlı birliklerince 1886'da sona erdirilmiştir.[138]
Bu arada Doğu Rumeli vilayeti ile ilgili durumu kabul edemeyen buranın kendilerine ait olduğunu iddia eden Sırplar ise Bulgarlara savaş açmıştır. Osmanlı kendine bağlı gözüksede, özerk Bulgaristan Prensliği yanında savaşa dahil olmamıştır. Doğu Rumeli'yi geri almak için bir hareket de yapmamıştır. Ancak buna rağmen özerk Bulgaristan Prensliği, Sırbistan Krallığı ile olan savaşı kazanmıştır. Şarkı Rumeli'de böylece tümden özerk Bulgaristan Prensliği elinde kalmış ve 1908'de Bulgaristan Prensliği'nin bağımsızlığını ilanı Bulgaristan Krallığı haline gelmesi ile burası da elden çıkmıştır. Kırcaali ve Ropçoz (Dövlen) çevresi ise II. Abdülhamid sonrası Sultan Reşat döneminde 1.Balkan Harbi sırasında elden çıkmıştır.[139] Binlerce Pomak'da Balkan harbi sonrası Bulgar çeteleri ve ordusunun baskısı,katliam ve yağmaları ile aynen 93 harbindeki gibi 1.Balkan Harbinde yaşadıkları Dövlen ve çevresini terk edip Trakya'ya, Anadolu'ya kaçmıştır.[138]
Düyun-u Umumiye (1881) ve Reji İdaresinin kurulması (1883)Değiştir
Sultan II. Abdulhamit tarafından çıkarılmış Arap aylarından Muharrem ayında çıktığından sonradan Muharrem kararnamesi olarak bilinen bir kararname ile kurulan; bir taraftan Osmanlı, diğer taraftan Türkiye'de alacaklı Avrupalı ülkeler temsilcilerinden oluşan bir yönetim kurulu eliyle yönetilen, «Osmanlı Dış Borçları» nın intizamla ödenmesini teminen Osmanlı Hazinesinden tahsis edilmiş gelir kaynaklarını kullanan, Karma Komisyon'a Düyun-u Umumiye Meclisi; bu meclisin yönettiği karma nitelikteki teşkilata da Düyun-u Umumiye İdaresi denir.[140]
Osmanlı İmparatorluğu ilk dış borçlanmasını Kırım savaşına finansman bulabilmek için 1854 yılında yaptı. Bu yıldan 1874 yılına kadar geçen 20 yıllık sürede 15 ayrı dış borçlanma yapıldı ve Sultan Abdülaziz döneminde 1875'e gelindiğinde ise toplamda 239 milyona yakın dış borç yılda 11 milyon taksitle ödenmeliydi. Osmanlı hazinesi ise yılda ortalama 18 milyon gelir elde ediyordu, kısacası Osmanlı faizleri bile ödeyemez hale gelmişti.1875'de Rus taraftarlığıyla tanındığı için halkın «Nedimof» adım takdığı Mahmut Nedim Paşa'nın sadrazamlığında (1875) çıkarılan Ramazan Kararnamesi ile durduruldu. Kısaca Osmanlı devleti iflasını ilan etti.[140] Bu durum protestolara neden oldu.
II. Abdülhamid, tahta çıktıktan sonra bu devraldığı bozuk maliye neticesinde 1877–78 Osmanlı – Rus savaşıyla (93 harbi) birlikte imparatorluk dış borçlarının yanı sıra Galata bankerlerinden almış olduğu iç borçları da ödeyemeyeceğini açıklayarak moratoryum ilan etmek zorunda kaldı. Moratoryum ilanı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu, alacaklıları olan Osmanlı Bankası ve Galata bankerleri ile anlaşmaya giderek damga işlemleri, alkollü içki, balık avı, tuz ve tütünden alınan vergi gelirlerini 10 yıl boyunca iç borçlar karşılığı olarak alacaklılara bıraktı. Bu işlemleri yürütmek üzere 1879 kararnamesi denen kararname ile Rüsum-u Sitte İdaresi (1879) kuruldu. Resim ya da çoğulu olan rüsum, damga vergisi gibi dolaylı vergileri ifade ediyor. Sitte ise altı anlamına geliyor. Altı adet geliri kapsadığı için idareye bu ad verilmişti.[141] Ancak bu da yetmedi, zira Osmanlı'nın esas olarak dıştaki alacaklıları vardı. Dış borçlardan alacaklı Avrupa devletleri yalnızca Galata bankerlerine olan iç borçlar için böyle bir idare kurulmasına tepki gösterdi kendi borçlarının ödenmesini istediler. II. Abdülhamid'de bu devletler ile 1881 yılında pazarlığa oturmak zorunda kaldı.[142][143]
Neticede II. Abdülhamid 1881 yılında yine kendi kurduğu Rüsum-u Sitte idaresini kaldırıp yerine 20 Aralık 1881’de Büyük Güçlerle varılan anlaşma neticesi Düyun-u Umumiye'yi kurdu.[144] Ancak bu idarenin kurulmasından tek başına II. Abdülhamid'in sorumlu tutulup tutulmayacağı tam bir tartışma konusudur. Zira II. Abdülhamid, Sultan Abdülaziz ve V. Murad'dan iyi silahlanmış bir ordu, donanma yanında, çok kötü bir maliye teslim almıştır. 1875 ile 1881 arasındaki Abdülaziz dönemi Ramazan Kararnamesi ve II. Abdülhamid dönemi Muharrem Kararnamesi arasındaki iki kararname arası dönem adı ile de bilinen dönemde, Osmanlı'nın mali yönden en kötü dönemlerinden biridir. Bu dönemin arasındaki 93 Harbinde dahi Osmanlı bin bir güçlükle, içeride Galata Bankerlerinde ve Osmanlı Bankasından borçlanma ile bütçe finansmanını yapmış; ancak bir dış borç ve yatırım alamamıştır. Harbin gerektirdiği finansman için Osmanlı Bankası, ‘Glayn Mills, Currie ve Ortakları’ adlı banker kuruluşu aracılığı ile doğrudan doğruya halka satılmak üzere tahvil ihraç etmiş, ancak, ödemelerin durdurulduğu bir dönem yaşandığı için tahviller satılamamıştır. İstikrazın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine, %5 faizli ve 5,0 milyon Sterlin (borç tutarı 5.500.000 Osmanlı lirası, safi hasılası 2.860.000 Osmanlı altın lirası) tutarındaki bu tahvillerin tamamını %52 ihraç fiyatı ile yabancı ortakların olduğu Osmanlı Bankası bizzat kendisi satın alarak Osmanlı Devletine borç kaydettirmiştir.[141] Neticede 93 Harbi ve yenilgisi sonrası ne içten ne dıştan borçlanamayan Osmanlı ekonomisinin idarecilerinin iyice çaresiz bir duruma geldiği II. Abdülhamid'in bu çaresizlikle bazı anlaşmaya imza attığı bu kararnameyi çıkardığı ortadadır. Fakat burada eleştirilen başka nokta II. Abdülhamid'in Düyun-u umumiye de daha iyi koşullarla anlaşma imzalama imkanı olup olmaması ve bazı yapılanlara da yetkisi olmasına rağmen seyirci kalması, selefleri Abdülmecid, Abdülaziz gibi yerli sanayi açısından devlet eliyle de olsa doğru düzgün bir yatırım yapmayıp pek çok maden imtiyazını da yabancıların üzerine bırakması Osmanlı ekonomisini liberalizm diye dış güçlerin insafına bırakmasıdır. Sonuçta II. Abdülhamid'in kurdurduğu Düyunu Umumiye pek çok olumlu ve olumsuz etkiyi Osmanlı ekonomisinde doğurmuştur.[141] Örneğin; olumlu etkilerine bakılacak olursa, 1) 1881'de Muharrem Kararnamesine kadar Osmanlı'nın dış borcu toplam 252.131.196-Osmanlı Lirasına ulaşmıştır.Muharrem Kararnamesi neticesi Düyunu Ummumiye İdaresinin kuruluş aşamasında Osmanlı Dış Alacaklıları ile varılan anlaşma ile bu borç 110,6 milyon Osmanlı lirasi indirimle, 141.505.919 -Osmanlı Lirasına indirilmiştir [141]. Kısacası Düyunu Ummumiye'nin kurulması karşılığı Osmanlı bir borç indirimi almıştır. Bu Düyunu Umumiye'nin kurulmasının olumlu etkilerindendir. 2)Bunun yanında borçların konsolidasyonu yolu ile ve düzenli borç ödemeleri ile Hükûmetin itibarına olumlu katkıda bulunmuştur; 3) Devlet kendisinden önceki yıllara göre borçlanmayı (%5-6 yerine %3-4 gibi) daha düşük oranlarda faizlerle ve (%60 yerine %80-90 gibi) daha yüksek ihraç fiyatları ile gerçekleştirmiştir; 4) Düyunu Ummumiye kapsamındaki gelirleri iyi örgütlenmiş yapısı ve şubelere ayrılmış geniş kadrosu ile etkili, verimli ve hatta dürüst yönetmiştir; yine 5) yabancı demiryolları ile kurduğu işbirliğinin Türk köylüsünün yararına sonuçlar verdiği; 6) düzeyli yönetim ve ehliyetli memur yetiştirme ve çalıştırılmasında iyi örnekler oluşturduğu; 7) hatta bu İdarenin yabancı bir mali denetim örneği olmadığı, gayrı resmi bir oluşum olduğu; öte yandan alacaklılar açısından borçların emin sağlam güvence ve karşılıklara bağlandığı söylenebilir.[140][141][142]
Buna karşın olumsuz durumlara bakarsak 1) Düyun-u Umumiye, esasında Osmanlı'nın en büyük iki alacaklısı olan Fransa ve İngiltere tarafından kontrol ediliyordu. Osmanlı Devleti'nin neredeyse bütün maliyesini yönetecek duruma gelen Düyun-u Umumiye'nin idaresinde İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya-Macaristan temsilcileri yer alıyordu.[145][146] 2) Bazı vergilerin toplanma yetkisi Düyun-u Umumiye'ye bırakıldı.[146] Böylelikle Osmanlı Devleti iktisadî bağımsızlığını kaybetti.[147][148] 3) Düyunu Umumiye bu bağlamda devlet içinde devlet haline geldi ve bu idare suretiyle imparatorluk adeta yarı-sömürge haline getirilmiştir. 4) Ayrıca, Osmanlı Devletine Avrupalı bankalarla işlem yapılması zorunluluğu getirilmesi ve gümrük tarifeleri üzerinde düzenleme yetkisinin sınırlandırılması (yani, kapitülasyonlar) sonucu, Osmanlı İmparatorluğunun kendi kaynaklarını idareye serbestçe tahsis edebilmesi yetkisi (bütçe hakkını kullanabilmesi), görülmektedir ki, çok açık bir biçimde devletin iktisadi bağımsızlığını,yatırım imkanlarını kısıtlamıştır.[140][141][148] 5) Yönetim kurulu üyelerinin aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nda iş yapan belli başlı yabancı demiryolu şirketlerinde de yönetim kurulu üyesi olmaları, bu İdarenin çapraz bir ilişkiler ağı içinde olmasına ve bu suretle emperyalist çıkarların baskı aracı olma işlevini artırmasına yol açmıştır.[141][148] 6) Çoğunluğu yabancı ortaklı idarenin demiryolları, limanlar, sigorta şirketleri, maden işletmeleri ve telefon, posta ve elektrik servislerinde çalışan yetkili memurları vasıtası ile yabancı ülkeler için her türlü bilgi ve istihbarata da ulaşabildiği gözönüne alındığında Osmanlı'nın milli savunma ve güvenliği tam tehlike içine düşmüştür. 7) İmparatorluğun ekonomik ve mali kaynaklarını geniş ölçüde denetim altına alan İdare, gerek gördüğünde haciz yoluyla tahsilat yapabiliyordu. Zira bağımsız devlet olmanın belki de en önemli unsuru olan vergileme hakkı Devletin elinden alınmıştı.Sömürgeci bir yaklaşımla, merkezdeki üst yönetim ve denetim işlevlerinin yabancı kökenli memurlarla, taşra servis hizmetlerinin ise yerli memurlarla yürütüldüğü [148] maliye hizmetlerinin en az üçte ikilik kısmı borç idaresinin görev ve yetkisi içine girmişti. İdarenin memurlarına düzenli bir biçimde ödenen tatminkâr aylık ve ücretleri karşısında, alttaki Osmanlı maliye memurlarının düzensiz biçimde ödenebilen maaşları gelir düzeyleri üstelik de çok geride bulunuyordu.[141] 8) Ama en önemli ve kabul edilemez durum da şudur: Dış ülkelere büyük ortakları İngiltere Fransa gibi Düveli muazzama ülkelerine Düyunu Umumiye'den akan sınırsız istihbarat yanında birde Düyunu Umumiye hem de Osmanlı'nın savaşa girdiği ülkelere borç verme finansman sağlama cüretinde bulunmuştur. Örneğin 1903 tarihli Kararname ile faiz oranını artırarak alacaklılara daha yüksek gelir sağlanmasını temin için kaynağı Osmanlı vergi gelirleri olan bir Yedek Fon oluşturulması öngörülmüş, İdare bu Fonda biriken gelirleriyle, Osmanlı Devleti’nin finansman tahvilini alma talebini reddettiği halde, Osmanlı Devleti’nin savaş halinde olduğu devletlerden (örneğin, İtalya ile yapılan Trablusgarp Savaşı sırasında bu ülkeden) tahvil almıştır. Kısacası Osmanlı'nın kendi parası ve gelirleri ile savaştaki düşmanı İtalya'yı finanse edecek kadar büyük bir rezaletle karşılaşılmıştır.[140][141][142]
Bununla birlikte Osmanlı Devleti'nin borçlarının önemli bir bölümü silindiyse de hatta 1903'te Düyun-u Mübeddele-i Muvahhede Düyun-u Umumiye İdaresi ile de mutabakat sağlanarak ve onun yönetimindeki gelirler karşılık gösterilerek, piyasada bulunan tüm tahviller %4 faizli yeni tahvillerle değiştirilerek, ‘Borçların Birleştirilmesi’ sağlanarak 43.179.247-Osmanlı lirası daha indirim sağlanmışsa da 1881'den 1908 yılına kadar 12 ile 15 arası borç sözleşmesi imzalandığı için dış borçlanma sürdü.[149] Netice olarak II. Abdülhamid Düyunu Umumiye sayesinde bazılarının iddia ettiği gibi Osmanlı'nın toplam borçlarında %90 lık bir eksilmeye neden olmamıştır.[150] 141 milyon Osmanlı lirası ile başladığı Düyunu Umumiye borçlanmasında 1909'da aradan geçen 29 senelik zamanda onca faiz vs.ödemesine karşın sürekli de borçlanmak zorunda kalan Osmanlı'nın hala 119 milyon Osmanlı lirası borcu bulunmaktadır.[141][150] Bu borç II. Abdülhamid sonrası Osmanlı'nın girdiği 1.- 2. Balkan, Trablusgarb Savaşları ve I. Dünya Savaşı'nda hazırlık için borçlanmalara girişilmesi neticesi 1914'te 153,9 milyon Osmanlı lirasına kadar yükselmiş, Kurtuluş Savaşı akabinde paylaşımlarla Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne kalan borç da toplam 107,5 milyon lira olmuş ve Düyunu Ummumiye'nin 1928'de kapatılıp kapitülasyonların sona ermesi ile [142][148] tüm borcun kapatılıp ödenmesi 1954’te tamamlanmıştır.[150]
Öte yandan II. Abdülhamid'in esas en büyük ekonomik hatalarından biri Düyunu Umumiye üzerine Reji İdaresinin kurulmasına izin vermek üzerine olmuştur. 1883 yılında Memalik-i Şahane Duhanları Müşterekül Menfaa Reji Şirketi (kısaca Reji İdaresi) adı altında yabancı sermayeli bir şirket kuruldu. II. Abdülhamid'in kararıyla Osmanlı Devleti, 30 yıl süreyle en önemli gelir kaynakları olan tütün, tuz ve kahveden toplanan vergileri, alacaklı ülkelerin kurduğu Reji İdaresine bıraktı. Şirketin sermaye sahiplerinin çoğu Rotschild ailesinin sahibi olduğu bankalardı. Reji İdaresinin kurulması, Düyun-u Umumiye İdaresinin kurulmasıyla büyük ölçüde elden çıkmış olan mali bağımsızlığın yitirilişinin tescili oldu.[2] Osmanlı ekonomisine,maliyesine ve siyasal yapısına Düyunu Umumiye'den çok daha fazla zarar verdiği iddia edilmektedir. Zira Reji İdaresi’nin kurulmasıyla özellikle tütün üretimi rejinin elinde toplanmış, rejiden izin almadan üretim yapmak kaçakçılık ilan edilmiştir. Osmanlı en önemli gelirlerinden mahrum kalmıştır.Reji İdaresi tütün fabrikalarında halkın emeğini sömürürken, idarenin üst yönetim kademelerinde halktan çalışan bulundurmamış genellikle kendi yandaşlarından yabancı ülke vatandaşlarına istihdam sağlamıştır. Öte yandan Reji üretimi ve fiyatlandırmasını kendi tekeli doğrultusunda yaptığından genellikle düşük fiyat vermekte, çiftçiyi yaşamak için zaruri kaçakçılığa sevk etmekten başka yol bırakmamaktaydı. Daha önce olmadığı kadar kaçakçılık faaliyetleri gelişmiş, hayatını idame ettirmek isteyen çiftçi için bir zorunluluk haline gelmişti. Reji’nin kaçakçılıkla mücadele için oluşturduğu kolluk adı verilen güvenlik güçleri genellikle sorunlu insanlardan meydana getirilmekle beraber halkı baskı ve zulümle düzene getirmeye çalışıyorlardı. Kaçakçılık mücadelesi uğruna halkı öldürmekten çekinmiyor genellikle silahlı müdahalelerde bulunuyorlardı. Öyle ki rejinin kolluk gücü bulunduğu bölgede kendi kolluk gücü Osmanlı'nın jandarmasından üstün bir konuma oturmuştu. Neticede özellikle tütün başta olmak üzere birçok üretim atölyesi kapanmış, yeterli toprağı bulunmayan çiftçi üretim yapamamış, kentlere göç etmeye kimi yerde mecbur kalmış, tütüne bağlı yan kollar dağılmış sonuç olarak birçok kişi işsiz kalmıştır.Reji kendi kurduğu fabrikalarda yöre halkından birçok kişiyi istihdam etmiştir; ama yalnız işçinin emeğini sömürü niteliğinde kullanmış ve çok düşük ücretlerle çalışanları çalıştırmıştır; bunun hiç bir memnuniyet yaratmadığı ve Osmanlı çiftçisi köylüsü üzerinde kalkınmaya yönelik gelir arttırıcı bir niteliğinin olmadığı ortadadır.[151][152] Bütün bunlara rağmen 2.Abdülhamid sonrası, 1913'te Balkan Harbi'nde devletin paraya ihtiyacı olduğundan bu zor durumu bilen ve istifade etmek isteyen reji, faaliyetinin bir 15 yıl daha uzatılması teklifinde bulunmuş, verilen paraya karşılık İttihat ve Terakki Partisi bile rejiyi çaresizce kabul etmek zorunda kalmıştır.[152] Ancak Türkiye Cumhuriyeti döneminde 26 Şubat 1925'te Tütün Rejisi lağvedilip 1 Mart 1925'te Tütün Rejisi Fransızlardan devletçe satın alınıp ve tüm hak ve yükümlülükleri devlete devredilebilmiştir.[153]
Bunun yanında madencilik alanında da sorunlar çıkmıştır. Osmanlı Devleti, madencilik tekniklerini geliştirecek ve mühendislerini arttıracak uzun dönemli yatırımlardan kaçınmış bunun yerine çeşitli madenlerin imtiyazlarını yabancılara, azınlıklar veya serbest müteşebbislere bırakarak kısa vadeli bir rahatlama peşine düşmüştür. Örneğin II. Abdülhamid zamanında sanayi de demiryollarında önemli yer tutan Ereğli Kömür madenleri bir Fransız şirketine, 1887'de Boraks madenleri İngilizlere, 1892'de Balya Karaaydın Linyitleri yine bir başka devlete, 1893'de manganez imtiyazı Kassandra şirketine verildi.[146] Osmanlı vatandaşlarına maden imtiyazları verilse de imtiyazların giderek yabancıların eline geçtiği göze çarpmaktadır.[154] Yine pek çok alt yapı yatırımı da hatta işletilmesi de Berlin Bağdat Demiryolu hattı gibi yabancılarca üstlenilmiştir. Bunlarında Osmanlı ekonomisini toplumunu uzun vadede hedeflenenin aksine olumsuz etkilediği açıktır. Hatta işin daha da enteresan yanı günümüz Türkiye'sinde de tartışma konusu olan hazine garantili projelerin[155][156] benzerini geçmişte Abdülaziz ve II. Abdülhamid'in uygulamasıdır. Osmanlı Devleti, “Kilometre Garantisi Sistemi” olarak adlandırılan sistemle yabancı şirketlerin kârını garanti altına alıyordu. Bu sistem uyarınca, yabancı şirketler, garanti edilen kârın altında kâr ettikleri takdirde farkı Bâb-ı Ali’den tahsil ediyorlardı. Sonuç olarak II. Abdülhamid'ce tarımın ve ekonominin geliştirilmesi amaçlı bu alt yapı projeleri ve bu amaçlara ilaveten İmparatorluğun güvenliğini sağlama asker sevkiyatı ve yolcuğu kolaylaştırıp İmparatorluğu ekonomik yönden kalkındırma amaçlı demiryolu hatları planlamış ve yapılmaya çalışılmışken ne yazık ki yapılan hatalardan demiryolu ulaşım projeleri, bir yandan “kilometre garantisi” ne dayanan sistematiği ile, diğer yandan yabancı demiryolu şirketlerine demiryolu hattının her iki yanında yer alan yirmişer kilometrelik alan içinde maden arama ve bulunacak madenleri işletme hakkının verilmesi ile ülke maliyesini ve ekonomisini iyice yabancı sermayenin denetimine sokmuştur; devletçe istenen amaca da maalesef tam ulaşamamıştır.[157]
Ammiyya İsyanı (1889-1890)Değiştir
Suriye'de Havran'da ve Lübnan'da Dürziler ve Al Atraş Aşireti bulunmaktaydı. Bölgede büyük toprak sahipleri hakim konumdaydı ve özellikle 1860larda çıkarılan Arazi Kanunu neticesinde köylünün arazisine el koyma, köylüleri sürme arazilerinden istediği gibi pay alma şeklinde çeşitli hakları vardı. Ortak arazilerini büyük arazi sahipleri ile paylaşmak istemeyen fakir konumdaki çiftçiler ve kiralık arazi işletenleri Dürzi El Atraş Aşiretinin liderliğinde bölgede ayaklanma çıkardılar. Osmanlı İmparatorluğu isyancıların taleplerini kabul etmek zorunda kaldı. Buna göre Kiracı çiftçiler ve tarım işçileri, yerel şeyhlerin suistimallerini engellemiş ve onları ortak arazinin sadece 8'de birinden pay isteyebilecekleri yönünde sınırlanması, ayrıca, ortak arazinin geri kalanını şeyhin kontrolü dışındaki bireysel parsellere bölünmesi (toprak reformu) ve çiftçileri büyük arazi sahiplerinin küçük fakir çiftçileri sürgün etmesinin engellenmesi talepleri Osmanlıca kabul edildi.[158] Bunun yanında bölgedeki fakir halkın özellikle Buğday ve tahıl pazarlamasını ürün satışını kolaylaştırma ve bölgenin kalkınmasını sağlama bunun yanında bölgenin kontrolünü denetimini kolaylaştırma bağlamında II. Abdülhamid ve Osmanlı idarecileri Hayfa, Beyrut, Şam arasına demiryolu inşa etmeye karar verdi. Bu amaçla Belçika ve Fransız şirketleri ile anlaşılıp demiryolu inşası için Şam–Hama ve Temdidi Osmanlı Demiryolu Şirketi kuruldu ve bu şirkete imtiyaz tanındı.[158][159] Ancak aynı bölge II. Abdülhamid'in hemen sonrasında bu defa kurulan demiryolu hatlarından vergilendirme ve zorunlu askerlik kaynaklı bağımsızlık talepli Havran Dürzi İsyanı'na (1909) konu olacaktır.
Yemen isyanları 1886, 1895-1897, 1904-1906Değiştir
Yemen Kanuni döneminde fethedilmiş olsa da Yemen'de Şii Caferi mezhebine bağlı Zeydilik görüşünü benimseyen Yemen Zeydilerine ait Sanaa'nın kuzeyindeki dağlık bölge ve çevresi fethedilememiş sadece aşağı sünni nüfusun olduğu sahil kesimleri alınabilmişti.[160] Bununla birlikte bu bölgenin kontrolünü hedefleyen 1630 Osmanlı harekâtı da başarıya ulaşmadı. Sonrasında Osmanlı'nın vassalı konumundaki Aden'i elinde tutan Lahic (Lahej) Sultanlığı 1740'da Osmanlı'dan ayrıldı.[160] Bununla birlikte Osmanlı İmparatorluğu Zeydi bölgeleri ele geçirme ve egemenliğini genişletme arzusuna devam etti. 1830'da küçük parçalara bölünen Zeydi Sultanlıklarını Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ile işbirliği yaparak elde etmeye çalışsa da Mehmet Ali Paşa'nın girişimlerine İngiltere ve Fransa'nın karşı çıkması neticesi Paşa kuvvetlerini geri çekti. Bu arada İngilizler 1839'da Lahic Sultanlığı'na bağlı Aden'e saldırıp şehri ele geçirdiler. Burayı Hindistan yolundaki Arap yarım adasındaki bir üs olarak kullanmaya başladılar. 1849'da Osmanlılar bir İmam'ın dağlı Yemen'in Osmanlı vasalı olma arzusunu bildirmesi üzerine tekrar Sanaa yönüne ilerlemeye başlasalarda Zeydi direnişi neticesi tekrar geri çekildiler. 1872'de ise nihayet yerel soyluların beceriksiz yeteneksiz Zeydi İmamlar karşısında daveti üzerine Osmanlılar, Ahmet Muhtar Paşa komutasındaki ordu ile tekrar Yemen'in dağlık kısmı üzerine giderek Sanaa ve çevresini ele geçirip Aden ve Yemen'in en güneydeki sahil kesimi dışındaki yerlerde Yemen Vilayeti'ni kurdular.[160] Bununla birlikte Aden'deki İngilizlerin pek boş olduğu söylenemez. İngilizlerin bu bölgeye ilgisi Osmanlılarca engellenmeye ve bu yönde İngilizlerle müzakerelere girişilmeye çalışılmışsada İngilizlerle anlaşma sağlanamamıştır. Yemen artık 1872 sonrası Merkezden atanan idarecilerle yönetilmeye başlandı ve bayındırlık hizmetleri de yapıldı.
Ancak merkezde atanan kişilerin karıştığı yolsuzluk olayları ve Osmanlı'nın Zeydi imamları yani Zeydilerin liderlerini tanımamaları Sanaa ve çevresinde yerel halkın hoşnutsuzluğuna sebep oldu. 1886'da adalet söylemiyle Zeydiler isyan ettiler. İsyan bastırıldı.
Diğer bir isyan da 1895 yılında vuku buldu. İsyana önderlik eden kişi İmam Hamidüddin’dir. (Mansur olarak da bilinir, İmam Yahya’nın babasıdır). Bu isyanı bastırmak üzere Yemen’e gönderilen Hüseyin Hilmi Paşa ve askeri tabur iki yıl boyunca isyancılarla uğraşmak durumunda kalmış ve nihayetinde hareket başarıyla sonuçlanmıştır. Ancak pek tabiidir ki bu savaş Osmanlı ekonomisine ciddi zararlar vermiştir.[161]
Sonrasında Osmanlar Zeydi imamlarını tanımamakta devam etmişlerdir. Sonradan bölgeye gönderilen Ahmet İzzet Paşa'nında belirttiği gibi Zeydi İmamlarının tanınması ve işbilir, dürüst yöneticilerin atanması ile bu sorun çözülebilecekken, Osmanlı'nın hataları İngilizlerin vs. kışkırtması ile bu iş iyice büyüyüp 1904 yılına kadar gelmiştir. 1903 sonu 1904 başında 1895 isyanının mimarı İmam Hamidüddin'in oğlu Yahya Muhammed Hamideddin Zeydilerin imamı olarak kendilerince seçilir ve halkı örgütleyip tekrar çok büyük bir isyan başlatır.[161][162]
İsyancıların Sana ve Taiz’e doğru hareketi üzerine bölgedeki Osmanlı valisi Tevfik Biren merkezden yardım ister ancak yardım geç gönderildiğinden İmam Yahya ve adamları Sanaa, Taiz yolunu kesip Sanaa'yı kuşatma altına alır. Yardım için gelen Osmanlı birlikleri gerilla taktikleri ve baskınlarla geri çekilmeye mecbur bırakılır. İmam Yahya Osmanlı ile müzakere istese de Osmanlı talepleri kabul etmez. Israrlı şekilde Sanaa'yı savunur ama 1905 başında abluka ve erzak yetersizliği sonucu Sanaa'yı boşaltma kararı verilir. İmam Yahya Sanaa'daki Osmanlı birliklerinin çıkmasına izin vereceğini ama Osmanlı'nın ateşkesi kabul etmesini ister. Talep kabul edilir ve Sanaa İmam Yahya'nın eline geçer.[160][161] Ancak Osmanlı Devleti ve II. Abdülhamid bu isyanı bastırmakta, Sanaa'yı geri almakta son derece kararlıdır. 40. Hamidiye Süvari Alayı Yemen’e sevk edildi ve Ahmed Feyzi Paşa bölgeye vali olarak atanır ve ilerlemeye başlarlar. İmam Yahya'da ateşkesi bozdukları gerekçesi ile Osmanlılarla çarpışmaları tekrar başlatır. Osmanlı birlikleri Sanaa'ya isyancılarla çarpışa çarpışa tekrar girerler. Paşa vekil olarak yanından Sanaa'da yanında bulunan subaylardan Ahmet İzzet Paşa'yı bırakıp İmam Yahya ve adamlarını yakalamak isyancıları yok etmek için Şehhare'ye ilerleyip orayı kuşatır. Ancak İmam Yahya'da boş durmamaktadır. Gerilla savaşları, vurkaç taktikleri yanında İkincil bir isyancı kuvveti ile şehri kuşatan Osmanlı birlikleri ve paşayı kuşatır. Ahmet İzzet Paşa'nın durumdan haberdar olup Şehhare'ye ek kuvvetleri yetiştirmesi ile Osmanlı birlikleri çemberden son anda kurtulur.[161][162]
İsyan büyük ölçüde bastırılmasına karşın, Osmanlının asker kayıpları yüksekti. İmam Yahya ve adamları yakalanamamış ve vurkaç saldırıları sürüyordu. Yahya yeni ittifaklar peşinde koşuyor, isyan bildirileri tüm Yemen'de dağıtılıyordu. Öte yandan Yemen'e İtalyan ve İngilizlerin ilgi göstermeye başlaması, İmam Yahya'nın bunların yanına geçme durumu II. Abdülhamid ve kurmaylarını endişelendiriyordu. Osmanlı ve Yahya neticede aracılar vasıtasıyla bir araya geldi. Osmanlı İmamın kendi emri altında olması, adına hutbe okutması ve Osmanlı sancağının imamlık merkezi olarak kontrolü altında Saada’de olması gibi şartlar ileri sürdü. Yahya bu şartları kabul etmedi. II. Abdülhamid müzakere heyetine Yahya'nın adamlarından 40 kişi seçip Yemen'den İstanbul'a gelmesi müzakerelerin burada yapılması için yetki vermişti. Yahya'nında onayıyla 40 kişilik bir heyet İstanbul'a gitti. Ancak müzakereler sonuçsuz kaldı. Bununla birlikte ufak olaylara karşın hem Osmanlı hem de isyancıların lideri İmam Yahya uzun bir süre hareketsiz kaldılar. Müzakereler ise bu sürede el altından devam etsede sonuç alınamadı.[161] 1909'da Yahya'nın yine gönderdiği heyet ise 31 Mart olayına denk düşünce yine bir anlaşma sağlanamadı.[162]
Osmanlı'nın Yemen isyanlarını bastırırkenki asker, malzeme ve mali kayıpları çok yüksektir. II. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra bu defa 1909'da Yemen'de Şeyh İdrisi isyanı Asri'de patlak verdi ve İdrisi'nin İtalya'dan dış güç desteği vardı.[163][164] Osmanlı bununla uğraşırken 1911'e İmam Yahya tekrar isyan etti,İmam Yahya'nın isyanı 1904-1906 İsyanı'nı bastırma görevi diplomatik müzakerelerde önemli rol oynayan genelkurmay başkanlığı seviyesine kadar yükselen Ahmet İzzet Paşaya' verildi. İzzet Paşa 1911'de Yemen'e gelerek isyanı bastırdı ve İmam Yahya ile tekrar müzakere masasına oturdu. İmam Yahya'yı Osmanlı adına Yemen dağlık bölgesi hükümdarı olarak tanıyan ayrıca Yemen dağlık bölgesine otonomi veren Da'an Antlaşması'nı imzaladılar. Osmanlı İmam Yahya'nın hak iddia ettiği dağlık bölge toprakları kendisine bırakılacak, Yahya hükümranlık bölgesinde içişlerinde serbest olacak öte yandan Şeyh İdrisi'nin yakalanması ve mücadeleye Osmanlı ile birlikte katılacak, topraklarında Osmanlı'ya karşı bir faaliyete izin vermeyecek ve isyan etmeyecekti, sembolik olarak Osmanlı birlikleri bölgede bulunacaktı, yine Yahya buna karşın müminlerin emiri ünvanından vazgeçecek kendisine her yıl 20.000 Osmanlı altını ita olunacak ve Zeydilik Osmanlıca Yemen'nin dağlık bölgesinde tanınacaktı. Yahya sözünü tuttu. Lawrence ve Arap isyanına karşın I. Dünya Savaşı'nda Yemen toprakları nispeten sakindi.[161][163] Hatta Osmanlı yanında Hicaz-Yemen Cephesi'nde İngilizlere karşı saf tuttu.[163] Ancak Osmanlı İmparatorluğu 1918 yılında Mondros Ateşkes Mütarekesi'ni imzalayarak Arabistan'dan çekilmesiyle İmam Yahya San'a'ya girerek bağımsızlığını ilan etmiştir.[161] Öte yandan hem İmam Yahya hem İdrisi isyanlarıyla uğraşan Ahmet İzzet Paşa'nın eksikliği komutanın Nazım Paşa tarafından üstlenilmesi 1.Balkan Savaşı'nın Osmanlı aleyhine sonuçlanmasındaki faktörlerden biri olmuştur.[H]
Ertuğrul Faciası (1890)Değiştir
19.yy sonunda Japonya hızla gelişerek topraklarını genişletme ve ekonomisini güçlendirme peşine düşmüştür. Japonya, 1894-1895 Çin-Japon Savaşı'nı zaferle noktaladıktan sonra dikkatini Asya kıtası üzerinde yoğunlaştırdığı yıllarda artan gücüne karşı, Rusya, Almanya ve Fransa birlikte hareket ederek Doğu Asya üzerindeki ilerlemesini durdurma kararı almıştır. Rus tehlikesine karşı İngiltere ve diğer Asya ülkeleri, özellikle de Osmanlı İmparatorluğu ile sıkı işbirliği kurmaya çalışmıştır.[165] 1887'de Japonya Prensi Komatsu bir savaş gemisiyle İstanbul'u ziyaret etti.[166] Sultan Abdülhamid'de bir karşı ziyaret tertip edilmesini istemiştir. Ancak II. Abdülhamid donanmayı kızağa çektiği için düzgün bir gemi bulunmamaktadır. Bu iş için donanmadan Ertuğrul gemisi seçilir, gemi için çürük bakımı yapılmadı itirazlarına karşın, donanma komutanınca (Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa) II. Abdülhamid'e gerekli kontrollerin yapıldığı ve geminin sağlam olduğu bilgisi verilir.[167] Firkateyn donanma komutanının kendi damadı olan Osman Paşa komutasında, 2. Abdülhamid'den Japon İmparatoru Meiji'ye mücevherli imtiyaz nişanı ve diğer hediyeleri götürmek amacıyla yola çıktı. Temmuz 1889'da İstanbul'dan ayrılan Ertuğrul Firkateyni, güzergahı boyunca birçok limana uğradı. Süveyş kanalında gemi bir arıza geçirsede onarımla yola devam etti. Firkateyn, 11 ay sonra 7 Haziran 1890'da Japonya'nın Yokohama Limanı'na ulaştı. Osmanlı heyeti Japonya'da kaldığı 3 ay boyunca birçok temasta bulundu. Japon Deniz Kuvvetlerinin tayfun uyarısına rağmen, Ertuğrul Fırkateyni 15 Eylül 1890'da Yokohama Limanı'ndan ayrıldı. Kuşimoto açıklarında tayfuna yakalanan firkateyn, 16 Eylül 1890'da kayalara çarparak battı. Kazadan sadece 69 denizci kurtuldu, aralarında geminin kaptanı Osman Paşa'nında olduğu 550'nin üzerinde Osmanlı leventi ise hayatını kaybetti.[166]
Sağ kurtulan 69 denizci Japon donanmasında zırhlı kruvazör Japon Hiei ile İstanbul'a getirildi. Fırkateynin trajik sonu, Türk-Japon dostluğunun başlangıcı olurken, kazanın yaşandığı Kuşimoto'da 1891'de şehitler için anıt dikildi. 1937'de Türkiye tarafından restore edilen anıt önünde her yıl düzenli anma törenleri yapılmaktadır [166] birde Kuşimoto'da müze bulunmaktadır.
Ermeni SorunuDeğiştir
C. Oskanyan[168]
Ermeni toplumu özellikle Selçuklulardan beri Türklerle bir arada yaşayan bir toplumdur. Selçuklu ve Anadolu Beyleri hakimiyeti sonrası bu topluluk Osmanlı toplumu içerisinde de olduğu gibi yaşamaya devam etmiştir. Osmanlı'da sadakatleri ve uyumlu şekilde hareketleri nedeniyle Millet-i Sadıka olarak bile adlandırılmıştır.[169] 16.yy'da ilişkiler o kadar iyidir ki; Sultan Fatih Sultan Mehmet, Ermeni Psikopos Hovagim ve yanındaki Ermenileri Bursa'dan daha önce Ermenilerin yaşamadığı İstanbul'a getirip, burada ilk defa Ermenilere bir patriklik kurdurmuş ve Patrik olarak başına da Hovagim'i getirmiştir.[170][171][172] Vergi konusundan çıkan Zeytun İsyanı (1780) haricinde kayda değer 18.yy içinde Osmanlı topraklarında bir Ermeni isyanı olmamakla birlikte gerek İran Ermenilerinin durumundaki gelişmeler ve gerekse 17.yy ve 18.yy'da Osmanlı topraklarındaki gelişmeler, misyonerlik faaliyetleri bu sorunun 19.yyda ortaya çıkmasının temeli olmuştur. Zira, Osmanlı İmparatorluğu'nun aksine komşusu sürekli mücadele ettiği İran'da Safevi devleti (Ermenilere bir kısım haklar veren I. Abbas hariç) şahları ise Ermenilere karşı hiçte iyi muamele yapmamaktadır. Bu durum karşısında İran'daki özellikle Pers hakimiyeti altında Karabağ ve çevresindeki yoğunluklu Ermeni nüfusun ruhani liderleri defa kere Avrupa'ya Müslüman hakimiyeti ve Perslerden kendilerini kurtarmaları için başvurmuş ancak bir sonuç elde edememiştir.[173] İran Ermenilerinin bağımsızlık uğraşları 17.yy'da da devam etti. Ancak Avrupa'dan yüz bulamayan Ermeniler bu defa o dönemin Rus çarı I. Petro'ya başvurdu. Sıcak denize planları için bu durumu bulunmaz bir fırsat olarak gören Rus çarı onlara destek olmayı himaye etmeyi kabul etti, kendisinden o dönem yardım talep eden Ermeni Ori'yi hizmetine aldı, Rus İmparatorluğu lehine Ermeni Alayı kurma teklifini kabul etmekle kalmayıp İran'a elçi atadı.[174] İsveç ile savaşı kazanması akabinde 1.Petro Transkafkasya'ya yöneldi ve İran ile savaşında Hazar kıyılarını Ruslar aldılar ki Ermenilerden kurdukları alayları da bu amaçla kullandı ancak I. Petro sonrası halefleri bu yerleri tutacak güce sahip değildi. Osmanlı, çöken Safevi devleti sonrası Rusya'nın Kafkasya'ya yerleşme tehlikesi yanında kendisi de buradan pay alabilmek için Rusya -İran arasındaki mücadeleye kuvvet sevk ederek kendisi de dahil olmuştu.Osmanlılar, Fransa’nın arabuluculuğuyla Rusya ile 1721/23’te “İran’ın taksimi” için bir anlaşma imzaladı. Antlaşmaya göre Ruslar İran’dan Mazenderan ve Gilan vilayetlerini alırken, Erivan ve çevresi Ormanlı hâkimiyetine bırakıldı. Ruslar ise 1.Petro ölümü akabinde Terek nehrini sınır alacak şekilde bölgeden çekildiler. Sonrasında zayıflayan Osmanlı karşısında II.Katerina dönemi savaşları ile Ruslar Osmanlı'nın Karadeniz ve bölgedeki gücünü kırdılar. 1813'te İranla tekrar savaşa giren Ruslar İran Kaçar Hanedanı ordusunu bozgun üstüne bozguna uğrattı. Karabağ, Gence, Şirvan Şeki, Kuna, Bakü ve Talış hanlıkları İran ile imzalanan Gülistan Antlaşması’yla Rusya’ya katıldı.Rusya bu başarısında bölgedeki Ermenileri de kullanmıştı. Rusların sonrasında içine düştüğü karışıklıklardan istifade eden İranlılar 1826-1828 arasında 2.Rus-İran Savaşı'nı başlatıp savaşın başında Ruslara karşı büyük başarılar kazansada, ele geçirdikleri yerleri sonrasında aldıkları yenilgilerle kaybettiler. Ruslar, Abbasabadi, Ordubad, Sardarabad, Nahçivan ve Erivan’ı tekrar ele geçirdiler. Bu savaşta Ruslar Ermeni alaylarından büyük yardım aldılar. 1828'de imzalanan Türkmençay Antlaşması ile bölgede çoğunlukta olan Müslüman nüfusu İran ve sonrasında Osmanlı'ya sürdüler yine karşılığında İran'daki tüm Ermenileri de Güney Azerbaycan'dan Karabağ'a yerleştirdiler.[175] Ermeniler yinede istedikleri bağımsız devlet arzusunu gerçekleştiremese de Ruslardan Ermeni Eyaleti ve özerklik alabildiler. Ruslar neticede bölgede Hristiyan bir nüfus ve kendine bağlı tampon bir Ermeni bölgesi oluşturdu.[176] 1813 ve sonrası bölgedeki Ermeni nüfus ve alaylarını Ruslar Osmanlı'ya karşı da kullandılar. Osmanlı'nın sınır bölgesindeki Ermenileri de Osmanlı'ya karşı kışkırttılar. C.Oskanyan'ın dediği gibi 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Ruslar Erzurum dahil sınır bölgesindeki Ermenileri Türklere karşı kışkırtmış ve başarılı olmuşlardır ancak sonrası bölgeden çekildiklerinde bu Ermeniler'de buradan ayrılmak zorunda kalmıştır.[168]
Öte yandan Vaftiz ismi Manuk olan Sivaslı Mekhitar (1676-1749) adlı bir rahip Osmanlı ve Venedik topraklarında yaptığı geziler sonrasında Ortodoksluktan Katoliklik mezhebine geçmekle kalmamış[F], aynı zamanda kendi öğretisinde bir kilise kurmuştur. Ona göre Ermeni Patrikliği Katolik Kilisesi ile birleşmeli ve Ermenilerin kendilerine ait bir devleti olmalıdır. Mekhitarist öğreti denen bu öğretiye göre kurulan kiliselerinde çeşitli kitaplar Ermeniceye çevrilmiş ve Ermeni dili ile kültürü konusunda bir bilinç oluşturma peşine düşülmüştür.[177] Fransız İhtilali sonrasında gerek Tiflis ve gerekse Moskova-Lazarevski Enstitüsü Lazarian Koleji gibi kurumlara giden Osmanlı topraklarında yurt dışına çıkan Ermenilerin bir kısmı burada yaşadıkları atmosferin etkisi ile Osmanlı topraklarına bağımsızlık yanlısı faaliyetlerde bulunmak üzere döndüler. Protestan misyonerlerin ilköğretim, kolejler ve diğer öğrenim kurumları açmaları diğer yanda Islahat Fermanı ile Hristiyan azınlıklara getirilen haklar bu haklardan geri kaldığını düşünen Ermeni Patrikhanesinde hoşnutsuzluğa neden oldu. Rusya'nın Ortodoks Hristiyanların koruyucusu sıfatıyla ortalığı karıştırabilme tehlikesini, öte yandan batılıların etkisi bunun yanında Ermeni Patriği ile yurtdışından gelen Ermeniler arasında mücadele neticesinde Patriğin yetkilerini sınırlandıran bir milli nizamname kendilerini devrimci olarak tanımlayan Ermenilerce hazırlandı. Patrik'in yetkileri sınırlandı. Sultan Abdülaziz ve Osmanlılar Nizamnâme-i Millet-i Ermeniyân adı verilen bu nizamnameyi ve Ermeni Ulusal Meclisi'nin kurulmasını onayladılar. Ermeni Patriği yetkilerini Ermeni Millet Meclisi ile paylaşmaya başlamış ve nizamname ile sınırlandırılmıştır. Patrik değişiklikleri kendi toplumunun erozyonu olarak algıladı.[178] Bu da Ermenilerde dönüm noktası oldu. Ermeniler çeşitli cemiyetler kurdular. bütün bu cemiyetler, Doğu Anadolu’da okullar açarak öncelikle gençleri eğitmeyi amaç edinmişlerdi. Osmanlı Hükûmeti de bu cemiyetlerin eğitim faaliyetlerini, onların doğal hakkı olarak görmüş ve bu cemiyetlerin daha sonra devletin aleyhinde zararlı faaliyetler içerisine girebileceklerini düşünmemiştir. Dolayısıyla Osmanlı Hükûmeti Ermeni cemiyetlerinin okullar açmasına izin vermiştir.Ancak bu cemiyetlerin bazıları ne yazık ki Osmanlı topraklarındaki Ermenileri etkileme ve silahlandırma için kurulmuştur.[179]
93 harbi sırasında Ruslar, Doğu Anadolu'daki Ermenileri de kışkırttılar, bölgede Ahmet Muhtar Paşa'ya karşı savaşan Ruslar'ın önemli bir kısım askeri Ermenilerden oluştuğu gibi Rus ordusu komutanı Mikayel Loris-Melikof, 2.derece komutanlar Şelkovnikov, İvan Davidoviç Lazarev (Ohannes Lazaryan), Arshak Tergukasov ve Avinov Tiflis'li Ermenilerdendi.[181] Rusya ayrıca bu alaylar vasıtasıyla 1828-1829 savaşından çok öte şekilde bölgedeki Ermenileri de kışkırtmış ve çeşitli Ermeni çetelerle işbirliği yapmıştır. Bununla birlikte bağımsız bir Ermenistan düşüncesinde olan Ermeniler bu amaçla Ayastefanos antlaşmasında özerklik talep etsede Ruslar kendi bölgeleri için emsal teşkil eder korkusuyla bunu kabul etmemiş ancak Ermenilerle ilgili Islah yapılması ve Kürtlere, Çerkeslere karşı Osmanlı'nın onların güvenliklerini sağlama yükümüne ilişkin bir maddeyi anlaşmaya eklettirmişlerdir. Berlin Antlaşması'nda da hak özerklik veya bağımsız devlet olmak için talepte bulunmuşlardır. Ancak Balkanlardaki durum ile meşgul olan Berlin Kongresi'nde istediklerini alamamışlardır.
Bununla birlikte Berlin Antlaşması, Doğu Anadolu'daki Ermenilerin Rus himayesine yönelmelerine engel olmak amacıyla Osmanlı İmparatorluğu'ndan bu bölgedeki Ermenilerin durumunu düzeltmeye yönelik bir sıra reform yapmasını talep etti. Berlin Kongresi’nden sonra, antlaşmaya imza koyan devletler diğer maddeler gibi, Ermeni Meselesi ya da Bâbıâli’nin diplomatik hassasiyet nedeniyle tercih ettiği isimle Anadolu Islahatı’yla ilgili maddenin de takipçisi oldular. Öte yandan milletlerarası diplomatik boyutu daha da belirginleşen ve kronikleşen bu sorunun çözümünü hızlandırmak emelinde olan Ermeniler, patrikhanenin dini ve seküler çevrelerin siyasi lobi faaliyetleri yanında, uluslararası arenada gündemden düşmemek amacıyla bir dizi isyan ve sansasyonel eylem gerçekleştirdiler.[182] İsviçre'nin Cenevre kentinde 1887'de Hınçak ve Gürcistanda 1890'da Taşnak partileri kuruldu. Bu partilerin ikiside Osmanlı topraklarında Özerk veya bağımsız Ermeni Devleti kurulması yolunda faaliyetler, isyan ve terör eylemlerinde bulunmuşlardır.[183][184] Sultan Abdülhamid, başta Rusya olmak üzere Avrupalı devletlerin Balkanlarda olduğu gibi Doğu Anadolu’da da etnik ihtilafları kullanmak düşüncesinde olduklarının farkındaydı ve buna fırsat vermemek için çeşitli tedbirler aldı, Ermenilerin ayrılıkçı yabancı yayınlarının ülkeye girişini engellemeye çalıştı. Avrupa’nın istediği reformları yapmak konusunda isteksiz davranan Sultan, bu konudaki baskılara uzun yıllar dayandı. Bu şartlar altında eylemlerini arttırmaya ve Avrupa kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışan Ermeniler, Anadolu’da başlatacakları olaylarla bunu gerçekleştirebileceklerini düşündüler.[184]
Ermeniler 1878'de Maraş'a bağlı Zeytun'da ilk ayrılıkçı,özerklik talepli ayaklanmayı çıkarmışlardır. Bu ayaklanma Osmanlılarca 1878'de bastırıldı ve isyancılar yakalanıp yargılandı ancak İngiltere'nin zorlaması ise Ocak 1879'da Osmanlı Ermeni elebaşlarını serbest bıraktı.[185][186] Ancak esas isyan 24 Ekim 1895’de başlayan ve 28 Ocak 1896'da fiilen Şubat 1896'da ise isyancıların teslimiyle biten ayaklanmadır. Bu isyanda Ermeniler önce Osmanlı askerleri ile çatıştılar sonrası olayı soruşturmaya gelen 2 Osmanlı Jandarmasını yaktılar ardından hükûmet merkezi ve kışlayı ele geçirip Müslüman evlerini yaktılar. Osmanlı askerlerini esir alıp çevre Müslüman köylerde katliam yaptılar. Buna karşın Osmanlı Ordusu, Zeytun çevresine operasyon düzenleyip saldıran Ermenilerden bir kısmını öldürdü, Zeytun şehrinde Ermeniler kuşatıldı, Ermenilerde esir aldıkları 400 Osmanlı askerini katlettiler. Ancak sonrasında Ermeniler üzerine yapılacak bir harekâtta hem askerlerden hem de kadın ve çocuklardan çok sayıda insanın zarar görmesi muhtemel olduğu için Aralık ayının sonuna kadar Zeytun kasabasına girilememesi nedeniyle İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, İtalya ve Avusturya devletlerinin sefaretleri tarafından kendilerine başvurular akabinde Zeytunlu isyancılarla Osmanlı Devleti arasında aracılık teklif edilmiştir. Osmanlı Devleti aracılık teklifini kabul etmiş ve söz konusu devletlerin konsolosları ile Zeytun Ermenileri arasındaki görüşmeler neticesinde 1896 Şubat'ında Zeytunlu Ermeniler teslim olmuşlardır. Arabuluculuk neticesi asi Ermenilerin hiçbir ceza almadan kurtulmuş ve isyan bu şekilde son bulmuştur. Bölgeye varılan anlaşma doğrultusunda bir süre Müslüman bir yönetici atansada sonrasında Hristiyan bir yönetici atanmıştır.[187]
Bütün bunlar yaşanırken birde Ermenilerle çatışan Bitlisli Huytu Aşireti Reisi Hacı Musa Bey'in Khars köyünden Ermeni Ağacan'ın kızı Gülizar'ı, evine baskın düzenletip zorla kaçırtarak önce kendisinin sonra ise kardeşi Cevahir'in haremine katması ve İslamiyet'e geçirilmesi Ermeni tebaası ve akabinde de dış basında oldukça büyük yankı uyandırmıştır. Kız 4 ay sonra ancak ailesinin şikayeti ile bulunup ailesine teslim edilebilmiştir. Kızın fiziksel ve ruhsal işkencelere uğramış bir gözününde kör kaldığı ortaya çıkmıştır.[188][189][190][191] Hemen ardından 1890'da kurulan Taşnak komitesinin Erzurum'a gizliden silah sevk edip bölge genelinde isyan çıkarma hazırlığı duyumu üzerine Osmanlı birlikleri bölgeye intikal etmiş ve Erzurum Ermeni mahallerinde arama yapmaya başlamıştır.19 Haziran 1890 tarihinde yapılan arama sonucunda kilise ve Sanasaryan Mektebi’nde silah imalatında kullanılan birkaç parça araç-gerecin haricinde herhangi bir mühimmat bulunamamıştır. Bu aramayı bahane eden Hınçak komitesi mensubu Ermenilerden bir kısmı ise halkı galeyana getirip isyan çıkarmıştır. Osmanlı birlikleri Müslüman ahaliyi müdahale etmemeleri yönünde uyarmış kalabalığın dağılmasını yönünde ihtara karşın ateşle karşılık verilmesi üzerine bölgede çatışma çıkmıştır. 2 saat süren çatışmada 24 Temmuz tarihli bir rapora göre, olaylar sırasında Müslüman halktan 4 kişi, Ermenilerden ise 10 kişi hayatını kaybetmiştir. Yaralı sayısı ise Müslümanlardan 45 iken, Ermenilerden ağır ve hafif olmak üzere toplam 74 kişiye ulaşmıştır. Osmanlı askerlerinden 4 kişi hayatını kaybederken 15 asker yaralanmıştır. Öte yandan Müslüman halkın her şeye rağmen sağduyu göstererek Ermeni çocuk ve kadınlarını muhafaza ve himaye etmek maksadıyla evlerinde sakladıkları da belirtilmiştir. Ancak bu durum ve olaylar iyice çarpıtılarak çevre topraklardaki Ermenilere ve batı basınına aksettirilmiştir. Bölgede 1895'te Erzurum, Tercan, Hınıs ve Bayburt'ta tekrar Ermeni isyanları çıkacak bunlarda bastırılacaktır.[192]
1890'yılında “Kürt Musa Bey Olayı” ve arkasından Erzurum’da yaşanan karışıklıklar sonrası kimi Ermenilerin tutuklanması, Ermeniler tarafından ülke geneline yayılan tepkilere neden olmuştu. Birçok bölgede komiteler tarafından organize edilen protestolar yaşanmış ve bunlara bağlı kargaşalar çıkmıştı. Benzer şekilde başkent İstanbul’da da çeşitli protestolar yapılacak ve Doğu Anadolu’dan İstanbul’a gelen birçok Ermeni, şikâyetlerinin Sultan II. Abdülhamid’e iletilmesi için başta Ermeni Patrikhanesi olmak üzere başkentte bulunan Ermeni önderlerine baskılarda bulunacaklardı. Bu sırada İstanbul Ermeni Patrikliği görevinde Horen Aşıkyan Efendi bulunuyordu. Aşıkyan Efendi Osmanlı idaresi ile – özellikle de Sultan II. Abdülhamid’le – ilişkisi iyi olan bir ruhani önder idi ve Ermeni komitelerinin faaliyetlerine de açıktan karşı çıkıyordu. Hem Patrik Aşıkyan’ı uyarmak hem de İstanbul’da yapacağı bir eylemle Ermeni sorununun ciddiyetini Osmanlı Devleti yetkililerine göstermek hemde bir güç gösterisi yapmak isteyen Hınçak komitesi, 27 Temmuz 1890 günü Kumkapı Ermeni Patrikhanesi Kilisesi’nde bir eylem gerçekleştirdi. Kumkapı gösterileri olarak bilinen bu eylem İstanbul'da gerçekleştirilen ilk ayrılıkçı Ermeni isyanı ve olayıdır. Harutün Cangülyan, Mihran Damadyan ve Hamparsum Murat Boyacıyan Efendi gösteri sırasında bir manifesto okuyarak Patrik'i, Ermeni Ulusal Meclisini olaylara kayıtsız kalmakla suçladılar.Patrik'in odasını basıp onu zorla kendileriyle Yıldız Sarayı'na yürümeye zorlamaya çalıştılar ancak Osmanlı zabitleri bunu engellemek için göstericileri kuşattı, Patrik'i kurtardı. Çıkan arbede ve çatışmalarda 4 Osmanlı zabiti ve 3 gösterici yaşamını yitirdi.[193][194][195][196][197]
Sonrasında Patrik diğer Ermenilere Hınçak ve Taşnaklara itimat etmemeleri yönünde bildiri yayınlasa da ardı ardına Hınçak ve Taşnaklarca kendilerine destek vermeyen Ermenilere suikastlar ve baskılar neticesi, II. Abdülhamid'in görevde kalması yönünde ısrarlarına karşın 1894'te istifa etmek zorunda kalacak ve 1899'da ölecektir. Yerine seçilen 1895'e göreve başlayan İzmirliyan ise bulabildiği her fırsatta batılı güçleri olayların içine sokmaya çalışmış ve isyan hareketlerinin aleyhinde net bir tavır sergilememiştir.[200] Hatta 1894'de Müslüman ahaliye yönelik gece baskınları ve saldırıları bile kendisinin yönlendirdiği iddia edilmektedir.[201] İstanbul'da Kumkapı gösterileri ile başlayan Ermeni olaylarının akabinde 1895 Babıali Olayları patlak verdi.Taşnak ve Hınçak Ermenileri 28 Eylül'de 6 Büyükelçiliğe mektup gönderip İstanbul'da barışçıl protestolar yapacaklarını belirtmişlerdir. Bu amaçla Bitlis, Van, Muş'ta dahil Doğu Anadolu'ndan pek çok Ermeni'yi de İstanbul'a getirmişlerdir. 30 Eylül 1895'te toplanan Garo Sahakyan liderliğinde 2000 kişilik kitle Babıali'ye dilekçe vereceklerinden bahisle oraya doğru yürüyüşe geçmiş ancak güvenlik güçleri ile çatışmalara girmiştir. Sonuçta Osmanlı zabitleri ve Ermenilerden ölen ve yaralılar olmuştur. Müslüman halkında galeyana gelmesi ile yer yer çatışmalar olsa da durum olaylara karışan Türk Ermeni her kişinin cezalandırılacağı bildirilerek bastırılmıştır. Ancak çıkan olaylar karşılıklı katliamlara neden olmuştur.[202] Ayrıca, olaya zamanında gerektiği gibi müdahale edemeyen Küçük Sait Paşa’nın Sadrazamlıktan alınmasına ve Kâmil Paşa’nın Sadaret’e tayin edilmesine neden olmuştur. Bu arada Tıbbiyeli öğrencilerin hükûmeti basiretsizlikle suçlayan bildiriler dağıtmaları akabinde pek çoğu tutuklanmış ve kargaşalar İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin güçlenmesi ve eylemlerinde yeni bir safhaya geçmesine bile neden olmuştur.[203] Bu 1895 Babıali olayı öncesi başrolde İngiltere elçisi Philip Currie’nin bulunduğu inceleme komisyonunun çalışmaları sonucunda, İngiltere, Fransa ve Rusya Bâbıâli’ye verdikleri 11 Mayıs 1895 tarihli ortak memorandumla Berlin Antlaşması’nda öngörülen ıslahatın acilen icrasını istemişler Abdülhamid buna bunca zaman direnmekteyken bu olaylar sonrası 17 Ekim 1895’te Sultan Ermeni Islahat programını uygulamaya koymak zorunda kaldı.20 Ekimde “Vilâyât-ı Sitte’nin Islâhına Dâir Islahât Lâyihâsı” başlıklı reform programının, ilgili mülki ve askeri görevlilere gönderilmesini onayladı (20 Ekim 1895)[202][204] Ancak Hınçak ve Taşnak eylemcileri 26 Ağustos 1896 Osmanlı Bankası Baskını terör eyleminde bulundular. 1897'de ise bu defa 1897 Ermeni Babıali Olayı denen olayda Ermeni teröristler Osmanlı Bankası baskınının yıldönümünden bir hafta önce, 18 Ağustos 1897 tarihinde Osmanlı payitahtında üç binaya eşzamanlı bombalı saldırı düzenlediler. Bunlardan birisi kısmen başarıya ulaşırken, ikisi girişim aşamasında kaldı. Bâbıâli’ye bomba atılması sonucu bir odacı ölürken, altı kişi yaralandı. Osmanlı Bankası’na giren terörist dinamit fitilini ateşlemek üzere iken muhafızlar tarafından etkisiz hale getirildi. Galatasaray Karakolu’nu bombalamak isteyen terörist ise panikleyip bunu başaramayınca, uzun bir takip sonucunda yakalandı. Eylemin sevindirici tarafı, iki yıl önceki gibi sokak çatışmalarına fırsat verilmemesi ve asayişe halel gelmemesiydi. Saldırılar, devletle işbirliği halinde olan yeni patrik Ormanyan ve Ermeni cemaati tarafından lanetlenirken, Avrupa devletleri tarafından da kınandı.[205]
1891'de ise Siirt'e yakın Sason'da Ermeni devrimci örgütlerince desteklenen Mihran Damadyan'ın başı çektiği direniş hareketleri başlatıldı. 1894'de ise Birinci Sason İsyanı [206] Ermenilerce çıkarıldı. Bu iki isyanın bastırılması ardından Rus destekli Andranik Ozanyan 1904'te İkinci Sason İsyanını çıkardı bu isyanda bastırıldı.[207] Yine 1895 sonu 1896 başında Van isyanı patlak verse de buda bastırıldı.
Öte yandan Ermenilerin 1878'deki Zeytun İsyanı ve 1890 Erzurum'daki karışıklıklar ve Kumkapı Ermeni Olayları sonrasında II. Abdülhamid, IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa'yı, Ermeni isyanlarını bastırmakla görevlendirildi. Bununla da kalmadı, Abdülhamid'ce bölgede Ermeni çetelerin saldırılara başlaması neticesinde Mehmed Zeki Paşa'nın teklifi ve Rusya'da Saint Petersburg Büyükelçisi olup Rus kazak alayları konusunda bilgi sahibi olan Ahmet Şakir Paşa'nın desteği ile Rus Kazak Alayları model alınarak, doğuda Kürt aşiret reisleri Hamidiye Alayları adı altında düzensiz milis birlikleri kurulup örgütlendi ve kendilerine saldıran Ermenilere karşı Çerkezler, Türkler vs. birlikte silahlandırıldı.[208] [İ] Bu alaylarla zaman içinde sayısı arttırılıp genişletilerek Ermenilerin ülkenin çeşitli yerlerindeki isyanları sert bir şekilde bastırılmıştır. Ancak ne yazık ki bu olayların dış Dünya'ya nedenlerini duyurmada Osmanlı tarafı çok pasif kalmıştır. Netice olarak 1895 yazında ve sonrasında bütün Anadolu taşrasında gerçekleşen kanlı olaylar Osmanlı aleyhine Ermenilere ve Süryanilere karşı sözde Hamidiye katliamları olarak batıya Ermenilerce lanse edildi [209] ve bu Avrupa basınında Abdülhamid karşıtlığına sebep oldu. Öte yandan bazı Hamiye alaylarının disiplinsiz davranışları da gerçekten bazı sorunlar çıkarmıştır. Nitekim 1905-1907 arası Diyarbakır'daki karışıklıkların halk ayaklanmalarının bir nedeni ağır vergiler yanında oradaki Hamidiye alay komutanı Millet aşireti reisi İbrahim Paşa ve birliklerinin yaptığı, halkta tepki doğuran keyfi, disiplinsiz davranışları, bölgede Türk- Ermeni demeden aşireti dışındaki tüm halka karşı kötüye kullanıp suiistimal ettiği yetkileridir.[210] Bu paşaya karşı gerekli işlemleri Osmanlı Devleti ancak 1908'de yapabilmiştir.[211] Bu alaylar II. Abdülhamid sonrasında yeniden yapılandırılıp Aşiret Alayları adını alıp I. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar varlığını sürdürecektir.[İ]
Yine 1905'teki suikast girişimi sonrası II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesi akabinde Adana Olayları patlak verecek yine Ermeni katliam iddiaları gündeme gelecektir. Öte yandan Hınçaklar hiç bir şekilde işbirliğine yanaşmasa da; Taşnaklar'ın, İttihat ve Terakki ile 1902 kongrelerine katılım sonrasında işbirlikleri; 1907'de II. Abdülhamid'e karşı işbirliği yapmayı ikinci bir kongre toplanmasını teklif edebilecekleri noktaya kadar varmıştır; dahası 1909 Adana olayları sonrası Osmanlı aleyhine faaliyet göstermemeye,Osmanlı Devletinin bütünlüğünü korumaya buna karşın kendilerinin haklarının korunmasına ilişkin İttihat Terakki ile işbirliği anlaşması bile imzalayacaklardır. Ancak I. Dünya Savaşı bütün bunları tersine çevirecek ve çatışmalar tekrar başlayacaktır.[212][E]
Başkitabet Dairesi 5897
Bugün Cuma selamlık resm-i alisini müteakip Teşvikiye'de kain silahhane-i hümayunu teşrif-i maali-redif-i hazret-i padişahi vuku'uyla oradan saray-ı hümayua avdet buyurulur iken rehgüzar-ı şahanede bir tarz-ı acibde bellerinden bağlı siyah çarşeblere bürünmüş ve yüzlerini dahi siyah renkte ve gayetinçe peçeler ile örtmüş bazı kadınlar müsadif-i nazargah-ı ali olarak bunların gayr-ı mesture denilecek halde açık saçık bulunmalarına ve adeta matem elbisesi iktisa etmiş Hristiyan kadınlarına müşabih olmalarına nazaran vehleten İslam olmadıklarına tereddüd buyrulmuşdur. Muhtac-ı irad ve izak olmadığı vechile Devlet-i Muazzama-i İslamiye edameha'llahu teala ila-yevmi'l-kıyamenin kıvam ve bakası ve tezayüd-i şevket-ü i'tilası hey'et-i devletin efradından bulunan bilcümle Müslimin ve Müslimatın kaffe-i ahval ve evza' ve harekatda şeri'at-i garra-yı Ahmediyenin ahkam-ı münife ve münciyesine kemal-i ihtimam ile tevessül ve irtiba' etmelerine menut ve merbut olup aks-i hal ma'aza'llahü teala gerek efrad-ı ümmet ve gerek esas-ı devlet için maddi ve ma'nevi mucib-i mazarrat-ı bi-nihayet olacağından İslam kadınlarının cümle-i evamir-i İlahiyeden bulunan ahval ve adab-ı mergube-i tesettür ve ihticaba fevkalade dikkat ve itina etmeleri lüzumu vareste-i beyan ve ityan olarak işbu çarşebler ise İslam kadınlarınca emr-i tesettüre asla muvafık ve müsaid olmadığı gibi li-maksadin şuraya buraya girmek için bazı münasebetsiz erkekler tarafından dahi bir yerde fesad vemel'anet olarak istimal edilmekde olup hatta geçenlerde bir erkek bu suretle çarşebe bürünerek kadın kıyafetinde müsellehan bir haneye duhul ile evdeki kadının üzerine bi'l-hücum sirkat eylediği eşyayı pencereden arkadaşına atarak savuşnuş olduğundan diyaneten ve maslahaten derkar olan mazarrat ve mezahir-i adidesine mebni bu babda icab edenlere suret-i leyyine ve münasibede tefhimat ve vesaya-yı lazime ifa edilmek suretiyle kadınlarca çarşeb iktisasının men'i esbabının istihsali şeref-sadır olan emr-ü ferman-ı hümayun-ı padişahi iktiza-yı alisinden bulunmuş olmağla ol babda emr ü ferman hazret-i veliyyü'l-emrindir. Fi 4 Ramazan sene (1)309 ve Fi 20 Mart sane (1)308
Ser-Katib-i Hazret-i Şehriyari'Çarşafı Yasaklayan Fermanın Latin Harflerine Çevrilmiş Hali [213]
Çarşafın yasaklanması (1892)Değiştir
2 Nisan 1892 tarihinde belden bağlanmış siyah çarşaf giyen Müslüman kadınların örtünmemiş denecek hâlde açık-saçık bulundukları ve matem tutan Hristiyanlara benzedikleri ve güvenlik bakımından da problem yaratacağı gerekçeleriyle II. Abdülhamid tarafından kadınların çarşaf giymesi yasaklandı.[214][215] Bu yasak sadece saraya girmek isteyen kadınlara uygulanmıştır.[216][217]
Osmanlı-Yunan Savaşı (1897) ve Girit'in fiilen elden çıkması (1898)Değiştir
Yunanistan, Girit Adası'nı ele geçirmek için kurulduğu 1830'dan itibaren büyük bir çaba içine girdi, bunun için yıllar boyunca Ada'da yaşayan Rumları kışkırtma yolunu seçti. Girit, 1866'da ilk defa geniş ölçüde bir ayaklanmaya sahne oldu. Osmanlı bu isyanı bastırmak istese de Rusya ve Fransa duruma müdahil oldular İngiltere ve Avusturya Osmanlı yanında yer alsa da Osmanlı bu işe büyük devletlerin müdahalesini engellemek için Sultan Abdülaziz, 1868'de Sadrazam Ali Paşa'yı Girit'e göndererek, Hristiyan halkına birçok imtiyazlar tanıyan bir yönetmelik yayınlattı. 1878'de Yunanistan 93 harbinin sonunda tekrar Girit'te ayaklanma çıkarsa da başarısız oldu. Berlin Antlaşması ile Girit Osmanlı'da kalmaya devam etti ama imtiyazlar genişletildi. Girit Hristiyanlarına daha geniş imtiyazlar bahşeden bu anlaşma, Hanya civarında Halepa'da Avrupa devletleri konsolosları tarafından onaylanıp uygulanması güvence altına alındığı için "Halepa Fermanı" diye anılmıştı.[218] Buna göre Girit valisinin Hristiyan olması ve 5 yıl için büyük devletlerin onayıyla tayin edilmesinde anlaşılmıştır. Girit meclisinin üye sayısı 49 Hristiyan, 31 Müslüman'dan oluşacaktı. Adada toplanan verginin ada için harcanması kararlaştırıldı. Anlaşma sonrası ilk atanan Rum kökenli valide Girit mahkemelerine bağımsızlık kazandıracak bir tasarı hazırlamış II. Abdülhamid bunu da kabul etmiştir. Ancak adadaki Rumlar Doğu Rumeli'deki Osmanlı tavizleri sonrasında daha fazla imtiyaz veya Yunanistan ile birleşmek hayalleri ile tekrar ayaklandılar. Asilere tekrar Gümrük gelirleri ve memurları üzerine tavizler verilsede 6 ay sonra tekrar ayaklanma çıktı. Hristiyan Rum ada valisi Türk Gazetelerini kapatırken Yunanistan'a bağlanma taraftarı Rum gazeteleri kapatmıyordu. Vali azledildi ancak yerine getirilen valiler de ardı ardına görevden alındı. Zira adadaki Rumlar Türk ahaliye saldırmaya ve göçe zorlamaya başlamıştı.[218] Yunan Veliahd'ı aynı zamanda Alman kökeni olan Konstantin, Osmanlı dostu gözüken Alman kralının kızı ile evlenmek istediği Rumlar Almanya'nın Osmanlı'yı Girit'i Yunanistan'a çeyiz olarak vermeye zorlayacağı dedikodularından bahisle tekrar ayaklandı. Almanlar bunu yalanlasa da Rum Silahlı çeteler Türklerin Müslüman ahalini evlerini dükkânlarını yakıp yıktı mezarlarını yağmaladı, katliamlar yaptı.[218] Osmanlı büyük bir yığınakla 1889'da isyanı bastırıp adada sıkıyönetim ilan etti. İsyanın ele başları Yunanistan'a kaçtı. Ancak II. Abdülhamid Yunanistan'ın sözlerine güvenerek 1 yıl sonra sıkıyönetimi kaldırıp adada af ilan edip Halepa sözleşmesine dönmeyi kabul etti. Yunanistan'a kaçan isyan liderleri geri dönüp 1894'te tekrar huzursuzluk çıkardılar. II. Abdülhamid eski soylu kökenli Rum bir vali atasa da bu defada Müslüman ahali Rum valiye başkaldırdı. Ardı ardına valiler değişti. İstanbul'daki altı büyük devletin sefirleri aynı zamanda Abdülhamid'i Girit için bir 'Islahat Programı'na razı ettiler. Padişah, 25 Ağustos 1896'da imzaladığı bu ıslahat programıyla, büyük devletlerin yani İngiltere, Almanya, Rusya, Fransa, Avusturya ve İtalya'nın onayını aldıktan sonra beş yıl süre ile adaya bir Hristiyan vali tayin etmeyi, memurların üçte ikisinin Hristiyanlar arasından seçilmesini, memurları valinin tayin etmesini, Ada halkının seçeceği Meclis'in bütçe ve kanunlar çıkarmasını, altı devletin ada üzerinde müdahale hakkı olduğunu ve konsolosları aracılığıyla bu şartların uygulanıp uygulanmadığını kontrol etmesini kabul ediyordu.[218] Ancak Yunanistan bu antlaşmayı kabul etmeyip 1897'de büyük bir ayaklanma daha çıkardı ve Girit dahil her yerde seferberlik ilan edip asker topladı Osmanlıların Girit haricinde Yunanistan ile komşu pek çok noktasında sınır karakollarına saldırdı. Osmanlı askerleri katledildi, bu arada Girit' te Avusturya-Macaristan, Rusya, İngiltere'de dahil büyük güçler de ortak donanma kurup, donanmaları ile bu olaya dahil oldular, hem Rum isyancılara ve hem de Girit çevresine bombardımanlar yaptılar, karşılıklı çatışmalar başladı, İngilizler dahil bir kısım Büyük Güçler, Hanya başta olmak üzere Girit'in belli yerlerine çıkarmada dahi bulundular. Oluşan bu kargaşa ve kaos ortamında Osmanlı, Yunanistan'a harp ilan etti.[219] Osmanlı-Yunan Savaşı (1897) başladı.
Osmanlı Ordusu, Yunan Ordusunu Melouna,Velestin ve Dömeke'de ardı ardına bozguna uğrattı. Teselya'da Yunan savunması çökünce Atina yolu Osmanlı'ya açıldı. Ancak Osmanlı kuvvetleri Büyük güçlerin araya girmesi ile Atina yakınlarında şehre girmeden engellendi. Varılan anlaşmada Berlin Antlaşması ile kaybettiği Teselya'nın kendisine geri verilmesini isteyen savaşta büyük bir zafer kazanan Osmanlı sadece Teselya sınırından 55 km² toprak kazancı ve 4 milyon lira savaş tazminatına razı olmak zorunda kaldı.[218][219]
Dahası bu zafere rağmen kısa süre sonra 3 ay bile geçmeden II. Abdülhamid Büyük güçlerce Girit'te büyük tavizler vermeye zorlandı. Bunun içinde Müslümanların Girit'e sözde isyanı bastırmak için gelen büyük güç filosuna karşı isyan çıkarmaları gibi bahaneler ileri sürüldü. Oysaki Girit'te sözde çıkan isyanı Osmanlı takviye kuvvet göndermeden iş çok boyutlu bir savaşa evrilmeden bastıracağını söyleyen Uluslararası Filo pek çok sefer Yunan isyancılarla uğraşmak zorunda kalmıştı. Osmanlının savaş alanında kazandığı zafer, bu şekilde adeta diplomatik bir bozguna dönüştürüldü. Gizlice yapılan ve halktan bir süre padişahça gizlenen anlaşma ile Osmanlı kuvvetleri adadan tümden çekilecek, ada büyük güçlerden oluşan bir komisyona bırakılacak, adanın gelirleri tümden adaya kalacak, Hristiyan bir vali adaya atanacaktı. Anlaşma gizli tutulsa da imzalandıktan hemen sonra Rumlar tekrar ayaklanıp bölgedeki Müslüman ahaliyi tekrar katledip göçe zorladı, Müslüman ahali de karşı koydu. Rus imparatoru anlaşmanın üzerinden kısa bir zaman geçtikten sonra Yunan Kralı'nın ikinci oğlu Georges'un vali olarak atanmasını istedi. Osmanlı bu karara direndi. Neticede Osmanlı adayı boşaltmak istemesede adaya dayanan Rus, İngiliz, Fransız gemileri adayı kuşatmıştı. Yabancı devletler Osmanlı Devleti'ne 48 saat süre tanımışlar, çaresiz kalan Abdülhamid baskıya boyun eğmiş ve Girit'in boşaltılması emrini vermişti. Adada Kandiya Kalesi'nde sembolik olarak sallanan Osmanlı Bayrağı'ndan başka Osmanlı varlığı kalmadı. Alınan bu kararlarda Osmanlı ordusu İngiliz, Rus, Fransız ve İtalyan hükûmetlerinin desteğiyle adadan çıkmaya zorlanmıştır. Almanya ve Avusturya-Macaristan bu konuda daha ziyade çekimser kalmıştır.[219] Girit sembolik olarak Osmanlı elinde ama esasında İngiliz Rusların başı çektiği Osmanlı'nın hiçbir söz hakkının olmadığı bir komisyonun yönetimine geçmiş oldu. Ütopik sözde Osmanlı'ya bağlı ama fiilen tamamen Uluslararası bir donanma ve askerlin kontrolünde bağımsız bir Girit Devleti kurulmuştu. Son karışıklıklardan Müslümanları sorumlu tutan komisyon kurduğu mahkeme ile müslümanları cezalandırma ve göçe zorlama yolunu tercih etmişti. Dahası komisyonca 1898'te Yunan Kralı'nın ikinci oğlu Georges Rus İmparatoru'nun arzusuna uygun şekilde adaya vali olarak atanmasına karar verilip,istek Babali'ye bildirildi.Osmanlı bu kararı tanımak zorunda kaldı. 1905'te Rumlar tekrar ayaklandı Yunanistan'a bağlanmak istediklerini söylediler. Girit Milli Meclisini toplayıp adayı Yunan Bayrakları ile donatıp bu yönde karar çıkardılar. Ancak talepleri Büyük Güçlerce reddedildi. Bununla birlikte Büyük güçler isyanı bastırmalarına karşın bastırana kadar bölgede kalan Müslüman ahaliye katliamlara seyirci kaldılar. İsyan liderleri Venizelos ve savunucuları Yunanistan'a gönderildi. 1908'te 2. Meşrutiyet sırasında tekrar Milli meclis karar alsa da II. Abdülhamid'den kısa süre sonrası büyük güçlerin kuvvetlerinin Yunanistan lehine Girit'ten çekilmesiyle, 27 Temmuz 1909 tarihinde fiili olarak; I. Balkan Savaşı'nın kaybedilmesi akabinde 1913'te Girit resmi olarak da Yunanistan'a verildi.[218]
Kuveyt'in Özerkliğini Kazanması (1899) ve Arabistan'daki olumsuz gelişmelerDeğiştir
Berlin Antlaşmasından sonra Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma politikasından vazgeçen İngiltere, Basra bölgesindeki faaliyetlerini farklı bir boyutta daha da artırmıştır. 1881 tarihli belgeden anlaşıldığına göre İngiltere’nin Basra’dan Necid’in sonuna kadar olan Osmanlı sahilinde nüfuzunu artırdı. 1885’e gelindiğinde İngiltere ve İran arasında Basra’nın İran’a bırakılması hususunda gizli bir anlaşma yapıldı. Yine Musul ve Basra ve Irak'ta Abdülhamid dönemi boyunca çıkacak asayiş sorunları,aşiret problemlerine,Şii sünni aşiret problemlerine de zemin hazırlanmıştır.[220] Zaten İngiltere’nin 1880’lerden itibaren Basra’daki faaliyetlerinin boyutunu 1880’de Bahreyn Şeyhi (El Halifa ailesi) ile yaptığı anlaşma göstermektedir. Buna göre Osmanlı Devleti’nin burada hâkimiyetinin bulunmadığı iddia edilmekte ve Bahreyn’in bağımsızlığı istenmektedir. Daha sonra bu siyasetini bölgedeki diğer şeyhliklere de uygulamış ve şeyhlikler de İngiltere’den başka herhangi bir hükûmetle ilişki kurmayacaklarını taahhüd etmişlerdir. Ayrıca buradaki aşiretlere ve kabilelere cephane ve silah satarak onları isyana hazırlamıştır.[221]
İngilizlerin özel olarak desteklediği yerlerden biride Kuveyt Emirliğidir. 1871’den beri, Osmanlı makamları tarafından Bağdat vilayetine ve daha sonra Basra’ya bağlı bir kaza olan Kuveyt’te, “Kaymakam” Şeyh Muhammed bin Sabah üvey kardeşi Mübarek bin Sabah tarafından öldürüldü (Mayıs 1896). İngilizlerin “Basra bölgesindeki nüfuzlarını arttırma teşebbüsleri” içinde bulunduğu ve niyetlerinin Cebel Şammar, Necid, Katar, Bahreyn ve Kuveyt’i içine alan bir “Arap konfederasyonu” kurmak olduğu endişesi taşıyan Bâbıâlî, uzun müzakerelerden sonra Aralık 1897’de, Mübarek’in “Kuveyt Kaymakamlığını” tasdik etmiştir.[136] Esasında Kuveyt emirliği Osmanlı'ya bağlı olmakla beraber idarede bağımsız sayılabilecek bir durumdaydı. Vergi vermeyen Kuveyt'te Osmanlı Devleti tarafından tayin edilen bir kadı bulunurdu. Kuveyt Emiri Mübarek el-Sabah, 23 Ocak 1899 tarihinde İngilizlerle gizli bir anlaşma imzaladı.[222][223] Bu anlaşmaya göre Kuveyt, İngiliz hükûmetinin izni olmaksızın hiçbir ülkenin siyasi temsilcisini kabul etmeyecek, topraklarından herhangi bir parçayı İngiltere'den başka bir devlete terk etmeyecek veya kiralamayacaktı.[224] Bunun karşılığında çeşitli yardımlar ve silah alacaktı. Bu anlaşmayı kabullenemeyen Osmanlı ise İngilizlerle anlaşan Kuveyt Emiri'ne karşı rakibini destekledi. Almanların etkisiyle II. Abdülhamid, Osmanlının himaye ettiği Reşidilerden yani Cebel Şammar Emirliği'nin Kuveyt'e saldırmasını emretti.[225] II. Abdülhamid'i bu işe yönlendiren Alman İmparatoru, bu defa II. Abdülhamid'e başvurarak askerî birliklerini geri çekmesini istedi.[225] Bu olaydan sonra Kuveyt'teki İngiliz nüfuzu dokunulmazlık kazanmış kadar oldu.[225]
Öte yandan Kuveyt'in özerklik kazanması ve İngiliz hakimiyetinin güçlenmesi bölgede Osmanlı için çok daha büyük sorun olarak Abdurrahman bin Faysal bin Türkî el-Suud ve oğlu Abdülaziz bin Abdurrahman el-Suud (İbn Suud) sorununun doğmasına neden oldu. Zira Osmanlılar, Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile birlikte Diriye Emirliği'ne (1.Suud devleti) 1818'de son verdikten sonra Vehhabilik ve emirlikten arta kalanlar Osmanlı hakimiyetini ve vergi ödemeyi kabul edip 2.Suud Devleti olarak bilinen başkenti Riyad olan Necid Emirliği'ni Necid bölgesinin bir kısmında kurdular. Bununla birlikte 1.Suud devletinin ele geçirdiği Hail Emirliğinin ardılı ve Suud emirliği ile bu sebeple sürekli çatışma halinde ve Osmanlı'nın aynı zamanda vassalı olan Reşidiler'in kurduğu Cebel Şammar Emirliği Necid Emirliği'ni ardı ardına bozguna uğrattı ve II. Abdülhamid'in iktidarında Mulayda Muharebesi ile 1891'de Riyad'ı ele geçirip Necid Emirliği'ne son verdi. Necid bölgesinin tümden emiri haline geldi. Cebbel Şammar Emirliği Osmanlı hakimiyetini tanımakla ve büyük ölçüde desteğini almakla birlikte bölgenin hakimi Muhammet bin Abdullah Al Reşid ve sonrası oğlu ʿAbdulazīz bin Mutaib ("İbn Reşid")'in politikası bütün çevre emirliklere gücünü yayma peşindeydi. Reşîdî emirlerinin ekonomik gücü Osmanlı Devleti’nden gelen malî destek, vahada sahip oldukları geniş araziler, Cebelişemmer çevresinde siyasî hâkimiyetlerini kabul ettirdikleri kabilelerden topladıkları, hac ve ticaret kervanlarından aldıkları vergiler sayesinde giderek artmaktaydı ve Reşidi Emirlerinin güçlenmesi Vehhâbî-Suûdî ittifakına karşı Osmanlı lehinde önemli bir gelişmeydi. Ancak Osmanlı'yı endişelendiren sorun bu ilerlemelerin İngilizlerin desteklediği diğer emirlikler üzerine yayılarak dış müdahaleye sebebiyet verme korkusuydu. Zira ele geçirilen Riyad ve Necid bölgesindeki 2.Suud Devletinin şeyhi Abdurrahman bin Faysal bin Türkî el-Suud oğlu İbn Suud olarak bilinen Abdülaziz bin Abdurrahman el-Suud tüm aile fertleri ile önce Bahreyn'de El Halife ailesinin yanına oradan Kuveyt emirliğine kaçmıştı. Yine 1890'da Cebel Şammar Emirliği'nin Kuveyt üzerine yürüyeceği söylentileri ayyuka çıkmıştı.1899'un hemen öncesinde II. Abdülhamid'in Cebel Şammar Emirliği'nin İngilizlerle işbirliği halindeki Kuveyt emirliği üstüne yürümesinin istenmesi ancak bunun olmayıp Kuveyt'in 1899'da özerk konuma gelmesi ve Osmanlı'nın bunu engelleyememesi neticesinde Kuveyt Emiri'de, Reşidilerin rakibi emirliğe sığınan İbn Suud ve babası ile işbirliği içerisine girdi. Hep beraber İngiliz desteğinden güç alarak Osmanlı'nın vasalı Reşidilerle mücadeleye başladılar. Kuveyt Emiri Mübârek es-Sabâh, Reşîdîler’e ait büyük bir kervanı ele geçirerek ilk önemli darbeyi vurdu. Yine Mübârek es-Sabâh’ın kuvvetleri, Müntefik aşireti reislerinden Sa‘dûn ve İbn Suud ve babasının kuvvetleriyle birlikte Reşîdîler’e karşı saldırıya geçti ancak Cebel Şammar Emirliği Sarif Muharebesi'ni kazanarak onları püskürttü. Fakat 1902'de, 1901 yılında Sarif yenilgisi sonrası babası gibi Kuveyt'e dönmek yerine Necid'de kalıp gizlenmeyi başaran mücadeleyi sürdüren İbn Suud, Mübarek es-Sabah'dan aldığı az sayıda askerle 15 Ocak 1902 sabahında Riyad'daki, Reşidi Garnizonuna ve bu bölge yöneticisi Ajlan'a baskın yaptı. Riyad Muharebesi denen bu baskın neticesinde Ajlan öldürülmüş ve Reşidi yöneticisinin öldürülmesi akabinde garnizondaki askerler panikleyip dağılmış veya esir düşmüştür. Neticede Riyad, İbn Suud'un eline geçmiştir.[226] Babası Abdurrahman Riyad'a gelip İbn Suud ona sadakatini sunsa da, babası Muhammed bin Abdülvehhâb'ın kılıcını ona verip bu yerlerin şeyhinin kendisini olacağını söyleyip tam aksine ona bağlılığını sundu.[227][228] İleri de çevre emirlikleri ele geçirip Suudi Arabistan halini alacak Necid ve Ahsa Emirliği böylece kurulmuş oldu. İbn Suud, Dilam Şehrini'de ele geçirdi. Reşidiler Riyad ve çevresini geri almaya dönük saldırıya geçselerde 27 Ocak 1903'de Dilam Muharebesi'de Suud galibiyetiyle bitti.[229] Osmanlı İmparatorluğu, 1904'de onu Riyad kaymakamı olarak tayin ederek durumu kabul etmek zorunda kaldı.[230][231] Öte yandan Suud ilerlemesi karşısında II. Abdülhamid Reşidiler'e destek için asker gönderdi. Osmanlı destekli Reşidiler İbn Suud ile tekrar çatışmalara girse de yenilgiye uğradılar. 12 Nisan 1906'da Reşidiler emrinde Osmanlı kuvvetleri ile birlikte, Kuveyt ve İngiliz destekli İbn Suud Kuvvetlerine karşı El-Kasim bölgesinde Rawdat Muhanna Muharebesi'ne giriştiler. Muharebe Cebel Şammar Emirliği'nin şeyhi Abdulaziz bin Mutaib El Reşid'in (İbn Reşid'in) ölümü ve Osmanlı Reşidi yenilgisi ile sonuçlandı. Osmanlılar Necid ile El-Kasım Bölgesi'nin hakimiyetini çok büyük ölçüde kaybetmiş oldular;Reşidiler de en önemli liderlerini kaybetmiş oldular. Bir yıl sonra 24 Eylül 1907'de Tarafiyah'da İbn Suud'a sırt çeviren El Kasim Emiri ve Reşidiler Osmanlı askerleri ile tekrar karşısına çıksada muharebe Suud üstünlüğü ile sona erdi, böylece İbn Suud Necid'de ve El Kasim'de hakimiyetini iyice sağlamlaştırdı. Öte yandan İbni Reşid’in ailesi Medine’ye kaçarak bir müddet sonra toplanmış, Necid içlerinde eski idare merkezi Hail’i ve çevresini elde tutabilmişlerdir. Reşidiler geleneksel gücü dikkate alınarak Osmanlı hükûmeti tarafından kaymakam tayin edilmiş ve maaş tahsis edilmiştir. II. Abdülhamid sonrası Nisan 1913'te ise Suudi dini İhvan kuvvetleri ile İbn Suud Osmanlı garnizonunu basıp El-Ahsa'yı ele geçirir. Sonrasında ise I. Dünya Savaşı'nda İbn Suud, Reşidileri ileri sürüp, tarafsız kalacağını belirtip İngilizleri açıktan desteklemeye devam etmiştir. Reşidiler ise, savaş boyunca Osmanlı Devleti'nin yanında yer almış ve Irak cephesinde Osmanlı ordusuna hayli hizmetlerde bulunmuştur. Ancak Osmanlı Devletinin yenilgisi ve Arabistan'dan çekilmesi akabinde 1921'de başkentleri de dahil kalan tüm toprakları İbn Suud'un eline geçecektir.[230]
Arabistan'da diğer bir sorunda Hicaz Vilayeti'nde, II. Abdülhamid sonrası I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı'ya isyan edecek Haşimoğulları'ndan Şerif Hüseyin (Hüseyin Bin Ali) konusunda olmuştur. Şeriflik Osmanlı döneminde Arap Yarımadasının batı kısmında yer alan, Mekke ve Medine şehirlerini kapsayan Hicaz bölgesinin yönetimine verilen isimdi. Mekke Şerifliği geleneksel olarak İslam peygamberi Muhammed'in torunu Hasan bin Ali'nin soyundan gelen şerifler tarafından yönetilirdi. Osmanlılar bölgeye gelince bu duruma Memlüklüler gibi onlarda uydular ve Mekke Şerifliği 1845 yılına kadar devam etti, 1845 sonrası burası Hicaz Vilayeti halini alsa da Mekke'de Şerifler görevine, güçlerini korumaya Osmanlının atanan komutanları ve valileri ile bir devam etti. Şerif Hüseyin’in amcası Avnürrefik Paşa, II. Abdülhamid'ce 1882 yılında Mekke Emiri olarak ölen şerifin yerine atanmıştır. Ancak kısa zaman sonra Şerif Hüseyin ve amcası arasında çıkan şiddetli tartışma ve kavgalar neticesi gelen şikayetler akabinde 1892'de Şerif Hüseyin, II. Abdülhamid'ce İstanbul'a çağrılır. 1908'e kadar İstanbul'da tutulur. Avnürrefik Paşa, dönemin Hicaz valisi Ahmet Ratıb Paşa ile birlikte hareket edip herhangi Osmanlı devletince bir şikayete meydan vermeden 1904 yılındaki ölümüne kadar Mekke Emirliği görevini yürütmüştür. Ancak Şerif Avnürrefik Paşa'nın rüşvet ve hac paraları vs. konuda pek çok yolsuzluğu bulunduğu, Şerif Hüseyin ile kavgalarının nedenlerinden birinin bu olduğu iddia edilmektedir.[232] 1904 yılında Mekke Emiri Şerif Avnürrefik ölünce Şerif Hüseyin, boş kalan pozisyon için girişimde bulundu. Hüseyin’in yanı sıra İstanbul’da yaşamakta olan diğer iki şerif Abdulilah ve Ali Haydar da adaylıklarını koymuşlardı. Ancak Hüseyin’in kayınbiraderi Ali b. Abdullah emirliğe getirildi. Mekke Emiri Şerif Ali 1908 yılında bölgedeki karışıklar sebebiyle görevinden alınmış, yerine amcası Şerif Abdulilah atanmıştı. Ancak Abdulilah, görevi için Mekke’ye gitmeden önce İstanbul’da yaşamını yitirdi. Bu durumda Mekke emirliğine adaylık bakımından Şerif Hüseyin’in önü açıldı. II. Abdülhamid Şerif Hüseyin'i atamış ve böylece I. Dünya Savaşında Şerif Hüseyin'in isyanı ve Osmanlı'yı arkadan vurmasının önü açılmıştır.[232] Ancak II. Abdülhamid'ce, Şerif Hüseyin'in kendisi tarafından mı atandığı yoksa İttihatçılarca mı yoksa İngilizlerin nüfuzu kullanıp onu etkilemek suretiyle mi atattırıldığı da bir muammadır.[232] Zira bir görüşe göre II. Meşrutiyet akabinde Şerif Hüseyin, İttihat ve Terakki partisinin kendisi, Sultan Abdülhamid’in kendisinden hoşlanmadığını bildikleri, kendi yanlarında olacağı düşünüldüğü için Şerif Hüseyin’i Mekke emiri olarak atanmasını sağlamıştı. Sultan keskin basireti sayesinde Şerif Hüseyin’in böylesi önemli bir makama getirilmesinin yalnızca bürokratik bir durum değil, karşıt bir güç ve olası bir tehlike oluşturacağını söylemiştir. Fakat Sultan’ın uyarıları görmezden gelinerek Hüseyin Hicaz’a gönderilmiştir. Diğer bir iddiaya göre ise huzura kabulü sırasında Sultan, Şerif Hüseyin’e “Sendeki kabiliyetlerden faydalanmamı engelleyenlerin Allah müstahakını versin. Şu devleti ele geçiren güruha bir türlü güvenemiyorum” demiş, Şerif Hüseyin ise karşılık olarak kendi sadakatini sunmuş, yolunun ona feda olduğunu ve 2.Meşrutiyetçileri kendisinin de sevmediğini söyleyip, bu şekilde sultanın gözüne girip bu atamayı sağlamıştır. Şerif Hüseyin’in İngilizlerin tesiriyle atandığını öne süren üçüncü görüşe göre ise, İngiltere 1908’de Meşrutiyet’in ilanını fırsat bilerek Bab-ı Ali üzerindeki nüfuzunu kullanmış, onun atanmasının İngiliz- Osmanlı dostluğu açısından iyi olacağı dürüstlüğünün herkesçe bilindiği yönünde propagandalarla Sultan Abdülhamid’e bu atamayı onaylattırmıştır. Abdülhamid bu işte tereddüt etse de Sadrazam Kıbrıslı Kamil Paşa başta olmak üzere, Bab-ı Ali’deki bazı üst düzey İngiliz etkisindeki devlet adamlarının tesiriyle onun sadakatine dürüstlüğüne kefil olduklarını bildirmeleri ile atama konusunda ikna olmuştur. Şerif Hüseyin’in atamasını onaylamasına rağmen Sultan, emirin sadakatinden şüphe duymaktaydı ve Hüseyin’in hilafeti kendi eline almaya çalışacağından dolayı Hicaz’ın artık bir Türk vilayeti olmayacağını ve Araplar üzerindeki Türk nüfuzunun ortadan kalkacağını öngörebilmekteydi.[232]
II. Abdülhamid'in hatalarına karşın o dönem 32.yılını dolduran iktidarında birikim ve tecrübe edinebileceği göz önünde tutulursa bu atamada tereddüt edip bu işin İttihatçılarca veya İngiliz nüfuzu ile yaptırıldığı II. Abdülhamid'in ise atama yapmayı başta kabul etmediği hususunda 1. ve 3. görüşü savunanlar daha kabul görmektedir. Bununla birlikte her kim tarafından olmuşsa olsun bu atamanın Osmanlı Devletinin hayrına olmadığı kesindir.[232][H]
Amerika Birleşik Devletleri ve Filipinler (1899)Değiştir
İspanya-Amerika Savaşı sonrası ABD Filipinler'i İspanya'dan almıştı. Ancak Filipinliler İspanya gibi ABD'ye karşı da bağımsızlık savaşı başlattılar. 1899'da ABD Dışişleri Bakanı John Hay, ABD'nin Osmanlı Büyükelçisi Oscar Straus'tan, Sultan II. Abdülhamid'e, Filipinler'deki Sulu Sultanlığı'nda yaşayan (Moroların bir kolu olan) Müslüman Tausug halkının İspanyollara karşı Amerikan egemenliği ve askeri yönetimine itaat etmesi için halife olarak buyruk vermesi talebinde bulunmasını istedi. Abdülhamid Straus'un talebini kabul etti ve Mekke üzerinden Sulu'ya gönderilen mektubu yazdı. Sonuç olarak, "Sulu Müslümanları ... isyancılara katılmayı reddettiler ve kendilerini ordunun kontrolü altına aldılar, böylece Amerikan egemenliğini tanıdılar."[233][234] ABD Başkanı McKinley, 56. ABD Kongre'sinin Aralık 1899'daki ilk oturumunda yaptığı konuşmada, Sulu Sultanı ile yapılan anlaşma 18 Aralık'a kadar Senato'ya sunulmadığından, Osmanlı İmparatorluğu'nda II. Abdülhamid'in Sulu Moros'daki barışın sağlanmasındaki rolünden bahsetmedi.[235] Sultan Abdülhamid'in "pan-İslamcı" ideolojisine rağmen, Straus'un Sulu Müslümanlarının, Batı ile Müslümanlar arasında düşmanlık yaratmaya gerek duymadığı için Amerika'ya direnmemelerini söyleyen yardım talebini hemen kabul etmişti.[235] Amerikan ordusu ile Sulu saltanatı arasındaki işbirliği, Sulu Sultanı'nın Osmanlı Padişahı tarafından ikna edilmesinden kaynaklanıyordu.[236]
Bu hususla ilgili bir ABD devlet görevlisi olan, John P. Finley şunları yazmıştır:
“ | Bu gerçekleri gereği gibi değerlendirdikten sonra, Sultan, halife olarak Filipin Adaları'ndaki Müslümanlara, dinlerine herhangi bir müdahale olmaksızın, Amerikalılara karşı herhangi bir düşmanlığa girmelerini yasaklayan bir mesaj gönderilmesine neden oldu. Amerikan yönetimi altında izin verilecekti. Morolar bundan daha fazlasını asla istemediklerinden, Filipin ayaklanması sırasında Aguinaldo (Filipin'in önce İspanya sonra ABD karşısında bağımsızlığı için mücadele eden kahramanı) ajanları tarafından yapılan tüm teklifleri reddetmeleri şaşırtıcı değil. Başkan McKinley, yaptığı mükemmel iş için Bay Straus'a kişisel bir teşekkür mektubu gönderdi ve başarısının ABD'nin sahada en az yirmi bin askerini kurtardığını söyledi.[237][238] | „ |
Halife konumundayken, Amerikalılar Filipinler'deki savaşları sırasında Müslümanlarla anlaşmalarına yardımcı olmaları için Abdülhamid'e yanaştı[239] ve bölgenin Müslüman halkı, Abdülhamid'in Amerikalılara yardım etmek için gönderdiği emre uydu.[240][241][242] Amerikalıların Moro Sulu Sultanlığı ile imzaladığı ve Saltanatın içişleri ve idaresinde özerkliğini garanti eden Kiram- Bates Antlaşması, aradan 5 yıl bile geçmeden, ABD'nin Emilio Aguinaldo'nun başlattığı bağımsızlık savaşında Filipinlileri bozguna uğratıp savaşa sonra vermesi akabinde bizzat ABD tarafından Moroland'ın işgali ile ihlal edildi.[243] ve Moro İsyanı (1899-1913)'nın patlak vermesine neden oldu. Şiddetli savaş 1904'de Moro Krateri Katliamı gibi Moro'daki Müslüman kadın ve çocuklara karşı işlenen vahşet eylemleri ile ABDlilerce bastırıldı.
Kısacası II. Abdülhamid bu yardımıyla hem Filipinler'in Moro Müslümanları ile birleşip ABD'ye karşı bağımsızlık savaşının başarıya ulaşmasını engellemiş; hem de bölgede Sulu, Lanao ve Maguindanao Sultanlığı gibi Müslüman Moro devletlerinin sona ermesini ABD'nin eline geçmesini sağlayanlardan biri olmuştur.
Alman desteği ve Çin Boxer Ayaklanması'nda Osmanlı faaliyetleri (1899-1901)Değiştir
Üçlü İtilaf - Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya - Osmanlı İmparatorluğu ile gergin ilişkiler sürdürdü. Abdülhamid ve yakın danışmanları, İmparatorluğun bu büyük güçler tarafından eşit bir oyuncu olarak görülmesi gerektiğine inanıyordu. Sultan'ın görüşüne göre, Osmanlı İmparatorluğu bir Avrupa imparatorluğuydu ve Hristiyanlardan çok Müslümanlara sahip olmasıyla belirgindi. Zamanla Fransa (1881'de Tunus'un işgali) ve İngiltere'den (1882'de Mısır'da fiili kontrolün kurulması) gösterilen düşmanca diplomatik tutumlar, Abdülhamid'in Almanya'ya yönelmesine neden oldu.[244] Alman Kayzeri 2. Wilhelm, İstanbul'da iki kez Abdülhamid tarafından ağırlandı; ilk olarak 21 Ekim 1889'da ve dokuz yıl sonra 5 Ekim 1898'de. (II. Wilhelm daha sonra 15 Ekim 1917'de V. Mehmed'in konuğu olarak İstanbul'u üçüncü kez ziyaret etti). Alman subayları (Baron von der Goltz ve Bodo-Borries von Ditfurth gibi) Osmanlı ordusunun örgütlenmesini denetlemek için görevlendirildi. Alman hükûmet yetkilileri, Osmanlı hükûmetinin maliyesini yeniden düzenlemek için getirildi. Ek olarak, Alman İmparatoru'nun üçüncü oğlunu halefi olarak atama konusundaki tartışmalı kararında II. Abdülhamid'e danışmanlık yaptığı söylentisi vardı.[245] Ancak Almanya'nın dostluğu karşılıksız değildi ve çıkar üzerine kurulu yanı vardı; Almanya'ya yardımı karşılığında demiryolu ve kredi imtiyazları sağlanıyordu. 1899'da, önemli bir Alman arzusu olan Alman mallarının Ortadoğu ve Afrika bölgelerine rahatça satım ve dağıtımını da hedefleyen bu yönde gerek Alman ve gerek Osmanlı arzularının örtüştüğü Berlin-Bağdat demiryolunun inşası sultanca kabul edildi.[244]
Öte yandan bu ittifakı sınayan olaylarda ortaya çıktı. Bunlardan birinde Alman İmparatoru 2. Wilhelm Çinde sömürgelerinde Çinli Müslüman birlikleriyle sorun yaşadığından Sultan'dan yardım istedi. Boxer Ayaklanması sırasında, Çin Gansu Ordusuna bağlı Çinli Huili Müslümanlardan oluşan Kansu Braves (Gansu Cesurları) birlikleri, ülkelerini ekonomik açıdan sömüren, sömürgecilik yapan diğer Sekiz Devlet İttifakı güçlerinin içindeki Alman Ordusuna karşı da savaştı ve onları da bozguna uğrattı. Müslüman Kansu Braves ve Boxerleri, 1900 yılında Seymour Seferi'nde Langfang Muharebesi'nde Alman yüzbaşı Guido von Usedom liderliğindeki İttifak kuvvetlerini yendi ve Uluslararası Elçilik Kuşatması sırasında kapana kısılmış İttifak kuvvetlerini kuşattı. İttifak güçleri, Pekin Muharebesi'nde Çinli Müslüman birliklerle savaşmayı ancak Gazale Seferi'ndeki ikinci girişimde başardı. Kayzer Wilhelm, Çin Müslüman birliklerinin Boxerlerle birlikte bu başarıları karşısında o kadar telaşlandı ki, Abdülhamid'den Müslüman birliklerin savaşmasını durdurmanın bir yolunu bulmasını istedi. Abdülhamid, Kayzer'in taleplerini kabul etti ve 1901'de mirliva Hasan Enver Paşa'yı (Enver Paşa ile karıştırılmamalıdır. Bu kişi Prusya'nın Polonya'yı işgali üzerine başlayan ayaklanmaya katıldıktan sonra Osmanlı'ya sığınan ve Mustafa Celaleddin adını alarak Osmanlı ordusunda görev yapan Kostantin Borzecki'nin oğludur) Çin'e gönderdi,[246] ancak o zamana kadar isyan bitmişti.[247][248][249][250][251] Neticede heyet kısa zaman sonra geri döndü. II. Abdülhamid, Avrupa uluslarına karşı bir çatışma istememekteydi ve Osmanlı İmparatorluğu, Alman yardımını almak için kendini Almanlara sevdirdiği için, Çinli Müslümanlara Çin'den yabancı güçlerin atılması için mücadele veren boksörlere yardım etmekten kaçınmaları yolunda Osmanlı Halifesi sıfatıyla II. Abdülhamid tarafından bir beyanat yayınlandı ve bu beyanat İngiliz yönetimindeki Mısır ve Müslüman Hint gazetelerinde basıldı.
Theodor Herzl ile görüşmesi (1901)Değiştir
Öncelikle Yahudiler ve Hristiyanların Filistin'den toprak alıp satmalarına ilişkin yasaklar ve bu bölgede göçün engellenmesine yönelik tedbirler sadece 2.Abdülhamid Dönemi'ne mahsus olarak uygulanan tedbirler değildir. Bu yasaklar yazılı kimi zaman şifahi olarak Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde de uygulanmaya çalışılmıştır. Mesela Osmanlı arşivlerinde 28 Mayıs 1851 (27 Receb 1267) tarihli bir bölge eyalet meclisi kararı, Müslümanların toprak satmaları yasak olduğu hâlde bu yasağa dikkat etmeyen görevlilerin hükûmete bildirilmesini istemektedir.[252] Öte yandan Babıali'ce Kudüs mutasarrıfına gönderilen 13 Aralık 1857 tarihli bir başka yazıda yabancı uyrukluların Filistin'de hile ile de arazi satın almayacaklarını belirtip bunun engellenmesini istemektedir.[252] Ancak Osmanlı İmparatorluğu'nda yine Abdülmecid zamanında 1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunnamesi Osmanlı vatandaşı, yabancı arasında hiç bir ayrım gözetmediğinden ve mevcut boşluklardan istifade eden yabancılar 1858 sonrası pek çok yerde arazi satın alabilmiştir.[253]
Yahudilerin Filistin'e yerleştirilmesini amaçlayan faaliyetlerde ilk olarak Theodor Herzl bulunmamıştır. Herzl öncesinde 2 talepte daha 2.Abdülhamid'e bulunulmuş ancak 2.Abdülhamid ve Babıali bunları reddetmiştir. Bunlardan biri 9 Ekim 1879'da İngiliz Parlamenter Laurance Oliphand'ın Osmanlı'nın Ürdün-Lübnan-Kuzey Filistin arasında yer alan Belka sancağında 4.300 km2lik alanda Osmanlı'nın dış borçları vs.yi yine üstlenme şartlı bir Yahudi yerleşim yeri kurulmasına izin verilmesine yönelik talebidir. 9 Mayıs 1880'de Meclis-i Vükela'da bu talep reddedilmiştir. Ancak bu red cevabı yazılı hale getirilip, 2.Abdülhamid'ce Oliphand bir yemeğe davet edilerek orada nazik bir şekilde iletilmiştir.[253] Diğer ilginç durumda Laurence Oliphand'ın 1882'de göçmen sıfatıyla Osmanlı topraklarına iltica edip Hayfa'ya yerleşmesi 1888'de orada vefat etmesidir.[254] İkinci deneme ise Herzl'ın 1896'da Babıali ile ilk teması kurmasına da aracılık eden Sultan Abdülhamid için çalışan ve onunla iyi ilişkileri olan Polonyalı asilzade Philip Michael Ritter von Newlinski tarafından yapıldı. 4 Nisan 1881 tarihli Avrupa devletlerinin çıkar hesapları yüzünden ve mali durumun sıkıntıda olması sebebiyle zor durumda bulunan Osmanlı Devleti'ne, Musevilerin kendilerine Filistin'de toprak verilmesi karşılığında yardımcı olacakları ve Musevi iş adamlarının ellerinde bulunan Avrupa gazeteleri vasıtasıyla manevi destek sağlayacakları yönünde Newlinski'nin teklifi Babıali'ye bir rapor olarak iletilmiş bu rapordaki teklif de değerlendirmeye alınmamıştır.[252]
1896'da Newlinski'ye ulaşan siyonist lider Theodor Herzl onun aracılığıyla 1896'da 2.Abdülhamid ve Babıali ile çeşitli temaslarda bulundu. II. Abdülhamid kendisi ile görüşmedi ancak Filistin'e Yahudilerin yerleştirilmesi konusundaki önerisini değerlendirerek kabul etmediğini bu konuda izin veremeyeceğini bildirdi. Bununla birlikte 29 Haziran 1896'da 2.Abdülhamid'ce, Herzl'a üçüncü dereceden Mecidiye Nişanı’nı verilip bu asilzade aracılığıyla kendisine nişan iletilmiştir.[255] 1898'de de Herzl İstanbul'a gelip yine temaslarda bulunmuştur. Daha sonrasında Newlenski'nın ölümü ardından bu sefer tartışmalı bir kişilik olan buna rağmen çeşitli nedenlerle II.Abdülhamid'in yakınında bulundurduğu, temas kurduğu Arminius Vambery aracılığıyla 17 Mayıs 1901 tarihinde II. Abdülhamid ile görüştü. II. Abdülhamid ile görüşmesinden sonra tekrar ama bu sefer birinci dereceden Mecidiye Nişanı ile ödüllendirildi.[255][256][257][258] Konu hakkında Daily Mail gazetesine mülakat veren Herzl, görüşmeden duyduğu memnuniyeti vurgulayıp Yahudilerin II. Abdülhamid'den daha iyi bir dostu ve seveni olmadığını ifade etti.[256] Bunun yanında Herz defa kere daha İstanbul'a gelip 2.Abdülhamid yanında Babıali ile de görüşmüştür.[255] II. Abdülhamid, belirli bir yerde toplu hâlde olmamak şartıyla Yahudilerin Osmanlı topraklarına gelmelerini kabul etti ancak Filistin'e yerleşim konusunda bir adım atmadı.[259] Herzl'in asıl isteği ise Yahudilerin doğrudan Filistin'e yerleşmesini sağlamak idi.[256][260] Bunun karşılığında da Osmanlı borçlarının önemli bir kısmını ödeyecekti. II. Abdülhamid, Yahudilerin dağınık bir şekilde Mezopotamya'ya yerleşmelerini teklif etti ancak bu teklif Herzl tarafından kabul edilmedi. Çünkü Herzl, ilave yerleşim yeri olarak Filistin, Hayfa ve çevresini istemekteydi.[256] Konu hakkında Osmanlı Arşivleri'nde bulunan belgelerde, II. Abdülhamid'in Herzl'i huzurundan kovmadığını ve Padişahın Yahudilerin yerleşimi için Mezopotamya'yı teklif ettiğini, Herzl'in 1896-1902 yılları arasında defa kere kendisinin İstanbul'a gelip Padişah ve Babıali ile görüşmeler yaptığını göstermektedir.[259][260]
Öte yandan 2.Abdülhamid'in talihsizliği Filistin açısından hem Yahudi siyonist hareketinin resmi olarak doğup Yahudileri, Filistin'e göçe teşvik ettikleri ve buna da İngilizlerin kendi çıkarları için destek çıktığı ama öte yandan Avrupa'da Yahudi düşmanı antisemitist şiddet hareketlerinin görülmesi ve akabinde ürken Yahudilerin kendi topraklarından ayrılıp Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere, ABD, Kanada gibi ülkelere kaçtıkları zamanın kesiştiği anlardan birine saltanatının denk gelmesidir. Zira 1880 ve sonrasında Rusya ve Avrupa'da Yahudi aleyhtarı hareketler ve saldırılar neticesinde bu ülkelere büyük bir Yahudi göçü oluşmuştur. "Aliyah" denen 1881-1891 yılları arasındaki ilk dalga göçmen akınında Rusya'dan 145.000 Yahudi; 1892 sonrası 2.dalga da ise 500.000 Yahudi bu ülkelerin topraklarına mülteci olarak göçmüştür. 2.Abdülhamid ve Babıali, Osmanlı uyruğu taşıyan Yahudileri kabul etmekle birlikte gelen Yahudi mültecileri de kabul etmiş ancak onları Aydın İzmir gibi vilayetlere yerleştirmiş Suriye ve Filistin topraklarına yerleştirmemek için tedbirler almaya başlamıştır. Arazi Kanunnamesinde bir madde değiştirilerek 1883'te Ecnebi uyruklu Yahudilerin emlak satın alması yasaklanmıştır.[254] Ancak bu sefer hileli yollarla Filistin ve Suriye'ye yerleşmeye başladıkları tespit edilince bununla ilgili de ek önlemler alındı.[252] Hatta, Hac için Kudüs'e giden bazı Musevilerin izini kaybettirip buraya yerleşmeye çalıştıkları ortaya çıkınca bu defa Hac yönünden sürenin en fazla 3 ay olacağı bu sürenin geçirilmesi halinde ilgililerin mahalli otoritelerce topraklarından çıkarılmasına yönelik sınırlamalar getirildi.[254] Ancak özellikle İngilizlerin Yahudilerin adına Filistin'de gayrimenkul alması gibi etkenlerden 2.Abdülhamid'in Filistin'e yönelik çabalarının başarılı olduğu söylenemez. Zira 1908'de Filistin'deki Yahudi nüfusu 1876'ya göre tam 3 kat artarak 80.000 kişiye çıkmıştır.[254] 1882'de 6 yerleşim yeri ile sınırlı olan 22.530 dönüm olan Musevi arazisi 1900'de 218.170 dönüme ve 22 yerleşim birimi 705 çiftliğe çıkmıştır.[253] 1908'de yerleşim yeri sayısı 33'e ulaşmıştır.[254] 2.Abdülhamid son olarak 31 Mart olayının hemen öncesinde 4 Nisan 1909'da olduğu gibi Kudüs'teki Masfara arazisi ve bir kısım arazilerin bedeli karşılığında veya bedelsiz hususi emlâkına kaydedilmesini de sağlayarak Filistin'den Yahudilerin arazi alımını engellemeye çalışmıştır.[252]
2.Abdülhamid ardından Osmanlı arşivlerinden de görüldüğü kadarıyla, iddiaların [261] aksine belki çok kısa bir süre yasaklar gevşetilse de 20 Haziran 1909 tarihli Meclisi Vükela kararı ve Filistin'de yabancılara toprak satışını yasaklayan kanun, 8 Kasım 1909 tarihli Hac için Filistin'e gelen Musevilerin yerleşmelerinin engellenmesi tezkeresi, 11 Ocak 1914 tarihli sahte kimlikle Kudüs'te arazi satın alan Musevilerin engellenmesi ve 25 Ocak 1914 tarihli Filistin'e Gelen Yahudilerin uzun süre kalmasının engellenmesi yolunda Dahiliye Nezareti yazılarında olduğu gibi [252] özellikle Talat Paşa'nın da çabaları ile 2.Abdülhamid'in koyduğu Filistin yasakları, aynen sürdürülmüş ancak Filistin topraklarına Yahudilerin kaçak hileli usullerle yerleşmesi engellenememiştir.[252][262] Alınan tedbirlere rağmen 1908-1914 arası dönemde de Yahudiler, Filistin'de Kudüs çevresinden çeşitli hileli işlemlerle 50.000 dönüm arazi almışlar ve içlerinde ileride Telaviv olacak şehrinde yer aldığı 9 yerleşim yeri daha kurmuşlardır.[260][262]
Rus Konsolosu Rostkovski'nin öldürülüşü (1903)Değiştir
8 Ağustos 1903 tarihinde Manastır'da üzerinde resmî kıyafeti olmadan gezen Rus Konsolosu Rostkovski, karakol önündeki Osmanlı askerinin kendisini selamlamadığını fark edince elindeki kamçı ile hiddetli bir şekilde, nöbet tutan askere yaklaşıp kendisini neden selamlamadığını sordu.[263] Türk kaynakların belirttiği üzere Rus Konsolos elindeki kamçı ile Osmanlı askerine vurdu. Konsolosun dilini anlamayan ve azarlanan nöbetçi Osmanlı askeri tüfeğiyle ateş ederek Rus Konsolos Rostkovski'yi orada öldürdü. Yaşanan bu olay II. Abdülhamid'i endişelendirince sert tedbirlere başvuruldu ve Osmanlı askeri Halim yargılandı. II. Abdülhamid mahkemeyi takip eden Hüseyin Hilmi Paşa'ya Rus Konsolosun öldürülmesi nedeniyle iki Osmanlı askerinin idamının derhal uygulanmasını emretti.[264] Rus Konsolosu öldüren Osmanlı askeri Halim'in yanı sıra yanında bulunan diğer nöbetçi asker olan Abbas da cinayeti önleyemediği için 4 günde tamamlanan yargılamanın ardından Rus Konsolosu öldüren asker ile birlikte idam edildi. Rus Konsolosun Osmanlı askeri Halim'e küfrettikten sonra öldürüldüğünü söyleyen bir asker ise 15 yıl ve Tevfik adlı bir temizlik görevlisi de 5 yıl hapis cezası aldı. Ayrıca nöbetçi asker Halim'in bölük komutanı ile öldürülen Rus Konsolos hakkında kötü konuşan iki Osmanlı teğmeni de meslekten uzaklaştırıldı. Bölgede nahiye müdürü olarak görev yapan Hasan Tahsin Bey, Rus Konsolosun nöbetçi askeri tokatlaması sonucu cinayetin işlendiğini belirtir. Bir subayın ifadesine göre ise Rus Konsolos, nöbetçi askeri elindeki kamçı ile dövmüş ve asker de bunun üzerine ateş etmişti. Manastır Rus Konsolosu Aleksandır Rostkovski’nin öldürülmesinin ardından Rusya, İğneada açıklarına donanma göndererek Osmanlı Devleti'ne ültimatom verdi.[265]
Bulgar Çetelerinin saldırıları, İlinden-Başkalaşım İsyanı (1903) ve Mürzteg AntlaşmasıDeğiştir
Her ne kadar 1890'larda ortada sözde özerk, özde bağımsız bir Bulgaristan Prensliği olsa da, Bulgarlar Doğu Rumeli Vilayetini öyle veya böyle elde etmiş olsalarda Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki Bulgarların ve Balkan Devletlerinin talepleri bitmemişti. Makedonya ve Trakya'da pek çok örgüt kuruldu. Bunlardan biri Yüksek Makedon-Edirne Komitesi idi. Bu komite İlinden ayaklanması öncesinde Pirin Dağı ve Gorna Djumaya "Yukarı Cuma"(Blagoevgrad)'da 28 Eylül-1 Kasım 1902 arasında gerçekleşen bir ayaklanmaya imza attı. Bulgar Prensliği büyük güçlerden (Düvel-i muazzama'dan) gelen baskı nedeni ile ayaklananlara açık bir yardım yapmadı. Ayaklanma Hüseyin Hilmi Paşa yönetimindeki Osmanlı birliklerince bastırıldı. 2000'e yakın Bulgar çete mensubu Bulgar Prensliğine kaçtı.[266][267][268]
Öte yandan Selanikli Gemiciler adı ile kurulan bir Bulgar terör örgütü (1898-1903) Edirne Vilayeti, Makedonya ve Selanik'te otonomi veya Bulgaristan Prensliği'ne bağlanma bu amaçla Düvel-i Muazzama'nın dikkatini çekmek için bombalı saldırılarda, terör eylemlerinde bulundular. Örgütün kurucularının çoğu Selanik Bulgar Erkek Lisesi mezunuydu.1899'da Ermenilerle birlikte Abdülhamid'e suikast, 1900'de ise Osmanlı Bankasının Selanik ve İstanbul Şubelerini havaya uçurmayı planladılarsa da planları ortaya çıktı.[269] 18 Eylül 1900'de Osmanlı polisi, patlayıcıları taşıyan bir grubun üyesini yakaladı ve daha sonra Merdjanov, Sokolov ve Pavel Shatev'in de aralarında bulunduğu tüm grup tutuklandı. 1903'te ise Selanik bombalamaları denen planı yaptılar.28 Nisan 1903'te grubun bir üyesi olan Pavel Shatev, Selanik limanından çıkmakta olan Fransız gemisi "Guadalquivir"i dinamit kullanarak patlattı. Bombacı diğer yolcularla birlikte gemiyi terk etti, ancak daha sonra Üsküp tren istasyonunda Türk polisi tarafından yakalandı. Aynı gece, diğer grup Dimitar Mechev, Iliya Trachkov ve Milan Arsov, Selanik-İstanbul arasındaki demiryolunu tren geçişine yakın bombalasa da, şans eseri lokomotife ve geçen bir trenin vagonlarından bazılarına zarar veren bombalamada hiçbir yolcu yaralanmadı. Ertesi gün, Selanik'teki büyük baskının başlaması için işaret, kentin elektrik ve su tedarik sistemlerini kapatmak için patlayıcılar kullanan Kostadin Kirkov tarafından verildi. Jordan Popjordanov (Orceto) adlı bir başka örgüt üyesi ise, bir "gemici"nin daha önce bir tünel kazdığı bir Osmanlı Bankası ofisinin binasını havaya uçurdu. Milan Arsov, "Alhambra" Café'ye bomba attı. Aynı gece örgüt üyeleri Kostadin Kirkov, İliya Bogdanov ve Vladimir Pingov şehrin farklı yerlerinde bombalar patlattı. Dimitar Mechev ve Iliya Truchkov, gaz üreten bir tesisin rezervuarını patlatmayı başaramadı. Daha sonra, Mechev ve Trachkov'un 60'tan fazla bomba kullandığı ordu ve jandarma kuvvetleriyle yapılan bir çatışmada kendi karargahlarında öldürüldüler. Jordan Popjordanov 30 Nisan'da öldürüldü. Mayıs ayında Kostadin Kirkov bir postaneyi havaya uçurmaya çalışırken öldürüldü. Görevi yerel valiyi öldürmek olan Zvetko Traikov, yakalanmadan hemen önce bombayı patlatıp üzerine oturarak intihar etti. Yine bu eylemlere destek niteliğinde Bulgar anarşist ve çetecilerinin başkaca eylemleri de oldu Budapeşte'den İstanbul'a giden günlük ekspres, 28 Ağustos'ta Kuleliburgaz yakınlarında havaya uçuruldu.7 kişi öldü 15 kişi yaralandı.Avusturya-Macaristan nehir ve deniz buharlı gemisi Vaskapu'nun gemisinde ikinci terör eylemi 2 Eylül'de meydana geldi. Geminin patlaması, Tuna nehri ile Karadeniz limanları arasındaki İstanbul'a kadar meşguliyetin olduğu gemilerle yolcu trafiğinin başladığı zamana kadar uzanıyordu. Örgüt üyesi Zahari Stoyanov'un yakın akrabaları olan saldırganlar Kaptanı, iki subayı, altı mürettebatı ve 15 yolcuyu öldürdü ve gemiyi ateşe verdi. Ivan Stoyanov ve Stefan Dimitrov da patlamada öldü.Esasında 9 Eylül'de İstanbul limanına dört geminin patlatılarak saldırılması planlanmıştı: "Vaskapu"nun yanı sıra, bunlar Avusturya-Macaristan "Apollo", Alman "Tenedos" ve Fransız "Felix Fressinet" idi. Ancak Vaskapu'nun erken patlatılması nedeniyle plan başarısız oldu.[270][271][272][273][274][275] Örgüt 1903'te Selanik bombalamalarının ardından sıkı yönetim ilan edilip liderlerinin yakalanması, bir kısmının idam edilip bir kısmının tutuklanıp Fizan'a sürülmesi ile ortadan kaldırılmıştır.
Bütün bunlar yaşanırken Edirne ve Makedonya'da özerk bir devlet kurmak amacıyla Osmanlı topraklarında İç Makedon Devrimci Örgütü (İMDÖ) adlı bir örgüt 1893'te kuruldu. Örgüt Osmanlı İmparatorluğu'na ve bölgedeki askerlerine karşı vur-kaç saldırıları vs. ile silahlı ve terörist bir mücadele içinde olup Bulgar Prensliği'nden yardım alır duruma gelmişti. Başlangıçta tüm Makedonya halkları için özerk bölge peşinde olan örgüt özellikle 1896 sonrası sadece Bulgarların çıkarlarını gözetir ve yaptığı gerilla müdahaleleri zorlama vs. ile devlet içinde devlet olup halktan vergi alır hale bile geldi. 1903 yılının Ağustos ayında Makedonya, Trakya'da Istranca dağlarında, Yunanistan'ın Makedonya kısmına gelen Osmanlı topraklarında ayaklanma çıkardılar. Yaklaşık 25.000'den fazla örgüt militanı, üyesinin dahil olduğu silahlı ayaklanma Kasım ayında ancak bastırılabildi.30.000'den fazla kişi Bulgar Prensliği'ne kaçtı. Ayaklanan çetecilerden bazıları Istranca Cumhuriyeti, Kruşevo Cumhuriyeti diye bir geçici devletçikler bile kurmaya çalışsa da buraya sevk edilen Osmanlı birlikleri bunu engelledi. Ancak pek çok köy çatışmalarda harabeye döndü.[276]
Bu çatışmalara ve yapılanlara karşın Bulgar tarafı ve İMDÖ üyeleri Osmanlı Devletini köy yakma ve katliam yapma zorla tehcir, tecavüz gibi suçlamalarla da suçlamıştır. İsyanların bastırılması sırasında Osmanlılarda da 5328 asker şehit olmuştur.
Bununla birlikte İMDÖ isyan başladıktan sonra özellikle Bulgaristan'dan askeri yardım talebinde bulunup müdahale etmesini istediyse de Bulgaristan bu konuda yardım edemeyeceğini belirtti, Sırbistan, Karadağ'dan beklenen yardımları alamadı, bastırılması akabinde kendi milis dediği güçlerini feshetmek zorunda kaldı.
Öte yandan Rus Çarı, 1903 Ekiminde Avusturya-Macaristan İmparatoru'nu ziyareti esnasında Mürzsteg Av Köşkü'nde bir araya geldi ve görüşmeler sonrası Osmanlı İmparatorluğu'na Makedonya'daki sorunları çözmesi ile ilgili bir ortak muhtıra gönderip reform yapmasını istediler. Netice olarak Büyük güçlerin, baskısı ile II.Abdülhamid Kasım 1903'te Mürzsteg Muhtırası'nı dikkate alacağını bildirip, Rumeli'de Hristiyan halk üzerinde reformlar yapmaya karar verdi. Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkan toprakları ve Makedonya'daki egemenliğini tehdit etmesine karşın 2. Abdülhamid'in muhtırayı kabul edeceğini bildirmesi ile Mürzteg muhtırası Mürzsteg Antlaşması halini aldı.[277]
Bu Mürzsteg Antlaşmasında Rus Çarı ve Avusturya Macaristan İmparatoru, Osmanlı Makedon vilayetlerinde yönetim, yargı ve yerel jandarma reformunu denetlemek üzere bir Rus ve bir Avusturya-Macaristan sivil temsilcisinin atanmasını talep etmekteydi. Bütün bu reform yapacak kurumlarda Hristiyanlar yer alacaktı. Kasım ayında Abdülhamid'in teklifi kabul etmesinden sonra, Rusya N. Demerik'i ve Avusturya bir G. Müller'i temsilci seçti. Temsilciler 1904'ün başlarında Makedonya Başmüfettişi Hüseyin Hilmi Paşa'nın emrinde çalışmaya başladılar. Mürzsteg programı uyarınca, her Büyük Güç, her ilde jandarma reformundan sorumlu Osmanlı yetkilisine bir danışman memur atadı. Avusturya-Macaristan, Selanik Sancağına Rusya, Üsküp Sancağına, Fransa Serez Sancağına ve İngiltere, Drama Sancağı'na bir danışman atadı.[277]
Ancak Rus-Japon Savaşı'ndaki (1904-05) yenilgiden sonra Rusya, Balkanlar'daki etkisinin çoğunu kaybetti. Bu arada Avusturya Macaristan iyice Osmanlı tarafına çekildi. Avusturya-Macaristan, 1907'de antlasmadaki yargı reformlarını desteklemekten vazgeçip reddetti ve Osmanlı yetkilileri de mali reformlarda direniş gösterdi.1908'de II. Abdülhamid, Mitroviça'dan Selanik'e, Avusturya-Macaristan'ın lehine ve Mürzsteg Anlaşması'nı ihlal etse de bir demiryolu inşasını onayladı. Avusturya Macaristan'ın bunun gibi diplomatik ekonomik manevralarla iyice Osmanlı yanına çekilmesi ile sonrasında Osmanlı hükûmetinin Mayıs 1909'da Makedonya'daki Uluslararası Mali Kontrol Komisyonu'nu kapatmasıyla anlaşma resmen iptal edildi.[277]
Suikast girişimi (1905)Değiştir
Ermeni Devrimci Federasyonu'nca (Taşnaklar), 1905'te ince bir planla bu suikast yapılmaya çalışılmıştır. Bir görüşe göre Taşnakların suikastı yapmaktaki amacı, kendilerine bağımsız devlet olma önünde engel olarak gördükleri II.Abdülhamid'den kurtulma; bir diğer görüşe göre Ermenilere Hamidiye alayları ile katliam yapmakla itham ettikleri II.Abdülhamid ve Osmanlı'dan bir intikam alma; diğer bir araştırmacı tarih Profesörü Vahdettin Engin ve Erhan Afyoncu'nun iddialarına göre ise[278][279] Osmanlı İmparatorluğu'nu kaosa sürükleme planının küçük ama önemli bir parçasıdır. Afyoncu ve Engin'e göre bu plana doğrultusunda önce padişaha suikast düzenlenecek, sonra da hükûmet merkezi, Galata Köprüsü, Tünel, Osmanlı Bankası, yabancı büyükelçilikler ile diğer bazı özel ve resmi müesseseler havaya uçurulacaktı. Böylece müthiş bir kargaşa ve ihtilal çıkarılarak İstanbul kaos içinde bırakılacak, ardından Avrupa devletlerinin müdahalesi sağlanacaktı.[278][279] Bununla birlikte bu suikastın yapılmasına planlanan amaç hala belirsizliğini korumaktadır. Ancak bilinen olgu Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaklar)'ın bu bombalı suikastı yapması için Belçikalı anarşist görüşe sahip olduğu bilinen Edward Joris adlı kişi ile birlikte hareket ettikleridir.[278][279]
21 Temmuz 1905 günü Osmanlı padişahı II. Abdülhamid'e karşı tarafından Yıldız Hamidiye Camii önünde Cuma selamlığından çıkışta patlaması için 120 kg bomba içeren bir düzenek kuruldu. Ancak Şeyhülislam Cemaleddin Efendi'nin Sultan Abdülhamid'e bir soru sorarak geciktirmesi üzerine bomba Sultan Abdülhamid'in etki alanı dışındayken patladı ve padişah hiçbir zarar görmeden kurtuldu. Patlama sonucu civardaki halk arasında 26 kişi öldü ve 58 kişi yaralandı. Olaydan sonra yapılan araştırma sonucu olaya karışan 40 kişinin kimlikleri belirlendi. Bunlardan 15 kişi yakalanarak tutuklandı. Belçika vatandaşı Edward Joris'in suikast girişiminin lideri olduğu sonucuna varıldı. Belçika ile Osmanlı İmparatorluğu arasında diplomatik kriz patlak verdi.[278] Ancak İdama mahkum edilen Edward Joris Belçika'ya iade edilmedi.2 yıl hapis yattıktan sonra affedilip serbest bırakıldı.[280] Hatta bu kadarla da kalmadı. II. Abdülhamid onu kendi hizmetine aldı. Gerçekten de Jorris, Abdülhamid’le bilvasıta görüşmüş ve çok geçmeden de onun gizli ajanı olarak 500 altın harcırahla Avrupa’ya dönmüştür. Anlaşılan hayli de hizmet yapmıştır. Dünya tarihinde belki de ilk defa bir suikastçı, suikast düzenlediği kişi tarafından affedilmiş, üstüne üstlük işe alınarak ödüllendirilmiştir.[281][282]
Tevfik Fikret gibi vatan şairi olarak adlandırılan bazı düşünürlerin bu suikastten II. Abdülhamid'in sağ kurtulması pek hoşuna gitmemiş hatta bu konuda "Bir Lâhza-i Ta'ahhur" (Bir Anlık Gecikme) adlı şiir bile yazmıştır. Bu durum ayrıca büyük bir eleştiri konusudur.[283][284]
Osmanlı'nın İran topraklarında geçici işgali (1906)Değiştir
Kotur ve çevresinin Berlin Antlaşması ile İran'a verilmesi sonrası İran'la olan sınır meseleleri bitmese de, 1905 yılına kadar Kürt Aşiretlerin saldırıları ve ufak sınır çatışmaları ve geçici sınır köy işgaller haricinde Osmanlı ile İran arasında önemli büyük çatışmalara neden olacak bir sorun olmamıştır. Bu sorunlarla ilgili ise Lahincan ve Rumiye'de 1892-1895 arası kurulan komisyonlar ve görüşmelerden bir çözüm elde edilememiştir.[285] Ancak 1905 ve sonrasında İran ile Osmanlı arasında yeni sorunlar yine patlak vermiştir. Zira Rusya, 1905 itibarıyla Güney Azerbaycan'da gerek siyasi gerek askeri anlamda nüfuzlanma faaliyeti içine girmiştir; ancak 1906'da İran'da özellikle Muzaffereddin Şah döneminde, ciddi bir sorun oluşturan bütçe açığını kapatmak için siyasal ödünler karşılığında Rusya'dan borç alma yoluna gitmesi, aldığı borçları 1900 - 1905 arasında yaptığı üç Avrupa gezisinde harcaması ve Rusya'nın İran'daki özellikle Güney Azerbaycan topraklarındaki nüfuzunu giderek arttırması onun yönetimine karşı güçlü bir muhalefetin doğmasına yol açtı. Netice olarak meşrutiyet yanlısı bir ayaklanma İran'da patlak verdi ve İran Meşrutiyet Devrimi 1906 Anayasası ilan edildi. 40 gün sonra ise Şah, kalp krizi geçirerek öldü yerine oğlu meşrutiyetten hiç hazetmeyen Muhammed Ali Şah geçmiştir. O ise bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve sınırlarını güvence altına alma karşılığında büyük devletlerden Rusya ve İngiltere'ye sığınıp İran'ın kuzey ve orta kesimini Rusların, güneydoğu kesimini de İngilizlerin denetimine bırakan antlaşmalar peşine düştü. İran topraklarını üç bölgeye ayırarak paylaşmayı esas alan ve İran’ın bağımsızlığını yok sayan İngiltere-Rusya Anlaşması da İngiltere Rusya arasında imzalanmıştı. Anlaşmaya göre, İran’ın kuzeydeki toprakları Rus nüfuzuna; güneyde Fars Körfezi’nden Tahran’a kadar olan topraklar ise İngiliz nüfuzuna bırakıldı.[286] Şah 1908'de meclisi kapatıp top ateşine tutmuş ancak çıkan ve Garegin Njdeh gibi Ermenilerinde iştirak ettiği iç savaşa dönen ayaklanma neticesi tahtı oğlu Ahmet Şah Kaçar'a bırakıp ülkeden kaçacaktır. İşte bu iç karışıklıklarda Rusya'nın Güney Azerbaycan'daki nüfuzunu arttırma faaliyetleri Osmanlı'nın bölgedeki çıkarlarını tehlikeye düşürmesi yanında İran'daki Meşrutiyet ilanı, o sırada iyice güçlenen meşrutiyeti geri getirme peşindeki İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) süre gelen faaliyetleri sebebiyle II. Abdülhamid'in mutlakiyetçi rejimini tehdit etmektedir; oluşan durum aynı zamanda, II. Abdülhamid'de İTC'nin bu çevrede de yer edip faaliyette bulunacağı endişesinin hasıl olmasına neden olmuştur.[287] Osmanlı Devleti 6.000 kişilik asker ve topçu alayı ile İran topraklarına girip Lahincan üzerine Ferik Mehmet Paşa komutasındaki bir ordu ile girmiştir. Muhammed Ali Şah, hudut saldırısını önlemesi için Azerbaycan Valisi Ferman Ferma'yı görevlendirmiştir. Çatışmalarda Bane, Serdeşt, Rumiye, Vezne, Selmas, Hoy, Bukan ve Savucbulak bölgeleri Osmanlı Devleti'nin eline geçmiştir. Ferman Ferma kuvvetleri ile karşılaşan Osmanlı Ordusu onun komutasındaki İran Ordu birliklerini yenmiştir. İran bunun üzerine Osmanlı'nın Beyazıd Sancağına bağlı Kazlıgöl ve Dambat arazilerine saldırmıştır. Osmanlı askerleri ise İran sınırından içerilere doğru ilerleyerek Baran, Enzeli, Reşt, Somay, Mergever ve Bıradost'a bağlı olan birçok köyü ele geçirmiştir. Ancak Muhammed Ali Şah'ın gerekli İran ordusuna destek birliklerini eksik veya zamanında göndermemesi, II. Abdülhamid'in İran'daki meşrutiyet hareketlerine karşı olduğu ve hatta Muhammed Ali Şah'ı bu saldırılar dolayısıyla destekler mahiyette hareket ettiği düşünülürse; İran şahının İran'daki hürriyetçiler nedeniyle ilan etmek zorunda kaldığı meclisi kötü gösterip gücünü geri kazanma; buna karşın Abdülhamid'in ise İTC'nin bölge üstlenmesini engelleme peşinde olduğu da iddia edilmektedir. Mustafa Armağan ise bunu İran'dan intikam alma, Osmanlı'nın Rusya ve büyük güçler karşısında topraklarını koruma amaçlı günümüzdeki Fırat Kalkanı Harekatı gibi bir tampon bölge oluşturma peşinde olduğu iddiasındadır. Armağan'ın intikam alma olduğu şeklindeki görüşü pek doğru gözükmeyip 2. öne sürdüğü görüş olan Rusya'ya aynı zamanda İTC'ye I. Dünya Savaşı sırasında büyük güçlere karşı geçici bir tampon bölge kurmaya çalışma isteği doğru kabul edilebilir.[288]
Yine de iki taraf arasında görüşmeler sürmektedir. İran Devleti, Osmanlı kuvvetlerinin Rumiye'nin deniz kenarı olan Kulince bölgesine kadar ilerlemesi üzerine bu durumun hudut görüşmelerini zedelemekte olduğunu Bab-ı Ali'ye bildirmiştir.İran Devleti Osmanlı kuvvetlerinin İran topraklarındaki bu ilerleyişi karşısında Osmanlı Devleti'ne sitemde bulunmuştur. Osmanlı'nın İran topraklarına saldırmış olmasına rağmen İranlıların, Osmanlı topraklarına saldırdıklarına dair Osmanlı'nın şikayet etmekte olduğunu belirtmiştir. İran Devleti Osmanlı kuvvetlerinin derhal İran topraklarından çekilmesini istemiştir. İki devlet arasında hudut ile ilgili görüşmelerden bir netice alınamayınca 1910'a kadar görüşmelere ara verilmiştir. Bu geçen zaman zarfında da II. Abdülhamid tahttan indirilmiştir.[287][288]
Bununla birlikte II. Abdülhamid sonrası Sultan Reşad ve İttihat ve Terakki döneminde de Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Urmiye ve civarı için büyük bir rekabet çıkmıştı. 1911'de bölgedeki Kürtlerin saldırıları ve mezhep kavgalarının çıkması üzerine Ruslar Ermenileri destekleyerek bölgenin daha fazla karışmasına sebep olmuştur. İran'ın her iki ülkenin de askerlerini çekmesini istemesi üzerine Osmanlı Devleti, Rusların öncelikle terk etmelerini şart koşmuştur. Rusya çekilmeyince durum aynı kalmıştır. Eski Merağa Hakimi Samed Han, Rus Azerbaycan kumandanı Çernoziyev ile birleşerek Osmanlı Devleti'ne cephe almıştı. Osmanlı Devleti Samed Han'a Ruslarla değil kendileri ile işbirliği yapması gerektiği kendilerinin İslamı temsil ettiğini bildirmesine rağmen bu talep Samed Hanca reddedildi. İki taraf Miyanduab civarında 1912'de savaşmış, savaşı Osmanlı kazanmıştır. 1913'te İngilizlerin arabuluculuğunda İran ve Osmanlı ve Rusya bir araya gelip 17 Kasım 1913 tarihinde Dersaadet'te Tahdid-i Hudut Protokolü'nü imzalamıştır. Osmanlı tarafından Hariciye Nazırı Prens Said Halim Paşa, İran tarafından olağanüstü yetkilerle donatılmış olan Büyükelçi Mirza Mahmut Han Kaçar İhtişamü's-saltana, İngiltere'den Büyükelçi Louis Mallet ve Rusya'dan Büyükelçi Mosyö de Michel de Giers anlaşmayı imzalamıştır.[289] Osmanlı protokole göre askerlerini çekmeye başlasa da patlak veren I. Dünya Savaşı akabinde bu anlaşma uygulanamayacak [287] Rusya ve İngiltere karşısında Osmanlı,Doğu sınırının tehdidi karşısında İran'da da savaşmak zorunda kalacak İngilizlere karşı başarılar kazanıp Tebriz'e kadar ilerlese de Mondros Müterakesi sonrası bölgeden çekilecektir.[288]
Vergi İsyanları (1906-1907)Değiştir
II. Abdülhamid'in hızlıca güç kaybetmesi ve 2.Meşrutiyet isteyen İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC)'nin başarıya ulaşmasını sağlayan en önemli faktörlerden biri 1906-1907 yıllarında Kastamonu, Samsun Erzurum gibi pek çok bölgede çıkan Vergi İsyanları (Ayaklanmaları) olmuştur. Halk desteğinin kaynaklarından biri de burası olmuştur.[292] Zira Düyunu Umumiye ve Reji idarelerinin Osmanlı gelirlerine el koyması neticesi, bütçe ve mali disiplin sağlanmaya çalışılsa da giderek artan giderler karşısında Osmanlı maliyesi ve II. Abdülhamid de çarelerden birini de vergileri arttırmak olarak öngörmüştü.[292] Osmanlı'da II. Abdülhamid döneminde de halkın büyük kesimi kırsalda yaşamaktadır. Şehirlerdeki nüfus azdır sanayi üretiminden çok tarımsal üretim esastır. Osmanlı'da esasında uygulanan politikalarla hububat üretimi 1888-1911 yılları arasında % 51 oranında artarken, tütün üretimi % 191, incir üretimi % 122, fındık üretimi % 217, ipek kozası üretimi % 122 ve Adana bölgesindeki pamuk üretimi % 472 oranında artmıştır. Tarım ürünlerinin ihracat içindeki payı 1889’da % 18, 1907’de % 22’ye ve 1913’de % 27’ye yükselmiştir. Öşür vergilerinde de artış vardır[293] Ancak Osmanlı zahire üretimindeki ve tarımsal üretimdeki yıldan yıla dalgalanmalar II. Abdülhamid döneminde de aynen sürmektedir. Örneğin nakledilen zahire (tahıl üretim ve nakliyesine bakarsak) 1896-105 milyon kg 1897-243 milyon kg 1898 152-milyon kg 1899-35 milyon kg 1900-121 milyon kg 1901-145 milyon kg 1902-274 milyon kg 1903-141 milyon kg 1904-191 milyon kg 1905-217 milyon kg 1906-190 milyon kg 1907-146 milyon kg 1908-55 milyon kg 1909-59 milyon kg'dur.[294] Bunun yanında üretim artışına karşın çiftçi ve küçük esnaf hiçte iyi durumda değildir, zira Avrupa ülkeleri karşısında 17.yydan 20.yy başına kadar geçen dönemde kendi gelirlerinde kayda değer bir artış yoktur.[295][296]
Uygulamada çiftçiden %12,5 oranında ürününden aşar vergisi alınırken 1903'te II. Abdülhamid Döneminde iki verginin daha köylüden alınmasına karar verilir. Bunlardan biri Vergiyi Şahsidir. Kişilerin servet durumuna bakılmaksızın, köylü ve şehirli ayrımı yapılmaksızın gelir seviyelerine göre alınmasına karar verilmiştir. Buna göre, yirmi yaşından yetmiş beş yaşına kadar olan herkes üç kategori dahlinde sırasıyla vergi ödemesi öngörülmüştür.1904'te vergi yükü, kırsal kesimde köylüler, kasabalarda zanaatkarlar ve esnaf, şehirlerde ise tüccarlar için dayanılmaz bir hal almış bulunuyordu, bir kısım çiftçi topraklarını terk etmek zorunda kalmıştı. Bunun yanında birde köylünün sahip olduğu evcil hayvanlar üzerinden Hayvanat-ı ehliye rüsumu (bir nevi Ağnam resmi) alınmasına karar verildi.[291] Buna bir de vergi toplamakla yükümlü mültezimlerin keyfî açgözlülükleri eklenince durum vergi mükellefleri açısından iyiden iyiye zorlaşıyordu. Özellikle Anadolu'da mültezim sistemi halen uygulamadaydı, kolluk kuvvetlerinin yardımı ile mültezimler borcunu ödemeyen halkın mal varlığına el koymakta ve şiddet uygulamaktadır. Öte yandan tahsilatlarda da kendilerine verilen oranların çok üstüne çıkmaktadır. Mültezimler toplanan paradan alması gerekenden fazlasını alıp bunu vali ve diğer idarecilere aktarmakta, Erzurum valisi gibi valilerin bir kısmı da toplanan paranın tamamını kamu hizmetlerinde kullanmak yerine bunun yüzde 25'ini İstanbul'a gönderip kalanı kendi zimmetlerine geçirmeye çalışmaktadır. Kısaca II. Abdülhamid dönemi Osmanlı İmparatorluğu'nda idarecilerin yolsuzlukları halkın diline düşmüş durumdadır.[291][297]
İlk hoşnutsuzluklar İzmir'de 1904'de Temettü Vergisi toplanması sırasında başlar, verginin alımı bir süreliğine durdurulur.[298] Ardından her ne kadar Osmanlı'nın Rum vatandaşlarından gelse de Şubat 1905'de Hayvan rüsumunun kaldırılması yolunda Midilli adasında protestolar yapıldı, telgrafhanelerden Babıali'ye bunun kaldırılması yönünde mesajlar çekmiştir. Ardından olaylar 25 Mart 1905'de Arnavutluk -İşkodra, 13 Nisan 1905'de Basra ve 28 Haziran 1905'de Trablusgarp'a sıçrar. Yine telgrafhanelerden protesto telgrafları çeker.[297][299] 1905-1906 kışı ise Anadolu'da normalden daha soğuk geçmiştir. Soğuk geçen kış köylünün, esnafın çok daha büyük zorluklar yaşaması yanında 1906'da isyanların iyice büyümesine ve radikal bir hal almasına sebep olacaktır.
Kastamonu'da halkın telgraf çektiği vilayetlerden biridir ancak 1905-1906 kışında Babıali tarafından somut adım atılmaması neticesinde, ilk ciddi Vergi İsyanı burada çıkar. Halk önce Belediye Seçimlerini boykot eder ardından seçimleri boykot gerekçesi için orduya temsil yollayan halk askeriyeden belediyenin hesapları denetlemesini ister. Halk hem Vergiyi Şahsi'nin derhal kaldırılmasını istemekteydi hem de Kastamonu valisinin sahip olduğu servete karşın tek kuruş vergi vermemesine tepkiliydi,21 Ocak 1906'da 32 esnaf bu konuda saraya telgraf çekse de bir cevap alamadı. Olaylar iyice büyüdü esnaf kepenk kapatmış halk meydanlara inmişti. 10 günden fazla süre devam eden eylemde halk vali Enes Paşa'nın istifasını istedi. Valinin anlaşmak için gönderdiği heyet esir alındı, askerler ise kitleyi dağıtmayı reddetmekteydi. Nihayet 1 Şubat günü vali görevden alındı. Saray isyanı çıkaranlar hakkında soruşturma açılmasını istese de atanan vali Ali Rıza Paşa soruşturma açmayı reddedip istifa etti.[291][300] Bu arada olaylar Sinop'a sıçradı Sinop halkı mutasarrıf (kaymakam)'ın yolsuzluk yaptığı ve vergilerin kaldırılması istemiyle gösteri yaptı kaymakam İstanbul'a giden bir gemiye kaçıp halkın elinden zor kurtuldu.[291] Trabzon'da çıkan ayaklanma askeri birliklerce zorlukla bastırıldı, vali kentten ayrılmak zorunda kaldı. Protestolar 1906 yılı boyunca bir kaç kere daha Trabzon Vergi karşıtı gösterilere sahne olacaktır. Bitlis, Samsun, Ankara, Sivas, Giresun, Kayseri, Aydın, Muğla, Van, Muş'ta çıkan ayaklanmalar ise ordu tarafından zorlukla bastırıldı ve şehirlerin bir kısmında yolsuzluk yaptığı belirtilen vali ve mutasarrıf idareciler görevden alındı, Makedonya ve Musul'a da isyanlar sıçradı.[297] Diyarbakır'da ise vergi isyanları Diyarbakır’da bölgenin nüfuzlu Hamidiye Kumandanı ve Milli aşireti reisi İbrahim Paşa’nın baskısına karşı tepkilerle birleşti. Ağustos 1905, Ocak 1906 ve Kasım 1907’de olmak üzere büyük halk hareketleri yaşandı.[210][211]
Öte yandan en etkili ayaklanma ise Erzurum'da yaşandı. Şubat 1906'da halk ayaklandı ve 1902'den beri Vergilere el koyup kentte hiç bir faaliyet yapmayıp saraya gönlünü hoş tutmak için para aktaran Nazım Paşa'nın istifasını, Vergi'yi şahsi ve Hayvanı Ehliye'nin kaldırılmasını ve İstanbul'a vergi gönderilmemesini istediler. Nazım Paşa durumu Babıali'ye bildirdi ve gelen emirde ne pahasını olursa olsun vergilerin toplanması istendi. İTC bu arada Erzurum'da durumdan istifade edip örgütlendi. Nazım Paşa'nın halkı asker ile dağıtma girişimi ise başarısız oldu, olayların iyice kontrolden çıkmasına neden oldu. Vali müftüden yardım istese de müftü valiye halkın haklı olduğu yapılan uygulamaların şeriata da aykırı olduğu görüşünü bildirdi. Vali ve emniyet güçleri, güç kullanımına rağmen dağılmakta direnen halk karşısında şehrin kontrolünü kaybetti. Çaresiz kalan Babıali, Diyarbakır valisini Erzurum'a; Erzurum valisini Diyarbakır'a gönderdi. Vergilerin alınmasının geçici olarak durdurulduğunu belirtti.[301] Ekim 1906'da ise bu defa Mart 1906 ayaklanmasının liderlerinin yakalanıp sürgüne gönderilmesinin istenmesi üzerine ayaklanma çıktı. Askeri birlikler bu sefer iyice gösterileri bastırmak için harekete geçti, ateşe açtı, halkta askere karşılık verdi. Halktan ve askerlerden pek çok yaralanan ve ölen oldu. Vali hapsedildi. Günlerce süren olaylar 25 Mart 1907'de II.Abdülhamid'in bu iki vergiyi kaldırmayı kabul etmesi ile sona erdi. Ancak Erzurum II.Abdülhamid'e karşı direnişin merkezi haline gelmişti.[291][297][302][303]
1908'de saray, Erzurum'daki isyanı örgütleyenlerin bir kısmını yakaladı. 28 Ocak 1908'de başlayan mahkemede 1906 ayaklanmasının elebaşları yargılandı. Mahkemeye çıkarılan 90 kişiden 8 kişiye idam, 18 kişiye müebbet hapis verildi. Diğer sanıklar daha küçük cezalara çarptırıldılar.[297][303]
Yine 1906 Eylül’ünde, Kerbela’da yaşayan İran Şii tebaası ile Osmanlı makamları arasında ciddi huzursuzluklar çıkmıştır. Osmanlı makamları bazı vergileri almak için harekete geçince, beş yüz kadar Şii İranlı, Kerbela’daki İngiliz Konsolos Vekilliği’ne giderek gösterilere başladılar. Bu gösteri birkaç gün sürdü ve göstericilerin sayısı giderek arttı. Göstericilere karşı sert zorlayıcı tedbirlere başvurulmamasıyla ilgili Yıldız’ın talimatlarına rağmen Bağdat Valisi Mecid Bey, kalabalığı dağıtmak için asker ve zaptiyeden yararlandı: havaya ateş açıldı, büyük bir telaş yaşandı ve birkaç kişi öldürüldü. Kısa bir süre sonra, İngiliz makamlarının protestoları sonucu Vali görevinden azledilmiştir.[304][305]
1907'de Bitlis depremi akabinde halka sahip çıkılmaması ve bundan dolayı halkın göçe mecbur bırakılması; Şehri diğer vilayetlere bağlayan yollardaki eşkıyaların faaliyetlerine engel olunmaması; Şehir merkezinde yol açma bahanesiyle fukara halkın evlerinin haksız yere yıkılması ve halkın evsiz bırakılması; zinanın yaygınlaşması ve valinin buna engel olmayışı; rüşvet ve iltimas; halka zulüm edilmesi, işsizlik ve açlığın üç sene öncesine kıyasla büyük oranda artması, yüksek vergiler gibi gerekçelerle valinin istifası talepli 22 Haziran 1907 talepli çıkan isyanda kolluk güçlerinin bir kısmı isyana müdahale etmek yerine firar etmeyi seçmiş veya müdahaleyi reddetmiş; isyan 30 Temmuz 1907'de ancak bastırılabilmiştir.[306]
Yine 1906-1908 yılları arasında özellikle Yemen İsyanını bastırmak için Trabzon gibi limanlardan hareket eden askeri birliklerde; ve yine çeşitli askeri birliklerde gerek ekonomik sorunlardan ve ödenmeyen maaşlardan, gerekse verilen kayıplar, askerlerin içinde bulunduğu koşullar nedeniyle bir dizi isyanlar yaşanmıştır. Bunlar daha önce de meydana gelmelerine rağmen, bu sefer muhalifler için siyasi fırsatlar yaratmıştır.[304]
Netice olarak bu isyanlar II. Abdülhamid'in halk desteğini kaybetme ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Meşrutiyeti geri getirme girişiminin başarıya ulaşma sebeplerinden biri oldu.[304]
İkinci Meşrutiyet (1908)Değiştir
Birinci meşrutiyet sonrasında Jöntürkler ve pek kişi yakalanmamak için yurtdışına kaçmıştı. Toprak kayıpları, Abdülhamid’in örfî ve keyfi bulunan idaresine karşı muhalefet de giderek güçlendi. 1889'da gerek eski Jöntürkler ve gerekse II. Abdülhamid Muhaliflerince İttihat ve Terakkî Cemiyeti (İTC) kuruldu. İTC askeri birliklere kadar toplumun her kesiminden üye toplamaya başlamıştı.
1895'e kadar çeşitli kendine ait yayın organlarında hükûmeti suçlayıcı yazılarla bildiriler dağıtan hükûmeti basiretsizlikle suçlayan cemiyet; 1896'da II. Abdülhamid'i devirmek için girişimde bulunsa da bu girişim teşebbüs aşamasında fark edilip engellendi. Yine de muhaliflere ağır cezalar yerine kitlesel olarak sürgün cezası uygulanmıştır. II. Abdülhamid dönemindeki en büyük ve kitlesel sürgün bu darbe teşebbüsü sırasında yapılmıştır.[203]
1902-1903 yılında planlanan darbe girişimi ise gerçekleştirilemedi. İTC belli şartlar altında Abdülhamid'e muhalif bazı kimseler ve platformlarla da ortaklık yapmaktan çekinmemiştir. Bunlardan biri de ayrık görüşleri ile tanınan Prens Sabahattin'dir. Özellikle 1902-1903 gerçekleştirilemeyen darbe girişiminde Prens Sabahattin'inde İTC ile görüşüp planlama yaptığı belirtilmektedir. Ancak Prens Sabahattin'in dış desteklerinin özellikle İngiliz desteğinin olduğu düşünüldüğünde, bu gerçekleştirilemeyen vazgeçilen darbe girişiminde Yunanlılar, İngilizlerin yardım vadedip etmediği de ayrıca tartışma konusudur.[307] 1908'de örgüt özellikle Rumeli'de gizli şekilde pek çok yerde örgütlenmiş haldeydi. Ordudan da pek çok genç subayı yanına çekmişti. 9 Haziran 1908'de Reval Görüşmeleri Rus Çarı ve İngiltere Kralı arasında gerçekleşti. Görüşmelerde Osmanlı topraklarında imparatorluğu reforma zorlama kararı çıksa da, anti-Alman cephesi kurulumu üzerine görüşmeler yapılıp bazı konularda anlaşma sağlanmasada; herhangi bir açıklama yapılmaması bu görüşmelerden Rus Çarı ile İngiltere Osmanlı topraklarının bölünmesi parçalanması üzerine gizlice anlaştı izleniminin İTC'deki bazı subaylar nezdinde doğmasına yol açtı. Bu durum ayrıca bazı İTC üyeleri ve yöneticilerince de kendi lehlerine kullanıldı.[308] Zira İTC içindeki bir küçük grup Batılı fikir ve kavramların etkisi altında..., Osmanlı İmparatorluğu'nun, üzerine çöken yozlaşma ciddî tedbirlerle dizginlenmediği takdirde, batacağına inanmıştı”[309] Bu durumu II. Abdülhamid'in pasif politikasına bağlayan bazı yöneticiler de ona karşı ayaklanma faaliyetlerini hızlandırmaya karar verdi.[310] Bu da isyanı tetikleyen olaylardan biri oldu. Neticede 3 Temmuz 1908'de Resneli Niyazi Bey başta olmak üzere İttihat ve Terakkî yanlısı bazı subaylar Manastır ve Selanik kentlerinde ayaklandı. II. Abdülhamid en güvendiği generallerden Şemsi Paşa'yı görevlendirip ivedilikle hareket edip isyanı bastırmasını istedi. Bu isyan eden askerler ve İttihad Terakki üzerinde panik yaratsa da Şemsi Paşa'nın korumalarından en yakın tanıdıklarına kadar pek çok kişiyi İttihad Terakki saflarına katmıştı. Manastır'a isyanı bastırma için ulaşan Şemsi Paşa 7 Temmuz 1908'de yine İTC üyesi mülazım Atıf Kamçıl tarafından öldürüldü.[311] Manastır Jandarma Komutanı Refet Bele'ye bu görev verildi ancak oda İTC üyesiydi ve oyalama görevi kendisine verilmişti. Sonrasında 10 Temmuzda bu iş için Müşir Tatar Osman Paşa II. Abdülhamid'ce görevlendirildi.[312] Ancak orduda durum artık iyice İTC lehine dönmüş ve askerde disiplin namına bir şey kalmamıştı.[313] 22-23 Temmuz 1908 gecesi Ohrili Niyazi Bey’in önderliğinde iki bin kişilik bir kuvvet, Müşir Tatar Osman Paşa’nın kaldığı konutu sarıp basar ve onu dağa kaldırır. Ortada İTC'yi Rumeli'de durduracak bir doğru düzgün II. Abdülhamid yanında subay kalmadığı gibi kimin II. Abdülhamid yanında, kimin İTC yanında olduğuna dair bir açıklık da kalmaz hale gelmiştir. Yaşanan bu baskılar ve olaylar üzerine II. Abdülhamid, 24 Temmuz 1908'de anayasayı yeniden yürürlüğe koymak zorunda kaldı ve II. Meşrutiyet ilan edildi.[314][315] Yapılan seçimlerle oluşturulan yeni meclis, 17 Aralık 1908'de açıldı.Ancak artan huzursuzluklar ve İttihat ve Terakkî muhaliflerinin baskıları sonucunda 13 Nisan 1909'da İstanbul’da isyan çıktı.[316] Rumî takvimle 31 Mart günü patlak verdiği için bu isyan, 31 Mart Vak'ası olarak bilinir. Selanik'te kurulan Hareket Ordusu 23-24 Nisan gecesi İstanbul'a girerek isyanı bastırdı.[316]
İkinci Meşrutiyet dönemi ağırlıklı olarak İttihat ve Terakkî hükûmetlerinin yönetiminde geçti. Devlet yönetiminde İttihat önderleri Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa etkili oldu. Bu dönemde Osmanlı Devleti, Trablusgarp, I. ve II. Balkan Savaşları ve I. Dünya savaşlarına girdi. I. Dünya Savaşı'nın hemen ardından VI. Mehmet, İtilaf Devletleri’nin baskısıyla 21 Aralık 1918'de parlamentoyu kapattı.[317]
31 Mart Ayaklanması ve Tahttan İndirilişi (1909)Değiştir
Ailemin ve çocuklarımın çokluğundan İstanbul’da bulunan çocuklarımdan Nureddin Efendi kendi annesiyle diğer ihtiyar kadınlardan meydana gelmiş bir aile efradıyla bugün bir lokma ekmeğe muhtaç haldedir. Maaşım şimdilik burayı idare etmeye yetiyorsa da İstanbul’dakilere yardım edecek ve onları besleyecek derecede değildir. Bununla beraber zaruret sebeplerinin ortadan kaldırılmasını devlet ve milletin nazar-ı dikkate alacağına eminim. Çünkü, servet ve eşyam zapt edildi. Perişan ve merhamet gerektiren bir haldeyim. Bu basit teferruattan yegâne maksat şunlardır:
İlk önce kendimin, ailemin ve çocuklarımın hayatının her türlü taarruz ve tecavüzden korunacağı hakkında evvelce verilen vaatler ve taahhütler Âyân, Mebûsan, devlet ve asker tarafından teminat ve karar altına alınsın. Bu karar da açık ibare ile resmî şekilde yazı ile bildirilsin.
İkinci olarak, ikamet etmekte olduğum Alâtini Köşkü namıma satın alınarak hayatım boyunca oturmak üzere tahsis olunsun.
Üçüncü olarak, hizmetimde bulunanların şahsî hürriyetlerinin verilmesi çaresine bakılsın.
İşte, temennilerim bu üç şeyden ibarettir...”Sultan Abdülhamid'in 5 Temmuz 1909’da Selanik'ten yazdığı ve Hareket ordusu komutanı İTC mensubu Mahmud Şevket Paşa’ya gönderdiği mektuptan bir kesit [318]
12 Nisan'ı 13 Nisan'a bağlayan gece, Taksim Kışlası'ndaki Avcı Taburu'na bağlı askerler subaylarına karşı ayaklanarak kendilerine önderlik eden din adamlarının peşinde Heyet-i Mebusan'ın önünde toplandılar ve ülkenin şeriata göre yönetilmesini istediler. Hüseyin Hilmi Paşa hükûmeti isyancılarla uzlaşma yolunu seçti ve hükûmet üyeleri tek tek istifa etti.[316][319][L] Normal olarak II. Abdülhamid'e bağlı başında Mahmut Muhtar Paşa'nın olduğu 30.000 kişilik Hassa alayı vardı. Ancak ne II. Abdülhamid ne Mahmut Muhtar Paşa bu alayları harekete geçirmediği gibi bu kuvvetlerin de bir kısmının asilere katılmaları önlenememiştir.[320]
Hatta asilerin baskısı ile Mahmut Muhtar Paşa istifa etmiş, konağı asiler tarafından abluka altına alınmıştır. Mahmut Muhtar Paşa bu kritik durumdan komşusu olan bir İngiliz’in evine kaçmış, oradan da İngiliz Sefaretine sığınmıştır. Hâlbuki bu isyanı bastırma görevi Hassa Ordusu komutanı bulunan Mahmut Muhtar Paşaya düşüyordu. Mahmut Muhtar Paşa’nın görünen dirayetsizliğinden cesaret alarak büsbütün şımaran asiler zapt edilemez bir çılgınlık içerisinde birçok gazete ve matbaayı tahrip etmişler, ellerindeki listeye göre insan avına çıkmışlardır. Meclis üyeleri İTC mensubu mebuslar İstanbul'dan uzaklaşırken bazıları da şehir içinde saklandı. Bu arada isyancılar, İttihatçı subayları ve mebusları buldukları yerde öldürüyorlardı.[320]
İttihat ve Terakkî, asıl güç merkezi olan Selanik'teki 3. Ordu'yu harekete geçirdi. Böylece isyanı bastırmak üzere Hareket Ordusu kuruldu.22 Nisan 1909 günü Yeşilköy’deki Yat Kulübü’nde toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Âyan da bir gece önce Yeşilköy'de toplanarak Hareket Ordusu'nun girişiminin meşruluğunu tasdik etti, II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesine de karar verildi.[320] İsyancılar 23 Nisan'ı 24 Nisan'a bağlayan gece İstanbul'a girmeye başlayan Hareket Ordusu'na başarısız bir direniş çabasından sonra teslim oldular.
Bununla birlikte 31 Mart İsyanı sırasında Selanik'ten gelen Hareket Ordusu'nun (Selanik Ordusu) bir kısım erlerinin disiplinsizlik gösterdiği Yıldız Yağması denen olayda Yıldız Sarayı'na girerek II. Abdülhamid'in kütüphanesine kitaplarına, eserlerine ve Yıldız sarayındaki değerli eşyalara zarar verip, çalıp yağmacılık ettiler. Bu suçla ilgili yargılama aradan ancak 10 yıl geçtikten sonra I. Dünya Savaşı İttihat ve Terakki Partisi lideri Enver, Talat ve Cemal Paşa'nın kaçması sonrası işgal altındaki İstanbul'da yapılmıştır. Ancak bu dönemde yağma edenleri cezalandırma amaçlı değil ittihatçılardan intikam alma amaçlı Damat Ferit Paşa hükûmetinin baskısıyla yargılama gerçekleşmiş, sonuçta suç delilleri aradan geçen zamanda ortadan kalktığından toplanamamıştır. Başta Nemrut Mustafa Paşa riyasetindeki I. Divân-ı Harb-i Örfî tarafından gerçekleştirilen muhakeme neticesinde Ayan azası Ferik Hüseyin Hüsnü, Galip ve Rıza Paşaların da dâhil olduğu pek çok şahıs “yağmagerlik” yaptıkları gerekçesiyle askerlik mesleğinden ihraç edilerek çeşitli cezalara çarptırılsa da bu kararın temyizi akabinde Divân-ı Harb-i Örfî’de tekrar gerçekleştirilen muhakeme neticesinde de 6 Ocak 1921 tarihi itibarıyla bütün zanlılar beraat etmişlerdir.[321]
23-24 Nisan 1909 günü isyanın bastırılmasından sonra sıkıyönetim ilan edildi ve isyancıların önderleri divan-ı harpte yargılanarak ölüm cezasına çarptırıldılar.[320] Muhalefet hareketi önemli kayıplara uğradı. Ama en önemli gelişme, Meclis-i Umumî Millî adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan'ın 27 Nisan'da resmi olarak II. Abdülhamid'in tahttan indirilmesini, yerine V. Mehmed'in geçirilmesini kararlaştırmasıydı.[320] Ayrıca II. Abdülhamid'in İstanbul'da kalması da mahzurlu bulunarak Selanik'e götürüldü. Divan-ı Harp, II. Abdülhamid'i yargılamak istediyse de yeni kurulan Hüseyin Hilmi Paşa hükûmeti bunu kabul etmedi.[322] Üç sene Selanik'teki Alatini Köşkü'nde ev hapsinde tutuldu. Bu sırada, köşke gittiğinde yatacak yatak bulunmaması gibi sıkıntılarla karşılaştı.[323] Burada II. Abdülhamid'in günleri genellikle roman okutturarak ve ağaç oymacılığı ile marangozluk yaparak geçmiştir. Abdülhamid ise hatıralarında kendilerine gazete verilmediğinden ve dünyadan habersiz yaşamış olduklarından şikayetçi olmuştur. İlaveten Abdülhamid'in yanında bulunan Şadiye Osmanoğlu subayların gerek babasına saygısız tavırlarından gerekse kimi zaman kendilerine yapılan hakaretlerden, kötü muamelelerden şikayetçi olmuştur.[323]
I. Balkan Savaşı'nda Yunan Orduları Selanik kapılarına dayanınca,[Ö] II. Abdülhamid 1912'de köşkünden alınıp bir Alman gemisine bindirilip İstanbul'daki Beylerbeyi Sarayı'na getirildi. I. Dünya Savaşı başında güvenlik ve İstanbul'un işgal tehlikesinden Bursa'ya nakledilmesi istenmişse de bunu Çanakkale tahkimatlarını kendisinin de güçlendirdiği ve düşman gemilerinin geçebilmesinin son derece güç olduğu kardeşi Sultan Reşad'ın bu yönden kendisinin yakınlarının durumu ile ilgili endişelenmemesi gerektiğinden bahisle [S] reddetmiştir neticede ölene kadar İstanbul'da kalmaya devam etmiştir.[323]
ÖlümüDeğiştir
II. Abdülhamid, 10 Şubat 1918'de her ne kadar bazı tarihçiler zatürre veya veremden öldüğünü iddia etse de, son araştırmalara göre 75 yaşındayken kalp yetmezliği nedeniyle Beylerbeyi Sarayı'nın 8 nolu dairesinde öldü. Mezarı, büyük babası için Divanyolu'nda yaptırılmış Sultan II. Mahmud Türbesi'nde bulunmaktadır.[324][325][326]
KişiliğiDeğiştir
Fizikî görünüşü ve şahsiyetiDeğiştir
Abdülhamid uzunca boylu, esmerce tenli, uzunca burunlu, elâ gözlü, hafif kıvırcık sakallı idi. Zekâ ve hafızasının güçlü olduğu, açık bir tarzda konuştuğu, kendisine anlatılanları uzun müddet sabırla dinlediği söylenen[327] Abdülhamid, oldukça dindar bir insandı. Kızı Ayşe Sultan, babasının dindarlığını şöyle anlatmıştır:
“ | Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslümandan başka biri değildir. Beş vakit namazını kılar, Kur'ân-ı Kerîm okurdu. Daima camilere devam ettiğini, Ramazanlarda Süleymaniye Camii'nde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alışveriş ettiğini hikâye tarzında anlatırdı. Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın husus'i bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedî okunurdu. Babamın bir sözü vardı: "Din ve fen" derdi. "Bu ikisine de itikat etmek caiz" olduğunu söylerdi.[328] | „ |
Fransızca bildiği kadar 1893-1897 arasında Osmanlı topraklarında ABD büyükelçiliği yapan Terell'e göre [199] İtalyanca'ya son derece hâkim olduğu söylenmektedir.[198]
Çalışma saatleri dışında hobi olarak marangozlukla uğraşırdı. Halkla teması az olsa da özellikle halkla görüşmesi cuma günleri, Cuma Selamlığı ile olurdu. Her Cuma kendi sarayına yakın yaptırdığı Yıldız Camii'ne gelen Sultan burada tebaası ve uluslararası toplum ile temas kurardı. Hasta bile olsa muhakkak hep buraya cuma namazını kılıp görüşmeye gelirdi.[15] Kendisine karşı 21 Temmuz 1905 günkü suikast girişimi de bu âdetini bilen Ermeni Taşnak örgütünce yine bir selamlık sırasında yapılmıştır. Öte yandan Mustafa Armağan Yıldız sarayında bir bayramlaşma sırasında kaza sonucu hemen yakınına düşen tonlarca ağırlıkta avize karşısında kalabalık paniklerken bile Sultan'ın kılını bile kırpmadan sakin kalabilmesi ve yine 1905 suikastinde patlayan bombaya panikleyen kitlelere rağmen sakin kalmasına binaen kendisinin cesur bir kişiliğe sahip olduğu iddiasındadır [61]; buna karşın Orhan Koloğlu ise onun buralardaki davranışlarının cesur kişilik özelliği olarak algılanamayacağı zira ne dedesi II. Mahmud, ne amcası Abdülaziz ne babası Abdülmecid kadar sultanın halkın arasına karışma gücünü göstermediğini belirterek burada sayılan eylemlerinde aktif değil pasif bir eylem olduğunu burada cesur değil bunun bir altı pasif hâli olan "metin" yani "acılar karşısında gelen eylemi sakin ve paniklemeden karşılamak, iradeyi yitirmemek, dayanıklı olmak" olarak eylemlerinin değerlendirilmesi gerektiğini belirtmektedir. Nitekim 1905 suikasti sonrasında yayınlanan bildirilerde dahi padişahın cesaretinden değil metanet ve mekanet'inden (metinlik, temkinlilik ve ağırbaşlılığından) bahsedilmektedir.[329] İlaveten II.Meşrutiyet'in ilanı sırasında,Selanik sürgünününde kimi zaman zor kötü duruma düşse dahi padişahın metaneti açıkça görülmektedir.
Bununla birlikte gençliğinde içki içerken sonrasında pek içki içmediği iddia edilmektedir. İçkiyi az neredeyse hiç içmemesinin nedeni Şehzadeliğinde Mehmet Reşad, V. Murad ile birlikte Şehzade V. Murad'ın Maslak'taki köşkünde içkili bir eğlence sonrası dönüş yolunda sarhoş halde iken atlarının ürkmesi ile 1859'da geçirdiği kazadır. Kulaklarında belli işitme sorunu bulunmakta bu işitme sorununun nedeninin o kazaya bağlı olduğunun Sultanca düşünüldüğü iddia olunmaktadır.[15] Ancak keş alkolik derecesinde olmasa da arada sırada rom içkisini çok sevdiği için içtiği kendi torunu Ertuğrul Osman Osmanoğlu ve bazı kaynaklarda iddia edilmektedir:
“ | ...Dedem (II. Abdülhamid) rom içerdi, babama (Şehzade Mehmed Burhaneddin) söylerdi, "bak ben bunu içiyorum, çünkü bu yasak değil, Kuran'a bak, orada şarap diyor, şekerden yapılanın bahsi geçmiyor" derdi...[330] | „ |
Kendisi kahve ve sigara tiryakisidir. Bunu Kadir Mısıroğlu'da kabul etmektedir.[331] Hatta sarayda tütüncübaşı olan Ali'ye tütün sardırırdı. İlaveten Türk tütünüyle yapılan Amerikan sigarası Ateshian'ın tiryakisiydi. Chicago'da üretilen bu sigara, New York, Boston ve San Fransisco'nun yanı sıra İstanbul ve Kahire'de satılıyordu. Hatta, Ateshian firması, 1900'lerin başında Amerikan gazetelerine verdiği reklamlarda “Türk sultanı Abdülhamid'in içtiği sigarayı için” sloganını kullanıyordu. Paraya çok düşkün olmasına karşın basit giyinirdi. Bireysel hayatında tutumludur.[Ğ] Louis Vouitton marka bavulları kullanırdı. Padişahlığında yanında bulundurduğu bastonu aynı zamanda bir kama ve hançer olarak kullanılmak üzere silahtı ve her zaman paltosunun cebinde ateşlenmeye hazır bir tabanca taşırdı.[332] II. Abdülhamid kelebek, kuş, böcek, tablo, fotoğraf gibi çeşitli eserlerin koleksiyonculuğunu da yapmaktaydı.[333] Hatta bu koleksiyonlarını da çeşitli amaçlarla kullandı. Mesela Sultan II. Abdülhamid koleksiyonunda yer alan fotoğraflardan yapılmış albümleri diplomatik armağan olarak ülkelere göndermiştir. Bu vesile ile 1819 fotoğraftan oluşan 51 ciltlik albümü hediye olarak 1893-1894 yıllarında Amerikan Kongre Kütüphanesi ve Londra’da Britanya Kütüphanesi’ne göndermiştir. Bir anlamda Sultan fotoğraf albümleri aracılığıyla imparatorluğunun modernleşen yönünü Batı’ya tanıtmak, kendi rejiminin propagandasını yapmak istemiştir.[334] Tablo koleksiyonunu ise Yıldız Sarayına gelen diplomat, Alman Kralı ve elçileri etkilemek için kullanmıştır. Kimi zaman bu misafirlerine küçük resimler de hediye etmekten çekinmemiştir.[333] Diğer yandan pırlanta (mücevharat) biriktirmeyi severdi ki bu pırlanta koleksiyonu tartışmalı servetinin öğelerinden biridir.[335] Şadiye Osmanoğlu, babasını sürgüne götürdüklerinde odasındaki sigaraları topladığını ve babasının sevdiği özel sigaraları olduğunu söylemiştir. Sigaradan sonra su içtiği için babasının su çantasını da almıştır. Ancak Abdülhamid, bu su çantasının içinde su olmadığını söylemiştir. Bu çantanın içi, elmaslarla doludur. Anahtarını da sürekli kendisi üzerinde taşımıştır. Abdülhamid, kızına küçük bir hediye de ananas içine elmaslar koyarak vermiştir. Yine Yıldız Sarayı'nın içinde bir hayvanat bahçesi bulunmaktadır. Genelde gri renkli bir palto giyer ve hafif yakası kabarık bir din adamı görüntüsü kendine verirdi. Ancak esasında bu paltoyu yanında taşıdığı tabancasını saklamak için kullanırdı. Leylak ve menekşe karışımı parfüm kullanırdı.[332][336][337][338] Bununla birlikte temizliğine dikkat ederdi her gün düzenli olarak banyo yapardı, hatta öldüğü günde doktorların yapmaması gerektiğini belirtmesine karşın öğütlerini dinlemeyip banyo yaptığı iddia edilmektedir.İlaveten doktor tavsiyesi ile sodalı sütte çok içtiği belirtilmektedir.[324]
Abdülaziz sonrası, Yıldız Mahkemeleri sırasında Yozgatlı Mustafa Pehlivan'ı da yargılayıp Taif'e sürüp İstanbul'da bir süre güreşi yasaklasa da; İstanbul'daki güreş yasağı, 2. Abdülhamid’in bütün saltanat yıllarını, özellikle 1890'dan sonraki seneleri kapsamamıştır. 1890 ve sonrasında Padişah, güreş yanısıra diğer spor faaliyetlerine de yumuşak ve olumlu bir tutum içine girdi. Nitekim ilk Türk spor kulübü olarak 1903’te Beşiktaş Bereket Jimnastik Kulübü’nün kurulması bunun en canlı örneğidir. Zira Yıldız Sarayı'nın bulunduğu Beşiktaş, o tarihlerde 2. Abdülhamid'in güvenliğine en çok ilgi gösterdiği bölgeydi. Orada spor toplantısına ve kulüp oluşturulmasına izin vermesi, spor faaliyetlerinde şüpheli şey görmedikçe toplantılara karşı olmadığını kanıtlamaktadır. Ülke genelinde İstanbul'da Kırkpınar dahil spor müsabakalarına izin vermiş hatta Rusların ünlü pehlivanı Pytlasinsko'yu mağlup eden Kara Ahmet pehlivan gibi bir kısım güreşçileri saraya davet etmiş, ayrıca nişan vererek ödüllendirmiştir.[339] 1905'de Galatasaray, 1907'de Fenerbahçe Spor Kulübünün kurulmasına da kendisi izin vermiştir.
Gençliğinde binicilik, yüzme, atıcılık, güreş gibi sporlar yaptı. Tiyatro ve operaya ilgi duyardı. Bununla ilgili olarak kendi ağzından doğu müziği yerine batı müziği sevgisini kendisi şu şekilde ifade etmiştir:
“ | Musikiyi hem severim, hem de anlarım, evvela şunu söyleyeyim ki güzel nota bilirim. Sonra oldukça iyi piyano ve biraz keman çalarım alaturka (doğu) musikiden pek o kadar hoşlanmam, insana uyku getirir. Alafranga (batı) musikiyi tercih ederim. Bilhassa opera ve operetler pek hoşuma gider..."[340][341] | „ |
II.Abdülhamid Yıldız Sarayı'nda yaptırdığı tiyatroda çeşitli oyun ve operaları hususî olarak getirtir ve ailesiyle birlikte seyrederdi, kendisi babası Abdülmecid'i müzikte örnek almaya çalışmıştır. Ancak hiçbir zaman onun seviyesine erişememiştir. Zira musikiyi bir sanat olarak değil, bir eğlence unsuru olarak görmüş, sarayda musikinin gelişmesi için ileriye dönük hiçbir yeterli çalışma yapmamıştır.[341] En sevdiği çalgılar piyano,keman ve viyolonsel idi bu çalgıları çalan sanatçıları el üstünde tutardı.[341] Mesela Kemancı Vondra Bey'i kendisi Paris'e gönderip yıllarca eğitim almasını sağlamıştır. Buna karşın ana enstrümanı flüt olan Saffet Atabinen gibi müzikal kabiliyeti yüksek,1908'de mızıkayı hümayun'un başına geçecek birini sadece 1 yıl için Paris'e göndermiştir. Başkada yurtdışına gönderdiği kişi yoktur. Viyolonsel çalan Hacı Arif Bey’in oğlu Tamburî Cemil Bey’e de çok değer verdiği, gözde sanatçısı olduğu bilinmektedir. Cemil Bey’den özellikle viyolonsel ile sık sık sevdiği küçük romantik parçaları çalmasını isterdi.[342] 1887 yılında kemancı Vondra bey Paris’ten döndüğünde, Abdülhamid, sarayda sanatçı onuruna bir davet vermiş ve bu törende hazır bulunmuştur. Toplantıda şehzadelerinden Burhaneddin Efendi (piyano), Abdürrahim Efendi (viyolonsel) ve Tevfik Efendi (keman) küçük bir konser vermişlerdir.[342] Kendi şehzadelerinin de müzik eğitimi, birer müzik aleti çalması için çaba sarf etmiştir.
Her ne kadar batı müziği kadar pek bir hevesi olmasada Türk Sanat Müziğini elden geldiğince koruyup himaye eden son Osmanlı Padişahıdır.[342] Hacı Arif Bey'in şarkılarını ve okumasını sevdiği bu yönde oğlu Tamburi Cemil Bey'in Mızıkayı Hümayun 'da Viyolonsel Bölümüne yazdırıp yetiştirilmesine ön ayak olduğu bilinmektedir. Zira Arif Bey, onu şehzadeliğinde kucağında taşıyacak kadar hanedana yakın bir müzisyendi. Yılmaz Öztuna bu yakınlığı şöyle anlatmaktadır:
“ | Sık sık Perestu Valide Sultan’la görüşürdü. Fakat padişahın bütün ilgisine rağmen ona her zaman şımarık ve pervasız davranmıştır. Bir keresinde Arif Bey, kendisinden şarkı söylemesini isteyen Abdülhamid’e “Sanatta îrade-i Hümayun geçmez” demiş, buna çok canı sıkılan Abdülhamid, onun sarayın bir odasına hapsedilmesini buyurmuştur. 50 gün sonra Mehmet Şadi Bey’in;
Ahteri düşkün garibü aşık-ı avareyim Padişahım sen dururken ben kime yalvarayım mısralarıyla bestelediği, Nihavend makamındaki, Ağır Aksak şarkısını, Rif’at Bey vasıtasıyla padişaha dinleten Arif Bey’i Abdülhamid affetmiş ve ona Türk Müziğindeki öneminden dolayı, her zaman gereken saygıyı göstermiştir. İran Şahının, Arif Bey’i İran’a davet etmesi üzerine, Abdülhamid “onun yeri boş kalır” diyerek daveti reddetmiştir. (onu göndermemiştir)[342] |
„ |
Ancak yine de Arif bey'in ömrünün son döneminde Abdülhamid'e ufak bir küskünlüğünün olduğu bilinmektedir.
Diğer önemli himaye ettiği besteciler Dede Efendi'nin torunu muhayyerkürdi makamını ilk defa kullanan Rifat Bey (1820- 1888), İsmail Hakkı Bey (1866-1927) dir. Abdülhamid II döneminin diğer ünlü Türk Müziği bestekarları; Zekai Dede Efendi (1825-1897), Giriftzen Asım Bey (1852-1929), Hacı Faik Bey (1831-1891), Rahmi Bey (1865-1924), Rauf Yekta bey (1871- 1935), Lemi Atlı (1869-1945), Dr. Suphi Ezgi (1869-1962) II. Abdülhamid tarafından önemli resmi görevlere getirilmiştir.[342] Bunun yanında II. Abdülhamid 1876'da Yesarizade Necip Ahmed Paşa'ya Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk sözlü ve tahta kaldığı 1876-1909 yılları arası milli marşı olan Hamidiye Marşı'nı besteletmiş, güftesini de Notacı Hacı Emin Bey'e yaptırmıştır.[343]
II. Abdülhamid'in saltanatında sadece 5 kere idam cezası infaz edildiği, idam cezasını sevmediği de iddia edilmektedir.[344] İdam cezasını sevmediği, kısmı hariç bu konudaki bilginin tamamı yanlıştır. Zira son yapılan araştırmalara göre 1876-1908 arası siyasi suçlular dışında toplam 130 adet verilen idam cezasının sadece 1'inin infaz edilmeyip küreğe çevrildiği 129'unun infaz edildiği görülmektedir.[345] Bu durumda II. Abdülhamid'in siyasi suçlular dışında bir zümrede ceza hafifletmesine girişmediği gözükmektedir.Ancak 1896 yılındaki umumi af gibi sıklıkla af çıkarmıştır.Fakat bu afları genelde siyasi suçlular için ilan etmiştir.[346]
Panislamizm düşüncesiDeğiştir
Her ne kadar bu yönde tartışmalar sürse de genel savunulan görüşlerden biri II.Abdülhamid'in, Tanzimat'ın fikirlerinin imparatorluğun farklı halklarını Osmanlıcılık gibi ortak bir kimliğe getiremeyeceğine inancı ile hareket ettiği yönündedir. Bu görüşe göre yeni bir ideolojik bir görüş olarak Ümmetçilik (İttihad-ı İslam) yani Panislamizm görüşünü II. Abdülhamid benimsemiştir.[347]
1517'den itibaren Osmanlı padişahları da ismen halife olduğu için bu gerçeği yaymak istemiş ve Osmanlı Halifeliğini vurgulamıştır. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki büyük etnik çeşitliliği gördü ve Müslüman halkını birleştirmenin tek yolunun İslam olduğuna inanıyordu. Avrupa güçleri altında yaşayan Müslümanlara tek bir yönetim biçimi altında birleşmelerini söyleyerek Panislamizm'i teşvik etti. Bunu Arnavut, Boşnak Müslümanlar aracılığıyla Avusturya'ya, Tatarlar ve Kürtler aracılığıyla Rusya'ya, Faslı Müslümanlar aracılığıyla Fransa'ya ve Hint Müslümanlar aracılığıyla İngiltere'ye olmak üzere birçok Avrupa ülkesine karşı bunu silah olarak kullanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nda yabancıların etkin bir yönetime engel olan ayrıcalıkları kısıtlandı. Saltanatının en sonunda, stratejik olarak önemli İstanbul-Bağdat Demiryolu ve İstanbul-Medine Demiryolu'nun inşasına başlamak için nihayet fon sağladı ve Hac için Mekke'ye seyahati daha verimli hale getirdi. Görevden alındıktan sonra Jön Türkler tarafından her iki demiryolunun da yapımı hızlandırılmış ve tamamlanmıştır. Misyonerler, İslam'ı ve Halife'nin üstünlüğünü vaaz eden uzak ülkelere gönderildi. Pan-İslamizm politikası o dönemi değerlendiren batılı bazı tarihçilere göre önemli bir başarıydı. Zira Yunan-Osmanlı savaşında sadece Türkler değil birçok Müslüman halk zaferi kutladı[348] ve Osmanlı zaferini Müslümanların zaferi olarak gördü. Savaştan sonra Müslüman bölgelerde çıkan ayaklanmalar, lokavtlar ve Avrupa'nın sömürgeleştirilmesine karşı çıkan itirazlar gazetelerde yer aldı.[348][349] Öte yandan II. Abdülhamid “Batıda Müslüman Arnavutları, güneyde Müslüman Arapları ve doğuda Müslüman Kürtleri devletin sınırları içinde tutmaya çalışmıştır. Bunu ancak aşiretler aracılığıyla yapabileceğini bildiğinden Arnavutlar için “Saray Muhafız Alaylarını”, Arap aşiretler için “Aşiret Mektebini” ve Kürt aşiretler için “Hamidiye Alaylarını” kurmuştur.[350] Doğu Anadolu'da bir kısım ümmetçi görünüm altında eğitim vs. yatırımları,aşiretlerden bir kısım kimseleri kendi nüfuzuna alması Kürtler arasında kürtlerin babası (Bave Kürdani) diye anılmasını bile sağladı.[351] Bu arada Güney Afrika, Hindistan, Endonezya ve Japonya dahil çeşitli ülkelere İslamı yayma adı altında din adamları ve dini kitaplar gönderildi. Güney Afrika'da 1882'de Abdülhamid'ce inşaa ettirilen Nur-ul Hamidiye Camii ve 1905 ile 1906'da buraya 2 defa gönderilen İstihbaratçı aynı zamanda din adamı Muhammed Ali Efendi [352][353] ve Endonezya'ya gönderilen ve Hollanda'nın sonrasında Açe Sultanlığı'na gizli yardım ettiğinden bahisle geri çağrılmasının istenmesi akabinde geri çağrılan Mehmet Kamil Bey buna örnek verilebilir.[354]
II. Abdülhamid İslamcı görüntüsü ve Müslümanların koruyucusu imajını güçlendirmek amacıyla sıklıkla Avrupa'da da güç gösterileri ve İslam sembollerine aykırı piyesleri yasaklattırma uğraşısı da vermiştir. 1741'de meşhur Fransız yazar Voltaire (1694-1778) tarafından kaleme alınan ve 1800'lerin sonlarında Paris'te sahneye konan "Muhammed yahut Taassub" isimli, Muhammed'e hakaret içeren eseri durdurmak amaçlı işi siyasi boyuta taşıyacağı yönünde Fransız hükûmetine 1881'de çekilen protesto notaları ile kaldırtılmasının sağlanması, aynı şekilde Henri de Bornier'in 1888'de yazdığı Muhammed isimli oyununun 1890'da kaldırılması, İngiltere, ABD vs. ülkelerde gösteriminin engellenmesi[355][356] Bolirci Fabris'in "II. Mehmed" adlı, Fatih Sultan Mehmed'i kötüleyen oyununun değiştirilmesi veya gösterimden kaldırılması için yaptığı çabalar Hint Müslümanlar ve İngiltere'deki Müslümanlardan takdir almasını sağlamıştır.[357] Bu uğurda Fransa'da Osmanlı protesto notasını ciddiye alıp Bornier'in eserini yasaklatan Fransız Cumhurbaşkanı Sadi Carnot'a Mecidiye nişanı bile kendisi vermiştir.[358]
Ama diğer yandan Filipinler ve Çin'de ise ABD ve Almanya lehine Panislamizm düşüncesine aykırı Osmanlı politikaları söz konusu olmuştur. Neticede Moro Müslümanlarının özerkliklerini kaybetme nedenlerinden biri II. Abdülhamid'in ABD'ye itaat etmeleri yönündeki fermanıdır. Bu yönden de Abdülhamid'in bu Panislamizm politikalarındaki zıtlıklar göze çarpmaktadır.
Yine II. Abdülhamid'in Müslüman duygularına yaptığı çağrılar, imparatorluk içindeki yaygın hoşnutsuzluk nedeniyle her zaman çok etkili olmadı. Mesela Ortadoğu'da Kuveyt, Bahreyn gibi Arap emirliklerindeki sorunlar giderilemedi, aksine isyanlar baş gösterdi; Yemen'de de benzer bir durum söz konusu oldu 1870'de isyan çıkan Yemen'de bunun sonrasında II. Abdülhamid döneminde 1911'deki isyan öncesinde 1886, 1895-1897, 1904-1906'de olmak üzere büyük isyanlar görüldü ve bu isyanlar özellikle 1904-1906 Yemen isyanı güçlükle bastırıldı.[359] Yine başkente daha yakın, orduda ve Müslüman nüfus arasında bir sadakatin varlığı ayrıca bir baskı ve hafiyelik sistemi ile sağlanabilmişti. Bunun yanında II. Abdülhamid'in Said Nursi gibi bazı din adamları ile ters düştüğü,[351] Mısır'da Müslüman Kardeşlerin düşüncelerinin ideologlarından ikisi olan Cemaleddin Efganî'yi İstanbul'a getirip ona bazı İslam ile ilgili raporlar düzenlettirse de Panislamizm konusunda benzer düşüncelerine karşın göz hapsinde tutturduğu ölümüne kadar İstanbul'dan ayrılmasına izin vermediği ve haberleşmesine sınırlamalar getirdiği, Muhammed Abduh ile aralarında sorunlar olduğu bilinmektedir. Öyle ki bazı kaynaklarda bu iki din adamını Abdülhamid'in Mason ve İngiliz ajanı diye değerlendirdiği iddialar arasındadır.[360][361] Ayrıca Panislamist görüşü savunan o dönemin gazetecisi Mizancı Murad ile de sorunları bulunmaktadır.[362] [N]
Yine döneminde ümmetçi düşüncesine karşın, Osmanlı Türkçesinde yaşanan sorunlar akabinde Arap harfleri yerine Latin harflerinin kullanımı konusunda da ciddi tartışmalar yaşandığı, II.bAbdülhamid'in bu konuda şahsen bir çalışma başlatıp ancak gelebilecek tepkilerden çekinilmesi neticesinde bu çalışmalardan vazgeçtiği, Osmanlı Türkçesinde yazı dilince Arapça ve Farsça halkın anlamasını zorlaştıran kelimeler yerine Türkçe kelimelerin kullanılması yönünde talimatlar gönderdiğine dair iddialar da bulunmaktadır.[363][364][365][366] Bunun yanında medreseler yerine modern eğitim kurumlarında eğitimi kendisi desteklemiş ve bu yönde okullar açmış, müfredatlarının modernleşmesine gayret göstermiştir. Yine tarihçi Metin Hülagü, Fatih Altaylı'nın Teke Tek Programında 1 Temmuz 2020 Tarihli demecinde kendisinin muhafazakar bir çizgiside olsa açık saçık bile olsa operet ve tiyatroları dinleyip ilgi gösterdiğini ve yine Alman Kayzeri II. Wilhelm'in İstanbul ziyareti sırasında kendisini ve eşini karşılayıp, eşinin koluna girip ayrı bir arabaya kendisi ile birlikte oturup, ilgili yere gidene kadar sohbet edecek kadar siyasi ve diplomatik ama o günkü beklenen muhafazakarlık anlayışının dışında bir harekette bulunduğunu bu yönden modernlik ve açık fikirliliğinin söz konusu olduğundan söz etmektedir.[367]
Projeleri ve icraatlarıDeğiştir
Ordu ve donanmaDeğiştir
1878'de Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilgisiyle sonuçlanan 93 Harbi'nden sonra, Kıbrıs ve Mısır'ın İngilizlerce ve Tunus'un Fransızlarca işgali, Habeş vilayetlerinin elden çıkması akabinde Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı Ordusu'nun modernleşmesi ve ekonomik askeri işbirliği için İngiltere - Fransa yerine Almanya ile işbirliğine karar verdi.[368] Aralarında Albay Kähler sonradan Müşir rütbesi verilecek olan Baron Von der Goltz'un başkanlığını yapacağı Alman askerî subay kurulu İstanbul'a geldi.[369] Von der Goltz, askerî okullarda köklü düzeltmeler gerçekleştirip genç subayların yetiştirilmesi için ön koşulları saptadı.Goltz'un çalışması Türkiye'de önemli engellerle karşılaştı. Yabancı bir uzmana ne kadar yüksek rütbe ve unvanlar verilse de, güven tam değildi. Bununla beraber Goltz özellikle genç subayların eğitiminde etkin rol oynadı. 12 yıllık ilk çalışma döneminde, Harbiye Mektebinde ders kitabı olarak okunmak üzere, 4000 sahifeden fazla Türkçe broşür ve ders kitabı yayınladı.Kontratı 1897'ye kadar 3 defa uzatıldı. Özellikle eğitim gören genç subaylar ve subay adaylarını etkilemeyi bildiğinden, bu gruplarda Alman hayranlığı yarattı. Kısaca Von der Goltz, Türk generallerinin günümüze kadar dayanan, herkesten daha çağdaş yöntemlerle eğitilmiş olma ve en yeni askerî teknolojileri takip etme bilincinin temel taşını meydana getirdi. Her ne kadar Almanya'ya gününü gününe Osmanlı ve Sultanın durumunu bir casus gibi haber verme ve diğer Alman subayları ile aynı şekilde Alman sanayi ve silah acentelerinin temsilcisi olmakla suçlansa da, II.Abdülhamid ile sorunlar yaşasa da [G], ilk Alman askeri heyetinin başındaki Albay Kähler’in ölümü üzerine 1885 yılında İstanbul'a gelen -esasında Alman Genel Kurmayında sevilmeyip buraya gelmeyi tercih eden- Von Goltz Türklerce Kahler'den ve gelen diğer Alman subaylardan daha fazla sevilip sayılmıştır. Öyle ki Türkiye'den ayrılana kadar tam 3 kere kontratı Osmanlı'nın istemi üzerine yenilenmiştir. Türkiye'den ayrılsa da 1908'de geri çağrılmıştır.[370]
Bununla birlikte bu subaylar Osmanlı ordusunu geliştirmekten çok Alman silah sanayi ve acentelerinin temsilcisi olmakla da çeşitli Türk tarihçilerince suçlanmışlardır.[371] Mesela İlber Ortaylı'ya göre :
“ | ...Osmanlı ordusuna giren bu subaylar kendilerini burada sadece akıl öğretip, emir vermekle yükümlü sayıyorlardı. Üniformasını taşıdıkları ordunun gelenek ve kurallarına uymamaları nedeniyle danışmanlıkta pek yararlı olamamışlar ve Türk komutanlarla anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Özellikle Alman subaylarının tutumundan, eğitim yöntemlerinden ve davranışlarından pek hazzetmediği anlaşılan Gazi Osman Paşa'dan Kaehler şikayet etmekte, onu kıskançlık, tembellik ve çıkarcılıkla suçlamaktan çekinmemektedir. Esasen bu adamlar Osmanlı subayı unvanını ne kendileri kullanıyor, ne de öyle nitelendirilmeğe tahammül edebiliyorlardı...[372] | „ |
Yine devamında İlber Ortaylı Almanların, Türk Silah Sanayisinin gelişmesini engellemesini bu hatasını padişahın fark edememesini de şöyle eleştirmekteydi:
“ | ...Dönem içinde Tophanede Martini taklidi tüfekler yapılabiliyor, gene Baruthanede barut imal edilebiliyordu. Bu sanayinin İslah edilip geliştirilmesi gerekirken, Alman silahlarının istilasıyla yerinde saydığı ve Sultan Abdülhamit'in de, sadece bu sanayii geliştirme temennisi ile yetindiği görülüyor...[373] Padişah Almanya'dan silah mubayaasına dur demeksizin bu işi adeta Alman ittifakının bir bedeli olarak sürdürmüş, Alman danışmanları adeta silah fabrikaları komisyonculuğuna teşvik etmiştir. [371] | „ |
Kısacası II. Abdülhamit'in Osmanlı kara ordusunu modernleştirmeye çalışmakla birlikte hatalar yaptığı Türk silah sanayisinin gelişmesi için yeterli adımları atmadığı silah sanayini Alman sanayi mallarına terk ettiği tarihçilerce belirtilmektedir.[G]
Öte yandan II. Abdülhamid'in ordu üzerinde yeterli reformları yaptırmadığı ve önerileri dinlemeyip rafa kaldırdığı hatalar yaptığı aynı Von der Goltz tarafından şu sözlerle ifade edip ağır şekilde eleştirilmiştir:
“ | “Bizim gönderilmemiz sırasında Almanya’da, Abdülhamit’in modern fikirlere göre ordusunu yenileştirmek istediğine inanılıyordu. Ama gerçek bu değil! Konu daha çok şöyleydi: Efendimiz bir rüya görmüştü ve Türkiye’de her şey Almanya’daki gibi olmalıydı. Bu nedenle tıpkı Abdülaziz’in kaplanları, aslanları, timsahları etrafına toplayıp eğlendirdiği gibi o da Almanları getirtmişti. Efendimizin canı sıkılınca sayısız reform önerilerinden biri ele alınıyor ve komisyonda Alman reformcularıyla görüşülüyordu. Bir süre için eğlendirici oluyordu. Sonra yine bir tarafa bırakılıyordu. İşin esasında biz majestelerinin askeri soytarılarından başka bir şey değildik…”[374] | „ |
Bununla birlikte, Von Goltz'un Prusya anayasasının bir diğer temeli olan askerlerin sivil siyasete karışmama ilkesini aşılamakta başarılı olamadığı, Bâb-ı Âli Baskını ile ortaya çıktı.[375]
Bununla birlikte ordunun von der Goltz tarafından yeniden yapılandırılmasıyla birlikte Osmanlılar, İngiliz silahları yerine, Krupp ve Mauser gibi Alman şirketlerine ilk kapsamlı silah siparişlerini 1885-1886 yıllarında verdiler.[376] Von der Goltz, Almanya'nın ve Osmanlı Devleti'nin doğudaki erkini sağlama almak için Bağdat tren yolunun yapılmasını da destekledi.[377] Bu fikir, yeni pazarlar bulmak için tren yollarının yapılmasını destekleyen Alman ekonomisinin çıkarlarıyla da örtüşüyordu.[377] 1888 yılında Sultan II. Abdülhamid, Bağdat tren hattı inşası lisansını Alman Bankası Deutsche Bank tarafından yönetilen bir Alman konsorsiyumuna verdi.[377]
Osmanlı Ordusu'nun çağdaş silâhlar kullanmaya başlaması, Alman düzeni 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda da test edilmiştir. Savaş Osmanlı lehine sonuçlanmış, Osmanlı Ordularının Atina'yı tekrar ele geçirmelerine ancak Rus Çarı II. Nikolay'ın [378] ve İngiltere Fransa vs.'nin araya girip Sultan II. Abdülhamid'in zaferini tebrik etmekle birlikte haber gönderip ateşkes yönünde baskı yapmaları engel olmuştur.[218][219]
Ancak bu yapılanlara karşın 1906 itibarıyla ordunun organizasyonunda Alman subayların ve II. Abdülhamid reformlarının başarılı olduğundan da söz edilemez. Modern ve özverili bir askerlik sanatı anlayışının uygulanabilmesi subayların uygulama beceri ve arzularına bağlı olmasına karşın, II. Abdülhamid döneminde -hem nicelik ve nitelik hem de askerî hareketlilik bakımından diğer bölge ordularına göre subay kadroları daha iyi bir seviyede olan- Makedonya’daki İkinci ve Üçüncü ordu subaylarının hatıratı incelendiğinde; kıtadaki Osmanlı subaylarının yeterli bir yetişmişlik seviyesinde olmadıkları, gerekli inisiyatifi alarak hareket edebilecek subay sayısının çok az olduğu, Osmanlı nizamiye ve redif birliklerinin talim ve terbiye durumunun büyük bir ihmal içinde olduğu, talimlerin çoğunlukla muharebenin icap ettirdiği şekillerden uzak kaldığı, subaylar tarafından askerlerin duygularına/düşüncelerine nüfuz edilemediği ve sonuç olarak Osmanlı ordusunun savaş döneminde etkin bir muharebe performansı sergileme imkânının zayıf bulunduğu, nitekim bu durum -II. Meşrutiyet devrinde ordunun muharebe performansını zayıflatan diğer siyasi ve askerî nedenlerin/olayların da dahliyle- 1912-13 Balkan Savaşları sırasında ortaya çıkmıştır.[379]
Kazım Karabekir Hayatım Yapı Kredi Yayınları 2008[380]
Hafız Hakkı Paşa, Bozgun[381]
31 Mart Olayının hemen öncesinde II.Meşrutiyet dönemi II.Abdülhamid tahta iken 14 Mart 1325 (27 Mart 1909)'te Mecliste Okunan Tartışılan Bahriye Encümeni Mazbatası [382]
Bunun yanında, II. Abdülhamid döneminde kara ordusundaki yenilikçi yaklaşımlar ne yazık ki donanma için geçerli olmamıştır. Borçların artmaması, genel durum, bir kısım tarihçilere göre II. Abdülhamid'in amcası Abdülaziz'in tahttan alınması esnasında Osmanlı Deniz Kuvvetlerinin personelinin de önemli rol oynamasından kaynaklanan kuruntular,[383][384] kötüleşen mali durum ile (zira gemiler hep borçlarla alınıyordu) Osmanlı donanmasının gücü azaldı. Dahası donanma Haliç'te adeta çürütüldü. Yeni gemide doğru düzgün alınmayınca Osmanlı Donanması sayı bakımından Dünya'nın 3.büyük donanması konumundan[385] iyice gerilere düştü.[383][385] Yine de donanmaya bazı eklemeler yapılmamış değildir. Fakat bu donanmaya yapılan eklemelerde yapılan hatalarla bakımsızlıkla bir işe yaramamıştır. Mesela İsveçli silah fabrikatörü Thorsten Wilhelm Nordenfelt buhar gücüyle çalışan Nordenfelt serisi denizaltıları 1884-85’te Stockholm'de üretildi. Nordenfelt 1 denizaltısının Yunanistan donanması tarafından satın alınmasının ardından, II. Abdülhamid karşı bir atağa geçti. Nordenfelt 2 (Abdülhamid) ve Nordenfelt 3 (Abdülmecid) de Osmanlı donanmasına II. Abdülhamid tarafından satın alınarak Osmanlı donanmasına dahil edildi. Bu dönemde Dünya'da ilk defa Osmanlı tarafından denenen Abdülhamid ve Abdülmecid zırhlı denizaltıları denemelerde başarılı olmuştur. Ancak ne yazık ki bakımsızlık ve teknolojik yenilemelerinin düzenli yapılamamasından bu denizaltılar 1905 sonrası kullanılamamış, resmen çürümeye terk edilmiştir.[386][387] Sonrasında da Osmanlı Devleti denizaltı yarışına I. Dünya Savaşı'nda elinde tek denizaltı bile olmadan devam etmiştir.[388][389][390][O]
Netice olarak bozuk ve kötü durumdaki donanma 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı'nda bir varlık gösteremediği gibi[391] II. Abdülhamid sonrasında ise Trablusgarp Savaşı'ında İtalya donanması ile başa çıkılamaması ve I. Balkan Savaşı'nda pek çok Ege adasının kaybedilmesine zemin hazırlamıştır.[383] Bununla birlikte ilk deniz müzesi de bu dönemde açıldı (1897).[392] En uzun süre bahriye nâzırlığı yapan ama ağır şekilde eleştirilen Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa döneme damgasını vurmuştur.[383][393][394]
Kitap koleksiyonu, kütüphanecilik ve müzecilik alanındaki faaliyetleriDeğiştir
Abdülhamid, matbaa ve yayın işlerine çok meraklıydı. Modern matbaa makinelerini Osmanlı'ya getirtip kaliteli divan eserleri bastırdı. Mesela Cem Sultan Divanı'nı bastırıp bazı nüshalarını Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı'na, Almanya'ya ve Amerika'ya gönderten Abdülhamid, dedektif romanlarına ve seyahatnamelere çok meraklı bir padişahtı. Abdülhamid'in iki ile beş bin adet arasında olduğu rivayet edilen bir polisiye roman koleksiyonu vardı ve bunların birçoğu Yıldız Yağması sırasında ortadan kayboldu. Sherlock Holmes'un bütün maceralarını eksiksiz olarak Osmanlıcaya tercüme ettirmişti.[395] Sherkock Holmes'un yazarı Sir Arthur Conan Doyle'u ise 1907'de 2.Dereceden Mecidiye Nişanı ile ödüllendirdi.[337][396]
Abdülhamid, Yıldız Sarayı'nda çok büyük bir kütüphane kurdurtmuştu. Bu kütüphane dört bölümden meydana geliyordu.[397][398] Bunlar arasında yabancı dillerde Türkiye ile ilgili yazılmış eserler vardı.[399] Bu eserlerin içerisinde el yazması pek çok kitap olup özel olarak tercüme ettirilerek telif hakkı ödenmişti. Dolayısıyla bunları basmak ve dağıtmak yasaktı ve tek nüsha idiler.[399] Gazeteler konusunda kütüphane, Avrupa'da çıkan bütün önemli gazetelere aboneydi.[399] Dolayısıyla son derece zengin bir süreli yayın koleksiyonu mevcuttu.[399] Roman ve hikâyeler bakımından 6.000 kadar kitap özel olarak saray için tercüme edilmişti. Bu romanlar haremde de okunur ve elden ele gezer, sonra kütüphaneye teslim edilirdi. Mesela Carmen Silva'nın bütün eserleri mevcuttu. Kütüphanenin bir de Arapça ve Farsça eserleri ihtiva eden kısmı vardı.[198][399] Fakat bu kısım diğerlerine nazaran fakirdi. Coğrafya ve seyahatnameler konusunda Yıldız Sarayı'na kapanmış bir hayat süren Abdülhamid'in Dünya'yı bu eserler sayesinde tanıdığı ve takip ettiği söylenir.[337][399]
Sadece Yıldız Sarayı değil, İstanbul’da ve Şam’da bir umumi kütüphane kurma fikri de onun zamanında ortaya konulmuştur. Yine bu dönemde Balıkesir, Eskişehir, Manastır ve Bursa başta olmak üzere İmparatorluğun dört bir yanında II. Abdülhamid tarafından çeşitli kütüphaneler tesis edilmiştir.[398] Müze-i Hümayun (Eski Eserler Müzesi), Askeri Müze, Bayezid Kütüphane-i Umumisi de kendisi döneminde kurmuştur.[400]
Yine arkeolojik alanda Eski Eserler Müzesine (Müzei Hümayun) müdür olarak ilk defa bir türk Osman Hamdi Bey onun zamanında seçilmiş ve kendisi kollanmış, Osman Hamdi Bey II. Abdülhamid'e danışmanlıkta etmiş ve Nemrut Dağı, Lagina, Myrina ve Kyme gibi Anadolunun çeşitli yerlerinde arkeolojik sit alanlarında çeşitli kazılarda yapmıştır.[401]
Ancak ne yazık ki diğer yandan Osmanlı Topraklarından Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz dönemindeki gibi onun döneminde de yurtdışına kaçırılan tarihi eser olayları hız kesmeden devam etmiştir.[402] Bununla da kalmamış II. Abdülhamid arkeoloji konusunda ne yazık ki çeşitli gafletlere düşmüştür. Ne yazık ki içlerinde Milet Pazar Yeri Kapısı, Milet Trajan Tapınağı, Millet Mermer Anıtı, Magnesia Zeus Tapınağı elemanları, Asarhaddon Anıtı, İştar Kapısı, Myrina Heykelcikleri, Zincirlihöyük kazılarındaki Hitit kabartmaları gibi paha biçilmez Hitit, Yunan-Roma dönemi eserleri II. Abdülhamid'in bizzat fermanıyla veya izniyle sözde arkeoloji çalışması için antik kentlerde kazı yapan Almanlara, Fransızlara verilmiştir. Aynı şekilde Beyhekim Camii Çini Mihrabı, Hacı İbrahim Veli Türbesi Sandukası gibi paha biçilmez Türk-İslam eserleri onarım vs. bahanelerle bizzat II. Abdülhamid'in izni ile Almanya'ya götürülmüş, geri alınamamış, şu an Pergamon Müzesi'nde sergilenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Abdülmecid ve Abdülaziz devrinde olduğu gibi II. Abdülhamid döneminde elden çıkan bu eserleri alabilmek için bir asırdan uzun zamandır hukuk mücadelesi vermektedir.[402][403][404]
EğitimDeğiştir
İlk kız okulları, 2. Abdülhamid değil, Abdülmecid zamanında açılmıştır [A]; ancak II. Abdülhamid'in bunları yaygınlaştırıp kızların da eğitim almasına çalıştığı söylenebilir.[405] Bununla birlikte, ilk kız sanat okulu olan günümüzde ise kız erkek karma eğitimin yapıldığı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi adını alan İnas Sanayi-i Nefise Mektebi II. Abdülhamid zamanında kurulup, açılmıştır.[406] Bilgili bir kişi olan Abdüllatif Suphi Paşa'nın ilk defa bir kız sanat okulu açma girişiminde kararsız kalması ve titizlenmesi üzerine Abdülhamid, "Sen mektebi aç, ben arkandayım" diyerek açıktan destek vermiş ve çevresini her zaman kızların okuması için ilk adımları atmaya özendirmiştir.[407]
Osmanlı tarihinin en canlı eğitim atılımı Abdülhamid dönemine rastlar. Tahta geçtiği yıl 250 olan rüştiye sayısı, 1909'da 900'e, altı olan idadi sayısı 109'a çıkmıştır. 1877'de İstanbul'da sadece 200 modern ilkokul varken 1905'te 9.000'e çıkmıştı.[61] Yine eğitim kurumlarının müfredatları da elden geldiğince II.Abdülhamid döneminde elden geçirilip güncellenmeye çalışılmıştır.[405] Bunun yanında II. Abdülhamid şehzadeliğinden beri ekonomi ile ilgiliydi ve bu ilgisi saltanatında da sürdü. Mekteb-i Mülkiye’de iktisat derslerinin programını bizzat kendisi belirliyordu. Osmanlı’da liberalizmin öncüleri; Sakızlı Ohannes Paşa’nın "İlm-i Servet" ve idadilerde okutulan Mehmet Cavit’in "İlm-i İktisat" favori kitaplarıydı.[408] Ama bununla da yetinmemiş kendisi bir ticaret okulu kurmuştur.1883 yılında 2. Abdülhamid tarafından Avrupa'nın en önemli ticaret okullarından bile daha önce kurulmuş olan Hamidiye Ticaret Mekteb-i Alisi Osmanlı'nın gerçek manada ilk ticaret mektebi'dir.[409] Bu kurum sonrasında İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi adını alarak faaliyetini sürdürmüş ve şimdiki Marmara Üniversitesi'nin temelini oluşturmuştur. Okulun başlıca amacı da ticaretin gelişmesi ve Müslümanların ticari hayatta söz sahibi olmasıydı.[409] Ancak II. Abdülhamid'in ne yazık ki düşünceleri bu şekilde olsa da; hayata geçirmek için seçtiği yollar, Osmanlı'nın ne yazık ki gerçeklikleri ile o dönemde bağdaşmayan temeli olmayan liberalist yaklaşımları, kötü mali durumdan kaynaklı oluşan koşullar nedeniyle buna tam elverişli olamamış, kısmen başarılı olabilmiş, Türklerin gerçek manada ticaret, sanayi hayatına etkili şekilde girişleri ancak Cumhuriyet döneminde olmuştur. Bununla birlikte bu okulun hemen ardında Selanik, Beyrut, İzmir'de de hem devlet eliyle hem de Müslüman müteşebbislerce (İzmir ve Selanik'te) benzer okullar açılmıştır.[409]
Bu arada Kürt, Arap ve Arnavut aşiretlerin ve liderlerin 12-16 yaş arası çocukların eğitildiği parasız ve yatılı Aşiret Mektebi 1892'de II. Abdülhamid'ce açılmıştır. Önceleri 2 yıl olan eğitim sonrası 5 yıla çıkarılmıştır son derece iyi, başarılı ve seçkin bir eğitim verse de Şubat 1907'de öğrencilerin yemeklere isyanı bahane gösterilerek kapatılmıştır. Asıl kapanma nedeni ise II. Abdülhamid karşıtı düşüncelerin yanında öğrencilerin içinde de Osmanlı toplumunun o dönemde yaşadığı politik toplumsal kavgaların yaygınlaşmasıdır.[410] Osmanlı'da Abdülaziz'in son zamanına kadar daha önce 2 defa modern anlamda bir üniversite kurulmaya çalışılmış ancak başarısız olmuştur. Sultan Abdülaziz 3.bir girişimde bulunmuş Galatasaray Mektebi Sultanisi'nin bir üstü niteliğinde üniversite olarak Darülfünun-ı Sultâni'sini dönemin Maarif Müdürü Saffet Paşa'ya bütçeye çok yük olmaması kayıtlı kurdurmuştur. Ancak daha önceki ilk iki teşebbüste olduğu gibi burada da darülfünunun malî kaynakları sağlam bir zemine oturtulmamış, darülfünun (üniversitenin) daha çok talebe harçları, vakıfların ve devletin belli ölçüdeki yardımlarına bağımlı kalmıştı; ayrıca bir kısım Cemaleddin Afgani gibi öğretim görevlilerinin infial yaratan konuşmaları, muhafazakar çevrelerle sürtüşmeler, devletin belli faaliyetlerde onayının alınamaması darülfünun denemelerinin başarısızlığına yol açan diğer en büyük sebepler olmuştur. Dârülfünûn-ı Sultânî de benzer nedenlerle başarısız olmuştur. Zira, giderler daha çok Galata Sarayı Mekteb-i Sultânîsi’nin (Galatasaray Lisesi'nin) gelirlerinden karşılanmaya çalışılmıştır. İlk yıllarda Mekteb-i Sultânî’de buranın müdürü Ali Suavi'ye göre tam ücret ödeyerek okuyan talebe sayısının fazla olması müessesenin harcamalarını karşılamaya yeterken sonrasında gayrimüslimlerin büyük çoğunluğunun burslu olarak okuduğunu, dolayısıyla müessesenin gelirlerinin çok azaldığını belirtilmekle artan maliyetlerle Dârülfünûn-ı Sultânî de devlete bağımlı olmak zorunda kalmıştır. Müslümanlar yönünden okumak mali sorunlar vs. etkenlerden ise zordur. Kısa bir müddet sonra 2.Abdülhamid bu sebepler, başkaca nedenlerle 1877’de önce tasarruf gerekçeleri ve Fen kısmına öğrenci bulma sorunu nedeniyle Hukuk ve Mühendislik şubesi; son olarak 1880-81 yılında Edebiyat bölümünü kapatarak Dârülfünûn-ı Sultânî 'yi sona erdirdi.[411][412]
Sonrasında ilk başta 2. Abdülhamid, kendi kontrolünde olan ve Müslüman talebeler aleyhindeki eşitsizliği de ortadan kaldırmak üzere ilgili bakanlıklarla organik bir bağ oluşturan, birbirinden bağımsız yüksek mektepler açma yoluna gitti. Böylece Osmanlı hukuk ve mühendislik öğretimi XX. yüzyılın başına kadar Mekteb-i Hukuk ve Mekteb-i Mülkiyye ile Mühendis Mektebi’nde müstakil olarak devam etmiştir. Ancak 1900'de 2.Abdülhamid yeniden yapılandırma ile modern anlamda ve bu sefer kalıcı olacak şekilde Darülfünun-ı Şahane adıyla üniversiteyi tekrar açmıştır ki burası İstanbul Üniversitesi'nin esas temelini oluşturmuştur. Burası kuruluşunda hukuk, tıbbiye, felsefe (Edebiyat), fen bilimleri (matematik ve mühendislik) ve ilahiyat olmak üzere 5 fakülteyi bünyesinde barındırmaktaydı. Bununla birlikte üniversitenin o dönem için bir özerkliği bulunmayıp, doğrudan Maarif Nezareti ve 2.Abdülhamid'e bağlı tıpkı bir ortaöğretim kurumu gibi idari yapısı vardı.[411][412]
Adalet alanında Abdülaziz döneminde 1874 yılında kurulan ve Hukuk Fakültesi'nin esasını oluşturan Mekteb-i Hukuk-i Sultani 2.Abdülhamid döneminde 1878'de kapatılmış ve yerine kurulan Mekteb-i Hukuk 17 Haziran 1880'de Adliye Nezareti bahçesinde faaliyete geçmiştir. 1 Eylül 1900 yılında açılan Darülfünun-ı Şahane'nin bünyesinde bir hukuk fakültesi haline getirilmiştir. Günümüzde İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi olarak bilinmektedir.[413] Öte yandan Nizami Ceza Mahkemeleri'ne ilişkin Fransız Ceza Muhakemesi Kanunu'ndan uyarlanan Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu 25 Haziran 1879 tarihinde yürürlüğe konmuş ve savcılık kurumu düzenlenmiştir.[414] Abdülaziz döneminde hazırlanmaya başlanıp bitirilen Mecelle, 2.Abdülhamid döneminde 1877'de yürürlüğe girmiştir. Fransız ve İtalyan mevzuatından özellikle 1807 tarihli Fransız Usul Kanunu’ndan yararlanılarak Usul-i Muhakeme-i Hukukiyye adlı Medeni Usul Yasası'da 21 Haziran 1879 tarihinde çıkarılmıştır.[414] Ancak Osmanlı hukukundaki şerri ve nizami mahkeme kargaşası halen devam etmekle, bunun giderilmesi yönünde somut adım maalesef atılamamıştır. Yine onun döneminde başlangıçta gayrimüslim ve yabancı avukatlarla da olsa Türkiye'nin ilk barosu olan İstanbul Barosu 1878'de kurulmuştur.[415]
UlaşımDeğiştir
II. Abdülhamid ulaştırmaya önem vermeye çalışmıştır. Zira sürekli tehdit altında ve isyanların olduğu İmparatorlukta otoritesinin güçlenmesi için askeri birliklerin vaktinde hızla sevk ve idaresi kadar lojistiğin sevk ve idaresi de hayati bir önem kazanmıştır, yine ticaretin geliştirilmesi açısından da ulaştırma önemli bir gereklilikti. Kendisinin ulaştırmada yapmaya çalıştığı en büyük atılım demiryolları üzerine olmuştur. Büyük ölçüde gerçekleşen projelerinden birisi Şam ile Medine arasındaki Hicaz Demiryolu'dur. 1 Eylül 1900'de resmi törenle başlanıp, 1 Eylül 1908'de tamamlanmıştır. Toplam 1300 km yan hatları ile 1750 km sonradan 1908'de yapılan eklemelerle 1900 km uzunluğa erişmiştir. Hac yolunu 50 günden 5 güne indirdiği söylenmektedir. Bu proje Almanların finanse edip Haydarpaşa-Ankara arasında gerçekleştirdikleri Bağdat Demiryolu'nun aksine; Almanlarca, Alman mühendisi Meissner'in çizdiği projeye göre yapılmasına rağmen, İslâm âleminden toplanan bağışlarla finanse edilmeye çalışılmıştır, hatta II. Abdülhamid bile şahsen bağış yapmıştır.[416] Ancak sorundur şudur ki bu hattın Medine-Mekke ve Mekke-Cidde hatları sonrasında yapılmak istense de bağımsızlık peşinde koşan 1908'de Mekke Şerifi olarak atanan Şerif Hüseyin ve çevresindeki Arap şeyhleri sabotaj ve karşı koymalarla bunu engellemişlerdir. Engelleme nedenlerinin sebebi ise Osmanlı'nın bu hattı yalnızca Hac için değil, bu bölgelere kolayca asker sevk etme, toprakların güvenliğini asayişini sağlama amacıyla da yapmasıdır.[416] Nitekim I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı yenilgilerine karşı Osmanlı Ordusu Medine çevresinde savaşın son vaktine hatta 1919'a kadar bu sayede direnebilme nedenlerinden biri de budur.[417]
Abdülhamid'in emri ile Osmanlı askerlerinin yolcularının rahatça sevki seyahati için 1903 yılında yapımına başlanan ancak bitirilemeyen diğer bir demiryolu hattı da Konya- Bağdat arası Demiryolu hattıdır. Selefi Sultan Abdülaziz, Türk devletinin Avrupa’daki topraklarına (Rumeli) demiryolu hatları kurması için Alman mühendis Wilhelm Pressel’i görevlendirmişti. Bu Alman mühendis, 1869’dan 1871’e kadar Rumeli’de demiryolları inşa etmiştir Sonrasında Anadolu’da kurulan ilk demiryolu hattı da yine bu mühendisçe 1869’da inşaa edilen İstanbul’dan Konya’ya kadar uzanan Anadolu demiryolu hattıdır. Sultan II. Abdülhamid 1898'de ziyaretine gelen II. Wilhelm'e Abdülaziz döneminde yapılan bu hattın Bağdat'a kadar uzatılmasını ve imtiyaz hakkının “Deutsche Bank” adlı Alman bankasına verilmesini teklif eder. Alman imparatoru bu teklifi kabul ederek Bağdat demiryolunun hamisi olmuştur. Ancak demiryolunun güzergahında Toros ve Amanos Dağları'nın olması sorun teşkil ediyordu. Öte yandan ilk demiryolu projesinde İskenderun sahilden Belen Geçidi (Baylan Geçidi'nden) Halep'e doğru sahilden kolayca demiryolunun geçirilmesi hedeflenmişti. Ancak yapımına başlandıktan hemen sonra demiryolunun sahilde düşman gemilerinin top atışlarının hedefi olabileceği olasılığı fark edilince güzergah değiştirildi. 8 kmye varan bir demiryolu tüneli Amanoslardan yapılmak zorunda kaldı. I. Dünya Savaşı sonunda bile hem Konya hem Bağdat olmak üzere 2 yönlü ray inşası yapılıp neredeyse yan hatlarla birlikte 2000 km'ye yakın ray döşense de inşaat bitirilememiş ve Nasiriye- Samarra arasında 280 kmlik kısım daha tamamlanamamıştı. Bu 280 km'lik kısmı tamamlamak Osmanlı İmparatorluğu ortadan kalktıktan sonra 1940'da Irak hükûmetine ancak nasip olabilmiştir.[418]
Yine Sirkeci ve Haydarpaşa garları Abdülhamid'in yaptırdığı önemli binalardır. 1 Şubat 1888’de atılan Sirkeci Garı, 3 Kasım 1890’da, Avrupa kentlerine yolculuk eden trenlerin durağı olarak hizmete açılmıştır. Haydarpaşa Garı ise 1872'de yapılmış olsa bile mevcut istasyon yetersiz kalmış bu sebeple yıkılıp yeni gar yapımına ise 30 Mayıs 1906'da başlanmış ve 19 Ağustos 1908'de hizmete girmiştir.Bu iki garda Almanlarca planlanıp yapılmıştır.[419][420]
1881'de 1780 km olan demir yolu uzunluğu 1907-1908 dönemine kadar 5883 km'yi bularak Abdülhamid'in hükümdarlığı boyunca üç misli bir artış göstermiştir.[421]
II. Abdülhamid zamanında bütün Anadolu'yu baştan başa dolaşacak bir kara yolu ağının (şose şebekesinin) projelendirilip uygulamaya geçirildiği çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. Selefi Sultan Abdülaziz'ce, 1869 yılında getirilen bir sistemle halkın kara yollarının yapımına katılması sağlanmıştı. Buna göre 16-60 yaş arası erkek nüfus ile her hanenin sahip olduğu yük ve araba hayvanları senede dört gün yol inşaatında çalışacaktı. Bu sayede inşaatın hızla bitirilmesi sağlanmıştır. Gümüşhane-Bayburt-Erzurum-Doğubayazıt-İran kara yolu (1879) haricinde 12.000 kilometrelik bir güzergâha sahip Samsun-Bağdat şosesi 1895 yılına kadar tamamlanmıştı. Açılan yollar Samsun'a göçü başlatmış ve bu şehrin önemli ölçüde büyümesi, Abdülhamid döneminde olmuştur.[422] Bursa için de durum böyledir. Hem şehir içi, hem de şehirler arası yollarla Bursa, yeniden bölgenin önemli bir karayolu kavşağı haline gelmiştir.
HaberleşmeDeğiştir
Osmanlı'da modern posta hizmetleri tam anlamıyla II. Abdülhamid döneminde oluşturuldu[423] ve nezaret, 5 Kasım 1876’da çıkarılan Posta ve Telgraf İdare-i Umumiyyesinin Teşkilât-ı Cedidesine Dair Nizamnâme ile yeniden düzenlendi.Posta hizmetleri, özellikle II. Abdülhamid döneminde önemli ölçüde genişledi. Nitekim 1888’de bütün imparatorlukta taşınan mektup sayısı 11,5 milyon adet iken, 1904 yılında bu sayı 24,38 milyona yükseldi.[424][425] 30 Ağustos 1901'de ise postaların yerine daha hızlı ulaşabilmesi için demir yolları (o zamanki adı Şark Şimendiferleri) şirketiyle özel bir anlaşma yapılmıştır.[407] [Ç] II. Abdülhamid, devleti içinde etkili bir kontrol istemekteydi ve bu amaçla haberleşme önemli bir yer tutmaktaydı, Jurnalciliğe yol açan bazı olumsuzluklara karşın, telgraf bu yönde bir araç olarak II. Abdülhamid'ce görüldü. Döneminde imparatorluğun en ücra köşelerine kadar telgraf hatları döşendi ve başkent İstanbul, Ege’deki adalara, Trablusgarp’a ve hatta ulaşımı çok güç olan Fizan’a bağlandı. Telgrafın geliştiği bu dönemde Yıldız Sarayı’nda da bir telgrafhane (Yıldız Telgrafhanesi) açılarak bütün ülkenin, taşra yöneticilerinin ve halkın sarayla doğrudan bağlantısı kuruldu.1882’de 23.380 km olan toplam kara hatları uzunluğu, 1904 yılında 49.716 km’ye ulaşırken, denizaltı hatları da 610’dan 621 km’ye çıktı. Aynı dönemde gönderilen telgraf sayısı 1.000.000’dan 3.000.000’a; elde edilen gelir miktarı da yaklaşık 39.000.000’dan 89.000.000 kuruşa yükseldi.[424] Osmanlı hizmetindeki bir Fransız telgraf mühendisine göre, “Türkiye, yol ve demiryollarının gidemediği yerlere kadar telgraf hatlarını geren ilk ülke” idi.[425][426][427] Bununla birlikte bu telgrafhanelere adamlarını yerleştiren veya yandaş edinen İttihat ve Terakki Cemiyeti'de şifreli telgraflaşmalarla ülke çapında haberleşebilmiştir. 2.Meşrutiyet'in ilanında da bu yönden telgraf hatları önemli yer tutmuştur. Öte yandan bu telgraf hattı Kurtuluş Savaşında insan ve cephane aktarımında Milli Mücadele Hükûmetine önemli hizmetlerde bulunmuştur.[425]
Telgraf hatları döşenmesine hız verilmesi yanında bu hatların her birinde hava bilgisel gözlemler yapılması için talimat verilmiştir. Böylece telgraf hatlarının yaygınlaşmasıyla birlikte, hatların ulaştığı noktalardaki hava durumunun merkeze bildirilmesi imkân dahiline girmekte, böylece bu çabalar çağdaş 'hava durumu' raporlarımızın başlangıcını oluşturmaktadır.[407][428]
Telefon ise Avrupa'da kullanılmaya başlandığı tarihten (1876) sadece beş sene sonra, yani 1881'de İstanbul'a getirilmiş ve sınırlı da olsa kullanıma sunulmuştur.1881 yılında Soğukçeşme’deki telgrafhane binasıyla Yenicami’deki eski ahşap postane binası arasında çekilen ve dört telefonun bağlı olduğu hat, Osmanlı’daki ilk telefon hattı olarak bilinmektedir. Yine aynı tarihte, Galata Postanesi ile Yenicami Postanesi; Osmanlı Bankası’nın Galata’daki merkeziyle Yenicami şubesi ve Galata Liman İdaresi’yle Kilyos Tahlisiye (Kurtarma) Servisi arasında tek telli telefon hatları çekildi. Ancak, Galata-Kilyos hariç, diğer telefon hatları 1886’da kaldırıldığı gibi, genel telefon kullanımı da yasaklandı. Tahttan indirilme, darbe korkusu yaşayan II. Abdülhamid, “gizli kapaklı işler görülmesine müsait bir icat” olduğu gerekçesiyle telefonu yasakladı ve 1892’den itibaren yasağı iyice sıkılaştırdı. Hatta telefon işletilmesi ve kullanılması için imtiyaz talep eden yabancı şirketlere izin vermediği gibi, telefon malzemesi ithalini de yasak kapsamına aldı. Telefon yasağı II. Meşrutiyet Dönemi’ne kadar sürdü.[425] Bu sebeple de telefon II. Abdülhamid Döneminde Mustafa Armağan'ın iddialarının [407] aksine yaygınlaşamamıştır.1908 sonrası ise yaygınlaşması son derece yavaş olmuştur.
Basın, Edebiyat ve SansürDeğiştir
"1-Basın; haberlerinde önceliği hükümdarın sağlık durumuna, tarım ürünlerindeki rekoltenin iyiliğine ve Türkiye'deki ticaret ve sanayin gelişmesine verecektir.
2-Ahlâk bakımından Maarif Nazırı ve Ahlak Komisyonu tarafından onaylanmayan hiçbir tefrika yayınlanmayacaktır.
3-Gazetenin bir sayısında yayınlanamayacak kadar uzun hiçbir edebi ve bilimsel makale yayınlanmayacaktır. "Devamı var" veya 'Arkası yarın' sözcükleri kullanılmayacaktır.
4-Bir makalede boş beyaz yerler olmayacak, nokta, nokta çizgiler bulunmayacaktır; çünkü bu şekilde ifadeler hatalı varsayımlara neden olabilir ve fikirleri karıştırabilir.
5-Her türlü kişisel suçlamalardan en büyük dikkat gösterilerek kaçınılacaktır ve eğer size şu vali veya bu mutasarrıf hırsızlık, zimmetine para geçirme, cinayet gibi yüz kızartıcı fiillerle suçlanıyor denilirse olayı kanıtlanmamış bir vaka gibi kabul ediniz ve mutlaka saklayınız (gizleyiniz).
6-Sorumluların kötü yönetimlerinden şikâyet eden ve hükümdara sunulan kişilerin veya vilayetlerdeki çeşitli toplulukların dilekçelerinin yayınlanması katiyetle yasaktır.
7-Bütün tarihi ve coğrafi isimlerin ve özellikle "Ermenistan" sözcüğünün zikredilmesi yasaktır.
8-Yabancı hükümdarlara karşı yapılan suikast denemelerinin ve yabancı ülkelerde hangi koşullar altında olursa olsun vuku bulan isyan teşebbüslerinin yayınlanması yasak edilmiştir. Çünkü böyle haberlerin bizim yasalara uyan ve barış içinde yaşayan halkımızca duyulması iyi değildir.
9-Bu yeni kuralları gazetenizin sütunlarında yayınlamanız da yasaklanmıştır, çünkü eleştirilere neden olabilir ve bazı kötü niyetliler tarafından başka yöne çekilebilir."
6 Aralık 1888 Tarihli Zabtiye Nazırlığı tarafından Gazete ve Dergilere Gönderildiği ve Osmanlı Arşivinde bulunduğu iddia olunan Talimatname[429][430][431][432]
Osmanlı'da basın ve sansür uygulamaları II. Abdülhamid döneminden öncesinde de vardır. Bu sebeple Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk sansür, gazete ve dergi kapatma uygulamasının 2. Abdülhamid'ce yapıldığından söz edilemez. Örneğin 1864 yılında Sultan Abdülaziz döneminde Matbuat Nizamnamesi ile basın düzenlemeleri yapılmıştır. Ancak bu nizamnamede sansür uygulamasından bahsedilmemekte fakat gazetelerde devletin güvenliğini ve asayişini bozacak, Padişah'a veya ailesine, nazırlara, hükûmete, dost bir devlete veya hükümdarına, elçilerine yönelik aleyhte yayınlar yapılırsa, para veya hapis cezası verilecek, hükûmet tarafından gazeteleri bir ay süre ile kapatılması öngörülmüştür. Ancak çıkan gazete ve yayınlarda hükûmete eleştirilerde rahatsız edici noktaya gelmiş; sadrazam Ali Paşa ve Babıali bu kanunun üzerinden 3 yıl bile geçmeden bir kararname ile (Ali kararname) sınırlamaya girişmiştir. İlgili kararname Babıâli'ye devletin menfaatine zararlı şekilde neşriyat yapan gazeteleri geçici veya müddetsiz olarak idareten kapatmak yetkisini vermiş, bu suretle, basın hürriyeti ve teminatı ortadan kalkmıştır.[432] Dahası kararname çıkmadan sadece bir hafta önce bile, ”Muhbir Gazetesi, 8 Mart 1867 tarihinde Belgrad Kalesi’nin bir damla kan dökülmeden Sırplara teslimini eleştiren tutumundan yayınlarından dolayı, Maarifi Umumiye Nazırı’nın (Eğitim Bakanı) emriyle hemen ertesi gün kapatılmıştır. Yine Ali kararnamesi ile Muhbir gazetesi kapatılıp Ali Suavi Kastamonu'ya sürgün edilmiş, kapatılan Tasvir-i Efkar yazarları Namık Kemal ve Ziya Bey birer memuriyetle İstanbul'dan uzaklaştırılmışlardır. Avrupa'da da sansür uygulamalarının olmadığından bahsedilemez.[429]
Sorun şudur: II. Abdülhamid dönemine kadar Osmanlı'da basında sansür uygulamaları geçici bir mahiyet arz etmekte olup bir sistemli genele yaygınlık tam bir kurumsallaşma söz konusu değildir. Sansürü genele yayılı, geniş kapsamlı, sistematik ve sürekli hale getiren Türkiye'de bu yönden basının gelişimine engel olan padişahın II. Abdülhamid olduğu çeşitli gazeteci ve tarihçilerce ifade edilip bu yönden esas olarak II. Abdülhamid eleştirilmektedir.[75][429] Oysaki II. Abdülhamid tahta ilk geçtiğinde ortam hiç de böyle değildir. İlan ettiği Kanun-ı Esasi'nin 12. maddesinde "Matbuat kanun dairesinde serbesttir" hükmü yer almaktadır. Ama atıfta bulunulan kanunlar 1864 tarihli Matbuat Nizamnamesi ve 1867 tarihli Ali Kararname'dir. Fakat bu kanunlar bir süre uygulanmamış ve Basın rahat bir nefes almıştır.[432] Fakat aynı Anayasa'nın 117.maddesi padişahın sıkıyönetim ve sürgün yetkisini de düzenlemektedir. 93 Harbi'nde durumun kötüye gitmesi akabinde II. Abdülhamid Kanuni Esasi'nin 36. maddesine dayanarak 2 Ekim 1877 tarihli İdare-i Örfiye Kararnamesi ile sıkıyönetim ilan etmiş ve bazı mebus ile gazetecileri sürgün etmiştir.[432] 1877-1878 arasında 93 harbi gerekçesi ile gazetelere ön sansür uygulaması getirmiş, sonradan ise bu uygulamalar giderek ağırlaşarak Sultan Abdülhamid'in istibdat devri denen devri başlamıştır. Mizah dergilerinden 1880'de siyasi olmayan yayınlara kadar sansür yayılmıştır. Bu dönemde de, 1864 Tarihli Matbuat Nizamnamesi 1909'da iktidarının sonuna kadar yürürlükte kalmış; buna karşın 1857 tarihli Matbaa Nizamnamesi yerine 22 Ocak 1888 tarihli Matbaalar Nizamnamesi hazırlanmıştır, bütün matbaaların bastıklarına ön sansür uygulaması getirilmiştir." Daha sonra 1888 tarihli Matbaalar Nizamnamesi de yürürlükten kaldırılarak, 19 Aralık 1894 tarihli Matbaalar ve Kitapçılar Hakkında Nizamname adlı yeni bir nizamname hazırlanmış ön sansür süreci sürdürülerek bu nizamname iktidarının sonuna kadar yürürlükte kalmıştır.[432]
II. Abdülhamid sansür için kurum üstüne kurum kurmuştur. a) Önceden de var olan Dahiliye Nazırlığı'ndan Hariciye Nazırlığı'na geçen Matbuat Müdürlüğü'nü 1877'de tekrar Dahiliye Nezareti'ne bağlamakla kalmamış, yurt içi basılı gazete dergi vs. neşriyat için bir sansür kurulu haline bu müdürlüğü getirmiştir. b) Bununla da yetinilmemiş, yurtdışındaki veya gelecek basılı neşriyat ve yayınların sansürlenmesi için önce hariciye sonra dahiliye nazırlığına bağlanacak Matbuatı Ecnebiye Müdürlüğü 1883'de kurulmuştur.[432] c) İlaveten matbaalarda basılı/basılacak kitapların sansürlenmesi içinde, 1880 yılında Maarif Bakanlığı’na bağlı olarak Encümeni Teftiş ve Muayene Teşkilatı kurulmuştur.[430][435] Sansür kurullarında çalışanların sayısı da 1881 yılında 7 kişi olan bir sansür kurulu, 1907 yılında 59 kişiye yükselmiştir; ek olarak birçok yardımcı kurul da kurulmuştur. Teftiş ve Muayene Teşkilatı'nda çalışan sayısı ise 74 kişidir.[430]
Bu yapılan uygulamalar bağlamında 1876'da oluşan özgürlük ortamından 1890'da kadar 4.000'e kadar çıkan her yıl 9-10 yeni yayın çıkaran basılı neşriyat, 1890 sonrasında iyice düşmeye başlamıştır.[436] Yılda 1 yeni neşriyat ancak basın hayatına girer olmuştur. Bu sebeple II. Abdülhamid basınını esasında 1876-1878 arası meclisin kapatılmasına kadar olan 1,5 yıllık liberal dönemin sonrası 1878-1890 ve 1890-1908 arası dönem diye ikiye ayırmak gerekir. Nedeni ise 1888'de matbaada daha eser basılırken getirilen ön sansür uygulamasıdır.[437] Dahası II. Abdülhamid mizah dergileri ve yayınları açısından da ağır sınırlamalar getirmiştir. 4 Ağustos 1876 tarihli resmi ilan ile mevcut dergiler dışında yeni mizah dergilerine ruhsat verilmemiş sonrasında ise 24 Temmuz 1877'de ülke içinde var olan mizah dergileri kapatılmıştır. Neticede ülke içindeki mevcut mizah dergileri Hayal ile Çaylak, mizah dergisi olarak yayınlarına son verip günlük gazeteye dönüşmüş sonrasında da yayın hayatları son bulmuştur. Osmanlı topraklarında II. Meşrutiyet'e kadar da bir mizah dergisi bile çıkarılamamıştır.[434] Ancak ülkeye kaçak yollardan yurtdışına kaçan Jöntürklerin yurtdışında çıkardığı mizah dergileri girebilmiştir.[438] Gazeteler sansür nedeniyle siyasi olan konulardan toplum sorunlarından iyice uzaklaşıp edebiyat bilim ve sanata yönelmişlerdir. 6 Aralık 1888 Tarihli Zabtiye Nazırlığı tarafından Gazete ve Dergilere Gönderildiği belirtilen 9 maddelik talimatname de ayrıca pek çok yasak getirmiştir. Halid Ziya Uşaklıgil'in 40 yıl adlı anılarında da ifade edildiği üzere 1900 ve 1901 yıllarında kitap bastırmak için zorunlu tutulan ruhsat alma işlemi o kadar zorlaştırılmış ki, Kırık Hayatlar adlı romanın en beklenmedik yerlerinde sansür memurunun kırmızı kalemini görünce, II. Meşrutiyet’in ilanına kadar tek bir satır yazmamıştır.[439] İlgili Talimatnamenin 7. ve 8.maddesi gereği haber bir yana Girit, Makedonya, Kanuni Esasi, ulusun hakları, ıslahat, hürriyet, millet, vatan, cumhuriyet, bomba, dinamit, dinamiti çağrıştırıyor diye dinamo hatta tepe (Yıldız sarayına atıfta bulunuluyor diye) gibi onlarca sözcüğün bile gazetelerde kullanımı yasaklanmıştır, sansürlenmiştir. Tarih kitaplarından da suikast, ihtilal, isyan gibi kelimeler de kaldırılmıştır. "Büyük burun" kelimesinin bile kullanımı Padişahın burnunu çağrıştırır diye yasaklanmış bu kelime coğrafya kitaplarından çıkarılıp yerine "çıkıntı" kelimesinin getirilmesi; tahta kurusu kelimesinin "tahtı kurusun" sözcüğü ile benzeşmesine binaen yasaklanması gibi garip olaylar yaşanmıştır. Tarih kitaplarından da suikast, ihtilal, isyan gibi kelimeler de kaldırılmıştır. Çarlık Rusya’da kurulan parlamentonun haberinin yapılmasına izin verilmemiş, Fransa Cumhurbaşkanı Carnot’un suikaste kurban gittiği haberi ise kalp krizinden öldü şeklinde yansıtılmıştır. Ancak Orhan Koloğlu'nunda belirttiği üzere esasında yapılan araştırmalar tartışmalı "bu kelime yasaklamalarının II. Abdülhamid'in isteği ile yapılmadığını ortaya koymaktadır. "Murat", "ıslahat", "Türk", "ittihad", "cünun" gibi sözcüklerin iddiaların aksine kullanıldıkları ispatlamıştır. Yine yasaklar arasında sayılan "parlamento" sözcüğüne de Takvim-i Vakayi'de rastlamak mümkündür. Bu karmaşayı yaratan esasında sansür memurlarının işgüzarlıklarıydı. Ama onları işgüzar olmaya yönelten de Abdülhamid'in jurnalcilikte verdiği primdi. Bazı şeylere göz yumduğu suçlamasından korkan memur işin kolayını her şeyi yasaklamakta buluyordu. Her şeye şahsen karar veren sultandan da buna itiraz gelmeyince haklı olarak bütün suçlamalar Abdülhamid'e yöneltiliyordu." [437]
Gazetelerdeki en küçük dizgi yanlışı bile sorun çıkarabilmektedir. Abdülhamid'in tahta çıkışı vesilesiyle Leylei Mes'ude (mutlu gece) başlığında ufak bir hata yapılıp Leylei Mesude (karanlık gece) olarak çıktığından İkdam gazetesi hakkında soruşturma açılması; Hollanda kraliçesine ülkesinde nişan verilmesi (nişan itası) kelimesinin; "nişan hatası" şeklinde yazılması neticesi Takvimi Vakayi gazetesinin, 12 yaşındaki Hollanda kraliçesine nişan verilmesinin hatalı olduğunun gazetece eleştirildiğinden muhalefet yapıldığından bahisle jurnal edilerek garip gerekçelerle kapatılması (2.Meşrutiyete kadar gazete kapalı kalmıştır) hep bu döneme rastlamaktadır. Pek çok kitapta toplatılıp yasaklanmış, yakılmış, pek çok piyes engellenmiş veya oynanırken kelimeler çıkartılmıştır.[430] Kısacası sansür uygulamaları II. Abdülhamid'in maalesef işgüzar memurlara da verdiği primle önceki Osmanlı Padişahlarının uygulamalarını kat ve kat aşar akla mantığa ters bir boyuta gelmiştir.[440]
Öte yandan Abdülhamid basında bazı gazetecileri satın almak, bazı gazetelerde gazetecilere nişan dağıtmak ayrıcalık sağlamak gibi yollara da başvurmuştur. Örneğin İkdam’ın sahibi Ahmet Cevdet’in Dahiliye Nezareti’ne yazdığı dilekçesinden, belli bir kota dâhilinde gazeteci telgraflarından ücret alınmamasını bir ayrıcalık olarak talep ettiği görülür. Ahmet Cevdet dilekçesinde Avrupa kentlerinde gazetesi için çalışan gazetecilerin telgraflarından günde 50 kelimeye kadar ücret alınmaması talebinde bulunmuş ve bu talebinin ileride kurulacak ve doğrudan Osmanlı çıkarlarına hizmet edecek bir Osmanlı haber ajansının kurulmasının ilk adımı olarak ele alınması gereğinin altını çizmiştir. Nitekim dilekçesi oldukça ciddiye alınmış ve II. Abdülhamid’e ulaştırılmıştır.[441] Aynı şekilde sonradan aralarının bozulması ile Konya'ya sürgüne gönderdiği Ebüzziya Tevfik Bey maaşa bağladığı gazetecilere örnektir.[442]
Hatta sıklıkla yabancı gazeteleri bir yol bulup elde edip çevirttiren sultan bu gazetelere karşı tekzipler hazırlattırmış, hatta Osmanlı aleyhine ve kendisi aleyhine yazılar yazan dış basına Reuters vs.ye kadar giderek para ile gazeteci satın alma girişimlerinde bulunmuştur. Yerli basına karşı değil de dış basına karşı yaptıklarının Koloğlu'nun deyimiyle o günün şartlarında II. Abdülhamid'in oyunu dış basına karşı kurallarına göre oynamaya çalışıp [443] Batı kamuoyunu kendisi ve Osmanlı imparatorluğu aleyhine dönmeye engellemeye çalıştığı düşünülebilir. Örnek vermek gerekirse lehine haber yapması için 1 Eylül 1895’te, ‘Times’ gazetesinin İstanbul muhabiri Garachino’nun ev kirası olan 150 lirayı hükümetin ödemesi kararlaştırılmıştır. Ertesi sene, bir diğer İngiliz gazetecinin, Norman’ın her ay aldığı 50 lira ‘harçlığa’ 30 lira zam yapıldı. 1901’de, ‘Berlinguer Togobalt’ gazetesinin sahibine 2 bin kuruş aylık bağlandı ve saraydan maaş alan yabancı gazetecilerin sayısı, zamanla 60’a yükseldi. Bu arada, Abdülhamid’in para dağıttığını haber alan bazı Avrupalı gazeteciler, Osmanlı elçiliklerini ‘Bize de maaş vermezseniz aleyhinizde yazarız’ diye tehdide başlayınca hemen tamamına ödeme yapıldı. Ancak, 1903 Şubat’ında Le Figaro gazetesinde aleyhinde çıkan son derece ağır bir yazıdan sonra maaşa bağladıklarının çoğunun Avrupa’nın ikinci, hatta üçüncü sınıf yazarları olduğunu geç de olsa farkeden Abdülhamid hükümeti uyarmış ve ‘Önemsiz gazetelere para dağıtıyoruz, ödemeler bundan böyle itibarlı gazetelere yapılsın’ buyurmuş hükümdarın talimatı üzerine, Osmanlı Bankası vasıtasıyla Paris’teki elçiliğe ‘önemli gazetecilere dağıtılmak üzere’ 400 bin Frank gönderilmiştir.[442][443]
Bununla birlikte sansür uygulaması ne yazık ki yerli basın, Osmanlı devleti açısından II. Abdülhamid'in hedeflediği sonuçları doğurmadığı gibi Osmanlı ve Türk toplumu açısından hiç de olumlu sonuçları doğurmamıştır.
- ...Hafiyeliğe özel prim verilmesi sonucu Osmanlı toplumunda bu işi meslek haline getiren kişiler belirdi. Açık tartışma dönemine girmekte olan toplum birden eskisinden çok daha kapalı bir yapıya girdi. Daha önceki dönemlerde saygıdeğer bir görev olarak kabul edilen "jurnal hazırlayıcı"lık (yani bir konuyu derinlemesine araştırıp rapor vermek) Abdülhamid döneminde en aşağı ihbarcılık, dedikoduculuk haline dönüştü: "jurnalcilik" oldu. Otuz yıllık dönem bu konuda, bol atiyelerin de etkisiyle, toplu mu öylesine etkiledi ki, Türk toplumunun -bugün de-açık toplum olmasını önleyen öğelerin en önemlilerinden birini oluşturdu. Yakın geçmişimizdeki, herkesin bir diğerlerinin fikir sahibi olamayacağı ve değişik düşünce ileri sürenin mutlaka ajan olacağı yolundaki geleneğin kurucusu oldu.
- Dürüst aydınlar inandığı düşünceleri açıklamaktan kaçınmayanlar devlet yönetiminden kaçmayı yeğlediler; namuslu kadrolar uzaklaştı, alan diğerlerine kaldı.
- Murad, Yıldız gibi sözcüklerden korkmak gibi garip bir psikoz topluma hakim oldu. Haberden korkmak" giderek "Gerçekten korkmak" şekline dönüştü. Çare, çözüm aramak yerine, gerçekleri örtme ya da "boynunu kuma sokma" yöntemi yeğlenir oldu. Gittikçe süreğenleşen sorunların çözüm anları geldiğinde, Osmanlı toplumunun seçenekleri tartışmaya sonunda başlaması gibi bir ortamı hazırladı ve böylece kendisinden sonraki dönemin çöküşünü de hazırladı...
- ...Kurumları gerçek görevlerinden uzaklaştırmıştır. Özellikle yurtdışı temsilcilikleri Avrupa gazetelerindeki en basit haberleri izleyen ve "Jöntürk" kovalayan kurumlar haline gelmişlerdir.
- Kitap yakma, yayın yoketme, muzur arama geleneğini yerleştirmiştir. Geçmişimize ait, özellikle gazete yayınlarının, bugün tam olarak bulunamamasının nedeni, bunların devlet tarafından yok edilmesinin, özel kitaplıklardakilerin de yok edilmesi sonucunu yaratmasındandır.
- İstanbul, (Abdülmecid, Abdülaziz zamanı) 1860-1878 arasında üstlendiği İslam dünyasının basın ve fikir merkezi olma niteliğini kaybetmiştir. 1875'lerde Mısır'a taşınmaya başlayan Beyrut basını, 1882'de İngilizlerin buralara el koyması üzerine ve İslam dünyasını İngiliz çıkarları yönünde yönlendirmek amacıyla büyük destek görmüştür;Bu yolda onlara hayli de özgürlük, özellikle Abdülhamid rejimini eleştirme özgürlüğü tanınmıştır. İngilizler amaçlarında tam başarılı olamamışlar, fakat Türk-Arap bozuşmasının temeli bu girişimlerle atılmıştır.
- Liberalizmi ekonomik açıdan kabul edip düşünce açısından reddetme temeline dayanan ve bugün de geçerli olan görüş pekişmiştir.
- Yabancı kurumların (postaneler, konsolosluklar gibi) ülke aleyhine çalıştıkları kabul edilirken, bunların yurtdışındaki "vatansever" sürgün basına aracılık etmeleri sonucu prestijleri artmıştır. Osmanlı yönetimi hakkında çok büyük yalanlar da yazdığı bilinen Avrupa basını da, yine içerde gerçeklerin yazılmaması karşısında, inanılırlık yüzdelerini arttırmışlardır. Abdülhamid rejiminin yarattığı sansür canavarı saltanatının alaya alınmasının başlıca konusu olmuştur...[437]
Bununla birlikte sansüre rağmen edebiyat ve basın alanında gelişmelerde olmamış değildir. Politik sınırlamalara rağmen bu dönemde normal olarak 12-15 bin günlük tiraj yapan, olağanüstü durumlarda 30 bine kadar çıkan gazeteler vardır. Mesela Ahmed Midhat Efendi bu basın yasaklarına karşın Tercümân-ı Hakîkat gazetesini kurmuş ve gazete 1921 yılına kadar yaşamıştır. Ahmet Midhat, ansiklopedik bilgilerini halka yansıtma çabalarında çok başarılı olmuş, politikanın yasak olduğu bir zamanda halka okuma zevkini aşılamayı başarmıştır. Bir mücadele gazetesi olmaktan çok öğretici gazeteci olmuştur. Bununla birlikte Hüseyin Cahit Yalçın, Halide Edip Adıvar bu gazete bünyesinde çalışmış ve yetişmiştir. Diğer önemli gazete ise 1875'de yayın hayatına başlasada esas 1882 yılı sonrasında parlamaya başlayan Sabah gazetesidir. Peyam-ı Sabah olarak adını sonradan değiştirilip 1922 yılına kadar faal olarak devam etmiştir. Ancak Milli Mücadeleye karşı çıkıp kapatılmıştır. Sabah gazetesine rakip olarak 1894'de kurulan 1926'da kapanan İkdam; bunun yanında II. Abdülhamid yanlısı yazıları ile bilinen Tarih (1881) ve Mizan (1886)[N] diğer belli başlı gazetelerdendir.[437]
Ancak esas II. Abdülhamid döneminde dergicilikte en önemli atılım simgesi Ahmet İhsan Tokgöz'ün ilk sayısı 27 Mart 1891'de yayınlanan Edebiyat-ı Cedide (Yeni Edebiyat 1896-1901) akımına da öncülük yapan Servet-i Fünun dergisidir. Başlangıçta aile moda yayını yapan dergi, yazar kadrosuna Halit Ziya Uşaklıgil, Recaizade Mahmud Ekrem gibi şair, yazar, edebiyatçıların gelmesiyle bir kültür, sanat ve edebiyat dergisi haline gelmiştir. Avrupa resimli dergileri kalitesinde bir yayın yapmak amacıyla çıktığını saklamayan Servet-i Fünun, her şeye rağmen II. Abdülhamid'den bile maddi yardım görmüş, yeni makineler ve ustalar getirtmiş, böylece 1893 Şikago Uluslararası Fuarı'nda ödül kazanacak bir kaliteyi yakalamıştır. 1944 yılına kadar yayın hayatına devam etmiştir.[437][444] Dergi o dönem Avrupa’da da beğenilmiştir. Paris’te çıkan Basın Yıllığı da Servet-i Fünûn’un bir sayfasının tıpkı basımını yayımlayarak dergi hakkında övücü sözler yazmıştır.[445]
Hemen hemen aynı kalitede Malumat Dergisi'de çıkmış ise de yazar kadrosunun aynı üstün nitelikte olmaması, hem de sahibinin aşırı çıkarcı kişiliği sebebiyle etkisi sınırlı kalmıştır. Düşünce ve edebiyat ağırlıklı "Mecmua i Ebüzziya"'da 1890-97 arasında etkili olmuştur.[437] II. Abdülhamid'de esasında kendi güdümünde olması şartıyla basının yaygınlaşmasını istemiyor değildi. 1903'te yayınlanan bir Şura-yı Devlet kararnamesinde belirtildiği üzere, basının illere yayılması, yerel tarım, doğal kaynaklar ve kültür konularının bu basında halkın yararına işlenmesi, konuların sade bir dille yazılması, gazetelerin köylere kadar girmesi istenmekteydi. Teknik aletler baskı makineleri hususunda da basında kalite arttırımı yapılmıştır.[437] Ancak tüm bunlar kendi politikaları ile örtüştüğü sansürünün elvereceği kadar ne yazık ki olmuştur. Çoğu yayın kuruluşu ise yurtdışında yayın yapıp ülke topraklarına kaçak girmiştir. Bu kaçak giren Jöntürk dergi ve gazetelerden en bilinenleri ise Ali Şefkati'nin İstikbal'i (Napoli, Cenevre, Londra 1879-1895), Ahmet Rıza'nın Meşveret'i (Paris 1895-1908), Şura-yı Ümmet (1902), Osmanlı (1897-1904), Terakki (1906), Türk (1903) adlı yayınlardır, bu yayınlar parlamenter sistemin geri gelmesi ve reform talebinde bulunuyorlardı.[437]
SağlıkDeğiştir
II. Abdülhamid her ne kadar donanma dair çeşitli alanlarda başarısız olsa da en büyük başarılarından birini sağlık alanında büyük çalışmaları ve uğraşları ile yapmıştır.
1899 yılında, bugün de etkin durumda olan Şişli Etfal Hastanesi'ni kurdu.[446][447]
Çiçek Aşısı Nizamnamesi ve İkinci Çiçek Aşısı Nizamnamesi ile yeni doğanlara altı ay içinde aşılanma mecburiyeti ve aşı olmayanların okullara kayıt yapılmama düzenlemesi getirildi. İlaç yapımında kullanılan kimyasal maddelerin ticaretini kontrol altında tutmak amacıyla Ecza Tüccarı Hakkında Nizamname yürürlüğe sokuldu. Attarlar ve Kökçüler Nizamnamesi ile zararlı ve zehirli maddeler listelendi ve aktarların ve kökçülerin bunları satması yasaklandı. Kimyasal ilaç etken maddeleriyle uğraşan memurların çalışmaları Ecza-yı Tıbbiye Teftiş Memurlarının Vezaifini Mübeyyin Talimatı ile düzenlendi. Konuyla ilgili gümrüklerde kimya laboratuvarları kuruldu ve Gümrüklerce İcra Edilecek Muayene-i Sıhhiyeye Dair Nizamname yayımlandı.[448]
Mezun olan askeri hekimlerin iki yıl klinik eğitim görmeleri için kurulan Gülhane Tababet-i Askeriye Tatbikat Mektebi ve Seririyatı (Gülhane Askeri Tıp Akademisi 1898), görme ve duyma konuşma engelliler için Dilsiz ve Amalar Mektebi (1889),[449] askeri sağlık elemanı yetiştirmek üzere Baytar ve Eczacı Rüşdiye-i Askeriyesi, Bahriye teşkilatının eczacı ve cerrah ihtiyacını karşılamak amacıyla Eczacı ve Tımarcı Sıbyan Mektebi, aşıcı yetiştirmek üzere faaliyete geçen Aşı Dershanesi kuruldu.İlaveten Şam,Balkanlar dair ülkenin her yanında askerî hastaneler kuruldu.[448]
Bunun yanında Osmanlı tebaasındaki halklar içinde hastane kurulmasına II. Abdülhamid ön ayak olmuştur. İstanbul'daki Bulgar Hastanesi 1894 yılında, Ragıp Paşa tarafından yaptırılmış ve 1900 yılında Sultan II. Abdülhamid tarafından Bulgar tebaya verilmiştir.[450]
Bunun yanında kuduz aşısı çalışmaları için II. Abdülhamid, meşhur Fransız bilim insanı Louis Pasteur ile arasında şahsi bir dostluk tesis edilmişti. Kuduz aşısını bulup 1886'da kuracağı Pasteur Enstitüsü için yardım talep eden bu amaçla Osmanlı'dan da para isteyen bilim insanına II. Abdülhamid ilk mikrobiyologlarımızdan Miralay Dr. Hüseyin Remzi Bey, Zoeros Paşa ve Veteriner Hüseyin Hüsnü Bey’den oluşan heyet Paris’e gönderttirmiş burada staj yapmalarını sağlamaları yanında bu heyet aracılığıyla adı geçen Pasteur Enstitüsü’ne kurulması için 10 bin altın (veya frank) vermiş. Louis Pasteur'e ise birinci dereceden Mecidiye Nişanı ve bir madalya hediye etmiştir. Bu sayede kuduz aşısı 1889'da Osmanlı'da üretilir hale gelmiştir. Dahası 1892'de Louis Pasteur'den İstanbul'daki bir salgının çözümü, kolera olup olmadığının tespiti için yardım istemiştir. Pasteur'de Enstitüdeki bilim adamlarından birini Dr. Şantimas'i sorunu çözmesi için İstanbul'a göndermiştir. Şantimas bu salgının kolera olduğunu tespit etmiş ve salgının çözümünü sağlamıştır. Sonrasında ise yine onun ricası ile Pasteur, Dr. Nicolle'u Osmanlı topraklarına göndermiş II. Abdülhamid sağlık alanında çalışması ve Osmanlı topraklarında yerleşik olarak kalması için gerekli her türlü desteği vermiştir.[451]
Osmanlı Devleti’ne yapılacak elektrikli araç ve gereç ithali, prensip olarak 2.Abdülhamid'ce yasaklanmıştır. 2.Abdülhamid elektrik konusunda bir fen heyetinden izin almadan elektrikli araçların alım ve kullanıma izin vermemiştir. Bunun yansıması sağlık alanında da olmuş, II. Abdülhamid Osmanlı Devleti'nde elektrik kullanımı gerektiren sağlık amaçlı aletlerin girişine de Fen heyetinin denetim zorunluluğu getirilmiştir. Bu denetim sayesinde muhtemel 'zararların' önlenmiş olacağı düşünülmüştür. Fakat basında elektrikli aletlerde kullanılan dinamo kelimesinin dinamiti çağrıştırdığından sansürlenmeye çalışılması gibi; sağlık gibi önemi bir alanda kullanılacak bu elektrikli makinelerin, 'bombalı eylemlerde de kullanılabilmesinin mümkün olduğu' düşüncesi bile kimi zaman bu heyetçe görüş olarak beyan edilmiştir. Ancak yine de sağlık alanında bu aletlerin sınırlı da olsa girişine izin verilmiş, 1908'e kadar bireysel ve toplu kullanımda elektrik ve elektrikli aletler yavaşta olsa Osmanlı'da yayılmıştır. 2.Meşrutiyet sonrası izin süreçlerinin kolaylaştırılması ve bu fen heyeti uygulamasından kısmen vazgeçilmesi ile elektriğin hem Osmanlı toplumunda hemde sağlık alanında kullanımı daha fazla artmıştır.[452]
Sosyal yardımlaşmaDeğiştir
25 Mart 1906 tarihli fermanıyla Okmeydanı'ndaki Darülaceze'yi kurdurmuştur.[453]
Gerçekleştiremediği projeleriDeğiştir
II. Abdülhamid 20. yüzyılın başlarında İstanbul'da Haliç'e, dahası Boğaziçi'ne birer köprü yaptırmayı düşündü, bunun için projeler hazırlattı. Ferdinand Arnodin (1845-1924) adlı Fransız mimarın 1900 tarihinde bir, Boğaziçi Demiryolu Kumpanyası'nın iki Boğaz köprüsü projesi, gerçekleştirilememiş olsa da, en azından belgeleri, çizimleri, resimleri bulunmaktadır.[454][455]
Gerçekleşemeyen ama projesi çizdirilen, yapılabilirliği çıkartılan ve ihalesi yapılarak inşasına başlanan projelerden birisi de Yemen Demiryolu'dur. Raporu 1898'de o zamanlar Yemen Valisi olan (sonradan Sadrazam olan) Hüseyin Hilmi Paşa vermiş ve 1913 yılında inşasına başlanmıştır. Ancak İtalyan kuvvetlerinin Yemen'deki Cibana limanını topa tutmasıyla çalışmalar durmuş ve proje iptal edilmiştir.[456]
Sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelerDeğiştir
II. Abdülhamid'in padişahlığı döneminde sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmelerden bazıları şunlardı;
- Mülkiye (Siyasal Bilgiler), Fakülte düzeyine getirilerek açıldı.
- Memurlara sicil tutulmaya başlandı.
- Eski Eserler Müzesi açıldı.
- Hukuk Fakültesi açıldı.
- Divan-ı Muhasebat (Sayıştay) kuruldu.
- Güzel Sanatlar Fakültesi açıldı.
- Hamidiye Ticaret Mekteb-i Alisi günümüzdeki adıyla İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi açıldı.
- Yüksek Mühendislik Fakültesi açıldı.
- Dârülmuallimât (Kız Öğretmen Okulu) açıldı.
- Terkos Suyu hizmete girdi.
- Bütün yurtta İdadiler (Lise) açılmaya başlandı.
- Ziraat Bankası kuruldu.
- Bursa'da İpekhane açıldı.
- Halkalı Ziraat ve Veterinerlik Fakülteleri (Halkalı Ziraat ve Baytar Mekteb-i Âlisi) açıldı.
- Bursa Demiryolu hizmete girdi.
- Aşiret Okulu açıldı.
- Bütün yurtta Rüşdiyeler (Ortaokul) açılmaya başlandı.
- Kudüs Demiryolu hizmete girdi.
- Ankara Demiryolu hizmete girdi.
- Hamidiye Kâğıt Fabrikası kuruldu.[457][458]
- Kadıköy Gazhanesi kuruldu.
- Beyrut'ta liman ve rıhtım inşa edildi.
- Osmanlı Sigorta Şirketi (Osmanlı Umum Sigorta Şirketi)[459] kuruldu.
- Kadıköy Su Tesisatı hizmete girdi.
- Selanik-Manastır Demiryolu hizmete girdi.
- Şam Demiryolu hizmete girdi.
- Eskişehir-Kütahya Demiryolu hizmete girdi.
- Galata Rıhtımı inşa edildi.
- Beyrut Demiryolu hizmete girdi.
- Darülaceze (Kimsesizler yurdu) hizmete girdi.
- Mum Fabrikası kuruldu.
- Afyon-Konya Demiryolu hizmete girdi.
- Sakız Adası'nda Liman ve Rıhtım inşa edildi.
- İstanbul-Selanik Demiryolu hizmete girdi.
- Tuna Nehri'nde Demirkapı Kanalı açıldı.
- Şam-Halep Demiryolu hizmete girdi.
- Şişli Etfal Hastanesi hizmete girdi.
- Hicaz Telgraf hattı kuruldu.
- Hama Demiryolu hizmete girdi.
- Basra-Hindistan Telgraf hattı Beyoğlu'na bağlandı.
- Hamidiye Suyu hizmete girdi.
- Selanik'te Liman ve Rıhtım inşa edildi.
- Haydarpaşa Liman ve Rıhtımı inşa edildi.
- Maden Fakültesi açıldı.
- Şam Tıp Fakültesi açıldı.
- Haydarpaşa Askeri Tıp Fakültesi açıldı.
- Trablus-Bingazi Telgraf hattı kuruldu.
- Konya Ereğlisi'nde demiryolu hizmete girdi.
- Trablus Telsiz İstasyonu kuruldu.
- Bütün yurtta Telsiz İstasyonları kuruldu.
- Medine Telgraf Hattı kuruldu.
- Şam'da Elektrikli tramvay hizmete girdi.
- Hicaz Demiryolu hizmete girdi. 27 Ağustos'ta İstanbul'dan kalkan tren, 3 gün sonra Medine'ye ulaştı.
- İlk rakı fabrikası Tekirdağ yolu üzerinde Umurca çiftliğinde açıldı.[460][461]
- İlk bira fabrikası Bomonti açıldı.[462]
AilesiDeğiştir
- Eşleri
Kızı Ayşe Sultan'a göre, babası II. Abdülhamid'in 13 eşi olmuştur.[463] Bazı kaynaklara göre ise, bu sayı 16'dır.[464]
- Kadın Efendileri
- Nâzikedâ Kadınefendi: Başkadınefendi
- Bedrifelek Kadınefendi: İkinci Kadınefendi
- Safinaz Nurefzun: İkinci Kadınefendi
- Bidâr Kadınefendi: İkinci Kadınefendi
- Dilpesend Kadınefendi: Üçüncü Kadınefendi
- Mezîde Mestan: Üçüncü Kadınefendi
- Emsalinur Kadınefendi: Üçüncü Kadın Efendi
- Müşfika Kadınefendi: Dördüncü Kadınefendi
- İkballeri
- Sazkâr Hanım: Baş İkbal
- Peyveste Hanım: İkinci İkbal
- Fatma Pesend Hanım: Üçüncü İkbal
- Behice Hanım: Dördüncü İkbal
- Saliha Naciye Hanım: Dördüncü İkbal
- Gözdeler
- Dürdane Hanım: Baş Gözde
- Calibos(Caliboz) Hanım
- Simperver(Nazlıyâr) Hanım
- Nevcedid Hanım
- Bergüzar
- Levandit
- Ebru
- Sermelek
- Erkek çocukları
- Mehmed Selim Efendi, Bedr-i Felek Kadın Efendi'nin oğlu
- Ahmed Nuri Efendi
- Mehmed Abdülkadir Efendi
- Mehmed Burhaneddin Efendi
- Abdürrahim Hayri Efendi, Peyveste Hanımefendi'nin oğlu
- Ahmed Nureddin Efendi
- Mehmet Bedreddin Efendi
- Mehmed Abid Efendi, Saliha Naciye Hanımefendi'nin oğlu
- Kız çocukları
- Ulviye Sultan
- Zekiye Sultan
- Naime Sultan
- Naile Sultan
- Şadiye Sultan
- Ayşe Sultan
- Refia Sultan
- Hatice Sultan (II. Abdülhamid'in kızı)|Hatice Sultan - (10 Temmuz 1897, Yıldız Sarayı, İstanbul - 14 Şubat 1898), annesi Fatma Pesend Hanımefendi'ydi. 7 aylıkken difteriden ölmüş, Yahya Efendi Türbesi'nde defnedilmiştir. Abdülhamid, kızının ölümünden duyduğu üzüntüden dolayı hatırasına Hamidiye Etfal Hastanesini (günümüzdeki Şişli Etfal Hastanesi) yaptırmıştır.
- Aliye Sultan (y.1900). Bebekken ölmüştür.
- Cemile Sultan (y.1900). Bebekken ölmüştür.
- Samiye Sultan
- Saliha Sultan
Tartışmalı ServetiDeğiştir
II. Abdülhamid'in diğer bir tartışmalı hususu serveti üzerinedir. Zira II. Abdülhamid şehzadeliğinden beri, tıpkı Abdülaziz ve V. Murat gibi borsa oyunlarına son derece meraklıydı. Ancak bu padişahlar içinde servetini katlayan kişi II. Abdülhamid olmuştur. Kendisi 9.000 altınlık almakta olduğu harcırahını katlamakla kalmamış tahta çıkışı anında o zamanki Osmanlı parasıyla 60.000 Lira tutan harcamaları bizzat kendi cebinden ödemiştir. Taht sırasında 100.000 altın servetinin olduğundan bahsedilmektedir. Rum asılı Yunan Vatandaşı Banker Yorgo Zarifi, tahta çıktıktan sonra ise oğlu Leonidas Zarifi, Abdülhamit'in parasını şehzadeliğinden değerlendirenler arasındaydı.[408] Kazandığı paralarla altın tahvil almış hatta Anadolu Şimendifer ve Selanik Limanından bile tahvil alarak kara ortak olmuştur. Yine büyük çiftliklere sahip olmuştur. Boya, koyun ve buğday ticareti ile de uğraşmaktadır.[408][465] Yine faize parasını yatırdığı, karşı işlerde parasını kullandığı baş mabeycisinin tuttuğu anılarında da belirtilmektedir.[466] Osmanlı Maliyesinde Padişahların mülkleri ile ilgilenen Hazîne-i Hâssa Nezâreti denen bir nezaretçe yönetiliyordu. Hazine-i Hassa, şehzadeliği senelerinde mal edinmeye ve tasarrufa meraklı olduğu bilinen Abdülhamid’in 1876’da tahta geçmesinin ardından şekil değiştirmeye başladı. “Emlâk-i Şahâne” denen ve tek bir kişiye değil, hanedana ait olan gayrimenkullerin çoğu Hazine-i Hassa’ya devredildi ve tapuları Sultan Abdülhamid’in adına çıkartıldı.[467] Tartışmalarda biri de bu şekilde başlamıştır. Zira Abdülhamid'in babası Abdülmecid de dahil hiç bir Osmanlı Padişahı “Hazine-i Hassa”, “Emlak-i Şahane”, “Emlak-i Hümayun” gibi adlarla muhasebeleştirilen taşınmazlardan elde edilen gelirleri kendi mülkiyetine almayı düşünmemiş doğrudan hazineye devretmiştir. Abdülmecid kendi parasıyla satın aldığı Resülayn Çiftliği'nin tapusunu bile hazineye kalsın diye üzerine almamıştır aynı şekilde Abdülhamid’in kardeşi Vahdettin’in mülkiyetinde bir handan başka taşınmazı yoktur. Buna karşın II. Abdülhamid ise tahta geçtiğinde Hazine-i Hassa’nın başına Agop, Ohannes ve Mihail Portakal Paşaları sırası ile koymakla kalmamış imparatorluğun hemen her köşesindeki sahipsiz araziler, çiftlikler ve gelir getiren daha birçok yer fermanlarla bu özel hazinenin mülkiyetine geçirilip, bir kısmının tapuları da yine Sultan Abdülhamid’in adına çıkartılmıştır.[467] Hatta bununla da yetinilmeyerek babası Abdülmecid'in hazineye devrettiği Resülayn Çiftliği ve diğer taşınmazların tapusunun bile kendi üzerine alındığı iddia edilmekte ve bazı kimselerce kardeş hakkını mirasta ihlal, zimmete mal geçirmekle de suçlanmaktadır.[468][469] 1903 yılında II. Abdülhamid'in dünyanın en zengin 3.kişisi olduğu ise Mehmet Metin Hülagü gibi bazı tarihçilerce iddia edilmekte ve Deutsche Bank of Berlin, Reichsbank; İngilizlerin The Bank of England; Amerikalıların New York Bank ile Fransa’da bilinmeyen bir bankada 250 milyon dolara yakın servetinin olduğu[332], Türkiye ve Osmanlı toprakları üzerinde kurşun madenlerinden çiftliklere Anadolu'da pek çok gayrimenkulün tapusunun sahiplerinden olduğu söylenmektedir. Şensözen II. Abdülhamid'in sahip olduğu tapuların 11.000 olduğunu iddia ederken [468] Hülagü ise yaklaşık taşınmaz malvarlığını şu sözlerle belirtmektedir:
Prof Dr.Mehmet Metin Hülagü [332]
Bununla birlikte Metin Hülagü 2. Abdülhamid'in, özellikle yurt dışındaki arazileri petrol stratejisinden dolayı satın aldığı, bu topraklar işgal edilse bile, şahsi malların gasp edilemeyeceğini göz önüne alarak birçok arazi ve taşınmazı kendi mülkü haline getirip işgalden kurtarmaya çalıştığı iddiasındadır.[332] Mustafa Armağan'da bu görüştedir. Buna karşın Şensözen, Soner Yalçın gibi bir kısım gazeteci, araştırmacı ve tarihçiler ise aksi görüştedir. Kendisinin kardeş payını vermeme, kardeşlerinin elinden mirası almaya çalışma, devletten ve halktan mal kaçırma yaptığı gibi zımni veya doğrudan iddialarda bulunmaktadır.[408] 2.Meşrutiyet'in ilanı akabinde 8 Eylül 1908’de II. Abdülhamid elindeki bir kısım mal ve gelirlerini devlet hazinesine devretti. 31 Mart olayı sonrasında II. Abdülhamid’in tapuya kayıtlı mallarının çok büyük bir kısmı ise İttihat ve Terakki liderleri ile gelen hükûmetçe devlet hazinesine geçirildi. Ancak Sultan Vahdettin 8 Mart 1920’de çıkardığı bir kararnameyle bu malları tekrar Hazine-i Hassa’ya iade etmiştir. Böylece II. Abdülhamid’in ailesine miras hakkı doğmuş gibi gözükse de işgal güçleri ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan Sevr Antlaşması’nın 240. maddesi ile bu mallara el koyulacağını belirtmiştir. Ancak Osmanlı İmparatorluğu'nun imzaladığı bu anlaşmayı Türkiye Cumhuriyeti kabul etmemiş neticede Kurtuluş Savaşı'nın kazanılması akabinde anlaşma yürürlüğe girmemiştir.[408] Bu sebeple gerek yurtiçi ve gerekse yurtdışında pek çok dava mirasçılarca açılmış ancak bu zamana kadar mirasçıların çoğu bir başarı elde edememiştir.[408][467]
Öte yandan 1930'da ABD'deki bazı basın organlarında, dokuz dul eşi ve on üç çocuğuna, beş yıl süren bir davanın ardından mülkünden 50 milyon ABD doları verildiği, mülkünün 1.5 milyar ABD doları değerinde olduğu iddia edilmiştir.[470]
Diğer taraftan Abdülhamid'in servet tartışmasına konu bir alanda esas koleksiyonunu yaptığı mücevheratlardı. Zira, kendisinin gerek satın alarak gerekse vs. yöntemlerle elde ettiği paha biçilmez bir mücevherat koleksiyonu vardı.[335][471] İşte bu koleksiyondaki, Hooker Emarald broşu gibi bazı broşların 1908'de II. Abdülhamid adına yurtdışında Paris'e kaçırıldığı da iddia edilmektedir. Sultanın bunu olası bir darbeden dolayı mücevherlerin satışından elde edilen gelirin, bir devrim olursa sürgünde rahat bir hayata kaçmasına izin vereceğini umuduyla yapmasına karşın, mücevherlerin Salomon ya da Selim Habib adlı bir tüccara satışından elde edilen paranın Jön Türk Devrimi'nin ardından gelen hükûmete düştüğü, 1911'de Habib'in, II. Abdülhamid'den aldığı mücevherleri borç geri ödemelerini karşılamak için açık artırmaya çıkardığı iddia edilmektedir.[472]
Bunun yanında Yıldız Yağması olarak bilinen 31 Mart Ayaklanmasını bastırmaya gelen hareket ordusunun bazı er ve subaylarının disiplinsizlik göstererek Yıldız Sarayına hatta hareme bile yönelerek yağmalama eylemlerinde bulunduğu ve bu yağmalama sırasında bir çanta dolusu olabileceği iddia olunan bazı mücevherlerin değerli malların alındığı ve bu kişilerce satılmış olabileceği veya bu çantanın saklanıp 1911 yılındaki bir müzayededeki satıma konu olduğu iddialar arasındadır. II. Abdülhamid'i sahip olduğu mücevherlerin bir kısmı Osmanlı İmparatorluğu'nca 1911 yılında Libya'ya çıkarma yapan İtalyanlara karşı askerlerin savunmasına destek amaçlı ve donanmaya yeni gemi alabilmek için Osmanlı maliyesine para bulmak için satılmak istenmiştir. Sultanın mücevherlerinin Paris te meşhur bir müzayede şirketi tarafından açık arttırma ile satışa çıkartılması kararlaştırılmış bu amaçla bir çanta mücevher devletçe Paris'e yollanmıştır. Fransa'da mücevher uzmanı Robert Linzeler'e satış için Osmanlı hükûmeti yetki verilmiştir. Mücevherlerin sigortalanması, teşhiri, basına yapılan reklam ilanları ve katalog basımı masrafları Linzeler'e ait olacak, satış yapıldıktan sonra toplanan paranın %3'ünü Linzeler alacak, toplanan para komisyon kesildikten sonra Paris Osmanlı bankasına yatırılacak buradan da Osmanlı hazinesine para girecekti. Açık arttırma 27 Kasım -11 Aralık 1911 tarihlerinde gerçekleşmiş,[335] içlerinde "Doğu'nun Yıldızı" mücevherinin de olduğu parçaların hepsi satılmıştır. Satış sonrası toplanan para yaklaşık 7 milyon Franktır ancak para maalesef bankaya yatırılmamış Fransız mücevher uzmanı Robert Linzeler parayı zimmetine geçirmiştir. Ne yazık ki bu para geri alınamamıştır.[471][473][474][475] II. Abdülhamid'e ait mücevherler ise 1960'larda bile müzayede salonlarında gezmiş[476]; şu an ise Avrupa'da zenginlerin elinde gezmektedir.[477]
Popüler kültürdeki yeriDeğiştir
Adına Yapılmış Mimari EserlerDeğiştir
- II. Abdülhamid adına yaptırılmış Kahramanmaraş Abdülhamid Han Camii.
- İstanbul Başakşehir İlçesi Kayaşehir 19. Bölgedeki Abdülhamid Han Camii
Hakkındaki Kitap, Makale ve Tiyatro EserleriDeğiştir
- Necip Fazıl Kısakürek'in II. Abdülhamid Han adlı bir Tiyatro eseri, ilaveten "Ulu Hakan II.Abdülhamid Han" adlı bir kitabı bulunmaktadır.
- Okay Tiryakioğlu'nun Abdülhamid adlı bir eseri bulunmaktadır.
- Necmettin Alkan, Karikatürlerle Sultan II. Abdülhamid Propaganda ve Gerçek Arasında Bir Padişah (2018) adlı kitabı vardır.
- Mustafa Armağan'ın Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı adlı üç ciltlik bir eseri bulunmaktadır.
- Orhan Koloğlu'nun Abdülhamit Gerçeği,Abdülhamit ve Masonlar bunun yanında Avrupa'nın Kıskacında Abdülhamit adlı 3 kitabı bulunmaktadır.
- Yavuz Bahadıroğlu'nun Kudretli Sultan II. Abdülhamid Han (Sultan-ı Cihan II.Abdülhamid Han) adlı kitabı bulunmaktadır.
- Kadir Mısıroğlu'nun Sultan Abdülhamid Han-Bir Mazlum Padişah isimli kitabı bulunmaktadır.
- Mustafa Müftüoğlu'nun Her Yönüyle Sultan Abdülhamid ve bu kitabın 2 cilt halinde tıpkı basımı "Tarihin Hükmü Abdülhamid Kızıl Sultan mı?" (Sena Neşriyat (1989)) adlı kitapları vardır.
- Ahmet Şimşirgil'in Osmanlı Tarihi'ni kendi görüşü ile yansıtan 11 Ciltlik Kayı adlı eserinin 10.Cildi- Kayı 10: II. Abdülhamid Han adı ile (Timaş Yayınları-2018) kendisine ayrılmıştır.
- Hüseyin Tekinoğlu'nun 2.Abdülhamid Han'ın Yönetim ve Liderlik Sırları (Kum Saati Yayınları-2015) isimli bir kitabı vardır.
- Tahsin Paşa'nın 2.Abdülhamid- Yıldız Hatıraları isimli bir anı ve hatıra kitabı vardır.
- François Georgeon'un Sultan Abdülhamid (Çeviren: Ali Berktay-İletişim Yayınları) adlı bir kitabı vardır.
- Şadiye Osmanoğlu'nun Babam Abdülhamid, Saray ve Sürgün Yılları adlı bir kitabı vardır.
- Cevdet Kudret'in "Abdülhamid Döneminde Sansür" isimli (1977), 2 ciltlik eseri vardır.
- Süleyman Kani İrtem, Abdülhamit Döneminde Hafiyelik ve Sansür, İstanbul, 1999 isimli eseri vardır.
- Falih Rıfkı Atay'ın "Ulu" adlı Dünya Gazetesi'nde yayınlanan (1965) bir gazete makalesi vardır.
- Hüseyin Nihal Atsız , kendisi hakkında Abdülhamid Han (Göksultan) isimli bir makale yazmıştır.[478]
Bunun yanında Sinan Meydan, İlber Ortaylı gibi pek çok tarihçinin, araştırmacının veya gazetecinin onu hem ağır şekilde eleştiren, hem övgülere mazhar kılan hem de yeren pek çok lehine veya aleyhine makaleleri,eserleri vardır.
Hakkındaki Film, Dizi ve BelgesellerDeğiştir
- Gazi Kadın/Nene Hatun (1973) filminde Ali Poyrazoğlu tarafından canlandırıldı.[479]
- Ferzan Özpetek'in yönettiği, 1999 yapımı Harem Suare filmi II. Abdülhamid'in son dönemlerini anlatmaktadır. Sultanı Haluk Bilginer oynamıştır.[480]
- Abdülhamid Düşerken (2002) filminde Çetin Öner tarafından canlandırıldı.[481]
- II. Abdülhamid'in Sultan Hasan olarak geçtiği ve Ömer Şerif tarafından canlandırıldığı, 1986 tarihli bir televizyon yapımı bulunmaktadır.
- atv'de yayınlanan Elveda Rumeli isimli TV dizisinde Tuna Orhan tarafından canlandırılmıştır.
- TRT yapımı 7 bölümden oluşan II. Abdülhamid belgeseli vardır. Abdülhamid'in tahta çıkışından, tahttan indirilmesine ve ölümüne kadar geçen süredeki sosyal ve siyasi gelişmeleri anlatmaktadır. Yapımcılığını Abdurrahman Demirel, yönetmenliğini Salih Özderya üstlenmiştir.[482]
- TRT'de yayınlanan Çırağan Baskını adlı dizide Burç Kümbetlioğlu tarafından canlandırılmıştır.
- TRT'nin 2014'te yayın hayatına başlayan Filinta dizisinin 2. sezonundaki yeni padişahı Hakan Kurtaş canlandırdı.[483]
- TRT 1'de 24 Şubat 2017'den 4 Haziran 2021'e kadar toplam 154 bölüm ekranda olan Payitaht: Abdülhamid dizisinde Bülent İnal tarafından canlandırılmıştır.
DiğerleriDeğiştir
- Abdülhamid Han sondaj gemisine adı verilmiştir.
- Balkan Savaşı'nda yararlılıklar gösteren ve Cumhuriyet döneminde 1947'ye kadar hizmette bulunan Hamidiye zırhlısına 2.Abdülhamid'e ithafen önce Abdülhamid kruvazörü sonrasında ise bu ad verilmiştir.
Hakkındaki görüşlerDeğiştir
M.Akif Ersoy,Safahat 6.Kitap Asım [484]
Özellikle Ermeni isyanlarını bastırırken kullandığı yöntemler nedeniyle Batılı tarihçiler ve muhalifleri tarafından "Kızıl Sultan" diye anılmıştır.[485] Yine bir kısım yerli tarihçiler onu sansür, donanmadaki hataları, özgürlükleri sınırlayıcı istibdat hükümleri, jurnalciliğe destek vermesi,1.Meşrutiyet sırasında meclisi kapatması, Mithad Paşayı sürgüne göndermesi, 93 harbinde yanlış sevk ve idaresi, toprak kayıpları gibi nedenlerle eleştirirken [486] [R] diğer taraftan onu savunan taraftarları onu "ulu hakan" gibi yüceltici lakaplarla anarlar.[486]
Mesela bu konuda 2.Abdülhamid yanında görüş ortaya koyan yazarlardan biri Necip Fazıl Kısakürek'tir. II.Abdülhamid için Abdülhamid Han adlı tiyatro eseri yazmıştır. 1965 yılında "Ulu Hakan II.Abdülhamid Han" adlı kitap çıkarmıştır. Bu eserde 2.Abdülhamid ülkesi için uğraşan, çalışan göreve gelir gelmez saray harcamalarını düşüren, sultanların yalnız değil ailesiyle yemek yemesini sağlayan, son derece yumuşak karakterli, sabırlı ama çevresi hainlerle dolu, bunlarla mücadele eden başarılar kazanan ama onların kurbanı olan bir karakter olarak gösterilmektedir. Kendisinin elinde Selanik'ten yürüyen hareket ordusunun üzerine kendi Hassa Kuvvetleri ile yürüme imkanı varken kan dökülmesin diye bunu bile yapmamıştır.[487] Kitabın önsözünde “...her Büyük Doğu'cu bilir: İkinci Abdülhamid, Türkün özü ve temel varlığı yönünden hakkı belli başlı bir zümrece gasbedilmiş muazzam bir kurtarıcılık hüviyetidir, ve işte bütün dâva, erdirici mesele, Abdülhamîd'den ziyade bu zümreyi, içyüzüyle, membaı ve mansabıyla her türlü metod ve planıyla tanımaktır. Dâva ve mesele, koca bir tarih ve büyük bir insan hakkına yol açmak gayesinden ibarettir; ve bu hakka yol açmaya savaşanların hiç biri zerre miktarı sultancı ve saltanatçı olamaz sözleri ile başlayıp "….Türk tarihi ve sahte inkılaplar bilmecesinin anahtar şahsiyeti, Yahudi ve (jön türk) elinde asliyetsizlık ve köksüzlük hareketinin kurbanı Ulu hakan İkinci Abdülhamid hân, dedesi İkinci Mahmud’un yanında, bir gün bu bilmeceyi çözecek nesilleri beklemektedir. Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır” sözleriyle bitmektedir.[488] Bu kitabın çıkışı akabinde bu defa 2.Abdülhamid aleyhinde yer alan bir başka yazar Falih Rıfkı Atay Ulu adlı bir gazete makalesi ile çıkan kitaba şu sözlerle sert şekilde muhalefet eder: "...Bir padişah ki budalaca kuruntu yüzünden , yirminci yüzyılda; İstanbul’a elektrik sokmaz. Telefon getirtmez. Askere manevra fişeği ile de ateş talimi yaptırmaz. Donanmayı, eğer denize açılırsa, toplarını Yıldız’a çevirip vurabilir diye, ön köprü ile bağlı Haliç’te çürütür. Bir padişah ki okullarda edebiyat dersi okutmaz. Kuru övme dışında tarih dersi verdirmez. Aşk şiirini ve romanını bile yasak eder. Kendi adıdır diye bir sabah uyanıp bütün kısa “a”lı Hamidleri uzun “a”lı Hâmid ’e ve veliahdının adıdır diye bütün Reşad adlarını Neşet’e değiştirtir. Otuz üç yıl böyle bir padişahın hükmü altında çöküp giden memlekette 1965’te onu “ulu hakan” diye ananları deneme tavşanı gibi kullanılmak üzere akıl hastanesine yollamaz da ne yaparsınız?..."[489]
Önceleri İttihat ve Terakki Fırkası içinde Abdülhamid'e karşı olan filozof Rıza Tevfik Bölükbaşı "Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhaniyetinden İstimdat" ve Süleyman Nazif, sonradan duymuş oldukları pişmanlıklarını şiirleri ile dile getirmişlerdir.[490] Kızıl Sultan (Le Sultan Rouge) iddiası, Albert Vandal adlı bir Fransız yazar tarafından ortaya atılmıştı. Atılış sebebi, Abdülhamid'in Ermeni isyanlarını bastırtmış olmasıdır. Başta İngilizler ve Fransızlar olmak üzere Ruslar tarafından Avrupa kamuoyunda Abdülhamid'in kan dökücü, zalim bir padişah olduğu yazıldı ve karikatürler çizildi.[491]
Prof. Dr. Emre Kongar Abdülhamid döneminde yakılan kitapları listelediği yazısında, "bu sansürün arkasında 'ideolojik bir toplum mühendisliği' amacıyla, din, siyaset, tarih ve edebiyat kitaplarını da kapsayan biçimde yapılan 'düşünce yasaklamaları' ve 'toplumsal manipülasyon' vardır" ifadelerini kullanmaktadır.[492]
Tarihçi Prof.Dr.İlber Ortaylı II. Abdülhamid'i özellikle sansür konusunda eleştirmektedir. Ortaylı'ya göre Abdülhamit'in en büyük hatalarından biri donanmadaki hataları diğeri ise basına uyguladığı sansürdür. Ortaylı'ya göre "...Zaman zaman kendisinin de şikâyet ettiği bu kurum, Abdülhamid Han’dan sonra idareyi alan genç kuşağın siyasal bilgisizliğinin başlıca nedenlerinden biridir. Çünkü imparatorlukta gayri Türk milletler bir şekilde yazdılar, okudular, dışarıda basılıp gönderilen gazetelerle yetiştiler. Türklerin okuyacağı doğru dürüst hür gazete bile yoktu..."[493] Yine Ortaylı'ya göre:"... Sansür, dışarıdaki ve içerideki Türk basınına karşı etkili biçimde uygulanıyordu. Doğa bilimleri, felsefe ve filolojide, coğrafyada atılım yapan Osmanlı biliminin, sosyal bilimlerde yerinde saymasında sansürün de payı vardı. İmparatorluğun genç nesli politik anlayış yönünden dünyanın gerisinde kalmıştı. İstanbul’da ortaoyunu hatta Karagöz’e kadar sansür ve hafiyeliğin etkisi vardı. Ama İstanbul dışına çıkıldığında bu tedbirler zayıflıyordu. Selanik’in aydınları İstanbul’dakinden daha çok nefes alıyordu ama İstanbul boğuluyordu..."[75] Ortaylı'nın diğer bir eleştirisi de donanmanın geri bırakılması üzerinedir. Balkan Savaşı'nda Yunanlıların Averoff gemisi ile başa çıkılamamasının nedenini Ortaylı II.Abdülhamid'in donanmayı ihmaline bağlamaktadır. Yine 1.Ordu haricinde diğer askeri birlikler ve memurların düzensiz olarak ödenebilen bir sisteme oturtulamayan maaşları, renkli dış politikaya karşın hantal bürokrasi diğer bir eleştiri konusudur.[75] Ancak aynı Ortaylı yine II. Abdülhamid'in eğitim, sağlık alanındaki reformlarını övmekte, tarafları birbirine oynatan başarılı bir diplomat olup Anadolu, İslam dünyasında genelde sevildiğini, savaşlardan bunalan halkı bir sulh dönemine soktuğunu, Düyunu umumiyeyi kendisi kursada çaresizliğinden kurduğunu belirtmektedir. Yine Ortaylı'ya göre II.Abdülhamit, I.Abdülhamit devrinde yaşasa çok daha başka şeyler olabilirdi... O gecikmiş bir Sultan Mahmut Han" şeklinde tanımlamada bulunmaktadır.[493] Aynı Ortaylı başka bir yazısında II. Abdülhamid'in ilginç bir kişilik olup, diplomasiyi sevdiğini, öğrendiğini ve dış dünyada takdir gördüğünü, gençliğinden beri borsa ve bankacılık manevralarını iyi öğrendiğini, "Birinci Cihan Harbi boyunca onun diplomasi bilgisi ve taktiklerini İttihat ve Terakki erkânın dinlemekte fayda gördüğünü"[494] Kadınların cenazesinde "Bizi refah içinde yaşatan padişahım, bizleri bırakıp da nereye gidiyorsun?” şeklinde ağladığını belirtmektedir.[494]
Tarihçi Halil İnalcık onunla ilgili "Abdülhamid fikir ve felsefe bakımından da Batı'yı benimseyen bir nesli ortaya çıkarmıştır."[495]"Son araştırmalar ortaya koymuştur ki, II. Abdülhamid dönemi, siyasette Batı fikirlerine karşı olmakla beraber, kültür ve eğitim alanında büyük atılımların gerçekleştiği bir dönemdir."[496] şeklinde görüş ortaya koymuştur.
Bir diğer tarihçi Manchester Üniversitesi öğretim üyesi Feroze Abdullah Khan Yasamee ise "Muazzam pratik ihtiyat ve gücün temelleri için bir içgüdü ile bir arada tutulan kararlılık ve çekingenliğin, içgörü ve fantezinin çarpıcı bir karışımıydı. Sıklıkla hafife alındı. Siciline bakılırsa, müthiş bir yerli politikacı ve etkili bir diplomattı." [497] şeklinde görüş beyan etmekteydi.
Bununla birlikte onun döneminde Osmanlı Avrupa'nın hasta adamı olarak değerlendirilip karikatürlere konu olmaktaydı.[498]
Doğan Avcıoğlu Abdülhamit'in diplomasi alanında yetenekli olduğunu ve devleti ele aldığında kötü durumda olduğunu bu sebeple her kötü işten kendisinin sorumlu tutulmasının haksız olduğunu belirtmektedir. Ancak bununla birlikte Abdülhamit'e ağır eleştirilerde bulunmaktadır. Ona göre II. Abdülhamid yerli sanayiye gerekli desteği vermemiştir. Osmanlı'da büyük sanayi namına bırakın şirket olarak tek bir Türk sermayeli şirket vardır. Oda emektar Abdülmecid zamanında kurulan Şirket-i Hayriye’dir.[499] Yine ona göre 1 numaralı komprador kendisidir. Onun aktardığına göre "...Eski Mabeyn Katiplerinden Ahmet Reşit Bey, bunun o zamanın parasıyla 4 milyon Lirayı bulduğunu yazmaktadır. Bu, Sultan'ın menkul servetidir; asıl servetini gayri menkuller teşkil etmektedir. Abdülhamit, Suriye, Mezopotamya, Arnavutluk vb.'de yüz binlerce hektar araziyi özel mülkiyetine geçirmiştir. Irak'ta petrol bulunan alanları da kendi hesabına kapatmıştır..."Abdülhamit, çevresindeki hırsızlıklardan, rüşvetlerden, imtiyaz satışlarından tamamen haberdardır. Kurduğu mükemmel jurnal sistemi, ona her şeyden haberdar olma olanağını sağlamıştır. Bununla birlikte, Abdülhamit, bir hükümet etme metodu olarak, hırsızlık ve rüşveti müsamaha ile karşılamış ve hatta teşvik etmiştir. Hırsızlık ve rüşvet yoluyla, paşalar ve beyleri kendine bağlayacağına inanmıştır.... Buna “çaldır ve kazan” politikası diyebiliriz. Alman emperyalizmi «Drang Nach Osten» politikasında, Panislamizmi yararlı bir ideolojik silah olarak görmüş ve ondan sonradır ki, Abdülhamit ateşli bir Panislamist kesilmiştir. Bir yandan komprador alafrangalık, öte yandan koyu Müslümanlık. Sömürge, ya da yarı sömürge haline getirilmiş bütün İslam ülkelerinde görülen manzara budur... [499]
Yusuf Hikmet Bayur'da Mısır'a çeşitli vesveselerle İngiltere işgal ederken asker göndermediğini belirterek, Mithat Paşayı teslim etti diye Tunus'un işgaline göz yumdu diye onu eleştirmektedir.[500]
Tarihçi Sinan Meydan'da Avcıoğlu'nun ve Bayur'un görüşlerine aynen yer vererek desteklemekte ve ilaveten donanmayı çürüttüğü içinde onu sert şekilde eleştirmektedir.[501][R]
NotlarDeğiştir
:A. ^ Mustafa Armağan'ın Abdülhamit'in Kurtlarla Dansı Kitabındaki (s.233)[407] ifadesinin aksine ilk kız mektepleri II. Abdülhamid zamanında kurulmamıştır.
:B. ^ Gazeteci ve öğretim görevlisi Murat Yetkin ne Teşkilatı Mahsusayı ne de Yıldız Teşkilatı gerçek bir isthbarat teşkilatı olarak değerlendirilemez iddiasındadır. II. Abdülhamid ve İttihat Terakki'yi de düzgün bir istihbarat teşkilatı kuramamakla suçlamaktadır.Zira ona göre"Yıldız İstihbarat Teşkilatı Milli Değil Şahsi, Teşkilatı Mahsusa ise Milli değil İdeolojik bir örgüttür. Gerçek istihbarat Teşkilatını ise Atatürk kurmuştur."[502]
:C. ^Osman Nuri Topbaş, Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle OSMANLI, Erkam Yayınları, 2013 ve diğer bazı eserlerde (Mustafa Müftüoğlu, Her Yönüyle Sultan Abdülhamid, s. 78-82. Bu kitabın 2 cilt halinde tıpkı basımı "Tarihin Hükmü Abdülhamid Kızıl Sultan mı?" Sena Neşriyat (1989), 1.Cilt, s.78-82) şöyle bir iddiada bulunulmaktadır: Sultan Abdülhamid, tahta yeni geçmiş bulunuyordu. Henüz devletin dizginleri tam mânâsıyla elinde değildi. Hükûmete ihtilâlci bir kadro hâkimdi. Sultan, onlara -zannettikleri gibi- İngiltere’nin böyle bir bâdirede bizim yanımızda yer almayacağını ispat için İngiliz büyükelçisi Layart’ı da huzûruna çağırarak hükûmet erkânı ile bir müzâkerede bulundu. Layart, hükûmeti nâmına bu toplantıda İngiltere’nin Rusya’ya karşı olan siyâseti dolayısıyla şâyet bir Türk-Rus harbi çıkarsa, bizim muvaffakıyetimizden memnûn olacaklarını söylemekle birlikte, hiçbir sûrette bizim yanımızda yer almayacaklarını kat’î bir dille ifâde etti. Buna rağmen Mithat Paşa ve avanesi, kolay bir zafer elde edebileceklerini umarak Sultan Abdülhamîd Hân’ı dinlemeyip Rusya’ya harp îlân ettiler/istediler. veya Müftüoğlunun değişiyle 18 Ocak 1877 tarihli toplantıda harb istediler. Muradına erdiler... İngiliz elçisinin Osmanlı Rus savaşında kendilerinden destek beklememeleri yönündeki beyanı doğru olsa da, diğer buralarda geçen ve iddia edilen ifadelerin tamamı yanlıştır, akla mantığa bile terstir. Armağan tarafından da şu iddiada bulunulmaktadır: "...Nitekim savaşa girilmesini istemediği (işin ilginç tarafı Rus Çarı da girmek istemiyordu, Karadağ’da bir ilçeyi verin, bununla kamuoyunu tatmin edeyim, savaş çıkmasın diye mektup yolladığı) halde savaş darbecilerin zorlamasıyla açılmıştı..."[503] Karadağ'a Osmanlı topraklarından bir kısım yerlerin verilmesi yönündeki teklif haricinde, Mustafa Armağan'ın iddiası da kısmen yanlıştır. İlber Ortaylı, ise şunu belirtmektedir: "Aslında Rusya’nın istekleri Paris Kongresi’nin tashihi üzerineydi. Ruslar, Balkanlar’da, Karadağ lehinde istedikleri sınır tashihini bile gittikçe azalttılar. II. Aleksandr, Rusya’nın bir harbe hemen girecek durumda olmadığının farkındaydı fakat Babıâli tarafından hiç taviz verilmedi. 24 Nisan 1877’de Rusya savaş ilan etti..."[504] Neticede birbiriyle kimi yerde çelişen bu iddialarda noksanlıklar bulunmaktadır. Zira;
- Bilinenin ve iddia edilenin aksine Mithat Paşa, 93 Harbinin çıkmasından Rusya'nın savaş ilanından 2,5 ay önce II. Abdülhamid'ce görevden alınmıştır, sürgüne gönderilmiştir. 93 Harbine hiçbir şekilde katılımı yönetimi söz konusu olmamıştır. Ancak Tersane Konferansı'ndaki başarısızlık nedeniyle görevden alınması muhtemel olabilir.
- İddia edilenin aksine ne Meclisi Mebusan ne Mithat Paşa ve arkadaşları ne Sultan Abdülhamid, Rusya'ya harp ilan etmemiştir. Burada Rusya kendisi 12 Nisan'da gönderdiği ültimatom ile tersane konferansındaki şartları biraz yumuşatıp taviz verip, kendi şartlarının kabulünü talep etmiş, ancak bu talepleri de Mithat Paşa yerine atanan hükûmetçe kabul edilmeyince 24 Nisan 1877'de Osmanlı Devletine Ruslar harb ilan etmiştir.
- İbrahim Edhem Paşa 93 Harbi öncesi ve harb sırasında sadrazam olup, 12 Nisan'daki Rus ültimatomunu kendisi ve hükûmeti reddetmiştir. 93 Harbinin sonuna doğru görevden alınmıştır. Mithad Paşa gibi sürgüne gönderilmeyip, Yıldız Mahkemesinde de yargılanmayıp görevden alınması sonrası büyükelçi yapılmış sonrasında yine II. Abdülhamid'ce dahiliye nazırlığına kadar getirilmiştir. Kendisi Abdülmecid döneminde de, Abdülaziz, V. Murat dönemlerinde de görev almış kişilerdendir, Genç Osmanlı değildir; Mithad Paşa ile arası iyi değildir; Meşrutiyet yanlısı değildir; Abdülaziz'in azline iştirak etmemiştir, Yıldız Mahkemesinde yargılanmamıştır; kısacası II. Abdülhamid'in güvendiği kişilerdendir. Mason locası üyeliği sorgulanabilir, ancak locaya üyeliğini II. Abdülhamid de, ondan önceki padişah V. Murat da hatta Abdülaziz de bilmektedir. Kaldı ki görevden akıl sağlığının yerinden olmadığından bahisle alınan V. Murat da mason locasına üyedir. Tersane Konferansındaki kararlara, İbrahim Edhem Paşa'da karşı çıkmıştır; buna rağmen bizzat II. Abdülhamid'ce sadrazamlığa getirilmiştir. İlaveten Mithad Paşa sonrası, Tersane Konferansı akabinde bir kısım maddeleri değiştirerek Londra Protokolü denen bir metin Mart 1877 sonunda Osmanlı'ya tekrar sunulmuştur. İbrahim Edhem Paşa ve hükûmeti teklifi reddetmiş, vekiller heyeti de reddetmiştir. Bu da bahse konu taleplerin kabul edilebilir hiçbir yanının Osmanlı için olmadığının göstergesidir. Diğer taraftan Rusların Tersane konferansı sonrasında 12 Nisan'daki istemlerinde bir azaltmada bulunduğu ortadadır. Ancak bu istemler de tüm istemler gibi İbrahim Edhem Paşa ve kabinesince de reddedilmiştir. Zira Prof Dr. Sina Akşin Büyük Türkiye Tarihi 3.Cilt 1600-1908 adlı eserinde de belirtildiği gibi: "...Bu da gösterir ki Avrupa müdahalesine karşı gösterilen (katı) "savaşçı" tutum Midhat'tan kaynaklanmıyordu. Ülkenin genel havası buydu ve bazı tezahürleriyle toplumsal bir hezeyan derecesindeydi. Bizzat Abdülhamit'in bu havanın çok dışında olduğuna inanmak zordur. Sonuç olarak Ruslar savaş ilan ettiler. (24 Nisan 1877)..."[505]
İbrahim Edhem Paşa'nın kim olduğu ve bu konu ile ilgili ayrıca bkz. Erol, Salih; XIX. Yüzyıl Osmanlı Devlet Adamlarından İbrahim Edhem Paşa, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2019, https://acikbilim.yok.gov.tr/bitstream/handle/20.500.12812/330456/yokAcikBilim_10232522.pdf?sequence=-1&isAllowed=y 22 Ekim 2022 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
:Ç. ^ Mustafa Armağan'ın Abdülhamit'in Kurtlarla Dansı kitabında 228. sayfada şu ibareler geçmektedir: "İlk olarak 1877'de Posta Telgraf Teşkilatı konuya daha etkenlik kazandırmak amacı ile aynı isimle bakanlık haline getirildi. Postahanenin çeşitli görevlerini görüşmek ve hizmetlerin yaygınlaşmasını sağlamak için Dahiliye, Maliye, Rüsumat, Posta ve Telgraf nezaretleri temsilcilerinden ibaret 5 kişilik komisyon toplandı. Hazırlanan inceleme ve raporlar doğrultusunda 1316 (1900) yılında önce Ecnebi Postaları diye çalışan birim iptal edildi. Ayrıca 27 Haziran 1900'de Posta Telgraf Teşkilatında ilk defa bir "havale kalemi" devreye sokulmuş, 30 Mayıs 1901'de Şehir Postaları kurulmuş, 30 Ağustos 1901'de ise postaların yerine daha hızlı ulaşabilmesi için demiryolları (o zamanki adı şark şimendiferleri) şirketiyle özel bir anlaşma yapılmıştır..." [407]Bu paragrafta anlatılan verilen bilgilerin neredeyse tamamı yanlıştır. Zira 2. Abdülhamit Döneminde posta ile ilgili bakanlık kurulumuna, şehir postaları kurulumunda dair ne PTT'nin kendi yayınlarında[427] ne PTT'nin kendi internet sitesinde [506] ne de Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) tarafından İBB Resmi kurumlarla ortaklıkla hazırlanan Büyük İstanbul Tarihi adlı eserde yer alan İstanbul Haberleşme Tarihi bölümünde [425] kısacası resmi postacılıkla eserlerde bir bilgi bulunmamaktadır. Posta Telgraf Nezareti ayrı bir bakanlık olarak Osmanlı döneminde olmamıştır, bir tek 1877'de değil, 1871'de yani Sultan Abdülaziz Döneminde Posta ve Telgraf Nezareti kurulmuş ve ardından aynı yıl Dahiliye Nezaretine bağlanmıştır [425][427][506], Şehir Postaları da 1901'de değil, 1875'de Sultan Abdülaziz döneminde kurulmuştur.[425] Havale kalemi kurulması konusu ise kısmen doğrudur. Havale kalemi uygulaması II.Abdülhamit öncesi Abdülaziz döneminde de vardır. Bununla birlikte yurtdışı para transferi işlemi ise 1901'de yapılır hale gelmiş bu yönde bir havale kalemi kurulmuştur.[506] Yine Armağan'ın belirttiğinin aksine yabancı ülkelere ait Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren posta birimleri II. Abdülhamit döneminde hele ki 1901'de kapatılmaya çalışılmışsa da girişim başarısız olmuştur. Yabancı postalar II. Abdülhamit döneminde değil, Sultan Reşat ile İttihat ve Terakki Partisi'nin olduğu 1 Ekim 1914’te çıkarılan İmtiyazat-ı Ecnebiyyenin Lağvı kanunuyla ancak kapatılabilmiştir.[425]
:D. ^ Gladstone, 1876 yılında Bulgarlar tarafından çıkarılan isyanın bastırılmasındaki olayları kullanarak, bir yandan 1874 yılındaki seçim yenilgisi nedeniyle ayrılmak zorunda kaldığı parti liderliğine tekrar geri dönmüş, diğer yandan din öğretileri gereği Hristiyanları koruma adına İngiltere kamuoyunda Türklere karşı önemli ölçüde kin ve nefret uyandırmıştır.Gladstone, “Bulgarian Horrors and the Question of the East (Bulgar vahşeti ve Doğu Sorunu)” adlı broşürünü 06 Eylül 1876’da yayınlamıştır. Broşür’de Türklerin öncelikle Balkanlardan müteakiben geldikleri yere gönderilmesinden bahsetmektedir. Broşür ilk çıktığında 200.000 adet gibi o döneme göre önemli bir satış yapmıştır. İngiliz kamuoyunun Osmanlı Devletine karşı dönmesinin sonucu kısa vadede kendisini göstermiştir. Şöyle ki 12 Aralık 1876–20 Ocak 1877 tarihlerinde yapılan İstanbul konferansına İngiltere delegesi olarak, kamuoyunda Türk dostu olarak bilinen Bulgar isyanında Osmanlı'nın safını tutan İstanbul Büyükelçisi Sir Henry Elliot’un yerine Türk karşıtı ve Osmanlı devletinin muhafazasını içeren geleneksel politikaya karşı, Hindistan İşleri Bakanı,Robert Marquis Salisbury atanmıştır.[9]
:E. ^İlgili makalede Özsavlı İttihat Terakki ve Taşnakların anlaşmasına dair 1909 Adana Olayları sonrası imzalanan işbirliği anlaşmasının orjinal Osmanlıca metnini de sunmuştur.Anlaşma Taşnaksütyun internet sitesinde de vardır. Ermenice ve Osmanlıca kaleme alınan bu antlaşma metninde dikkat çeken en önemli husus iki cemiyetin Osman Devleti’nin bölünmesine karşı oldukları ve bunu önlemek için çaba sarf edecekleriydi. Diğer önemli bir husus da her iki cemiyetin kamuoyunda oluşan “Ermenilerin bağımsızlık istediklerine dair” yalan haberlerin kaldırılması için beraber çalışacağıdır. 3 Ağustos 1909'da imzalanan işbirliği anlaşmasının bazı maddeleri ... 4.Her iki cemiyet vatan-ı müştereki Osmaniyenin tekamül ve terakkiyesini kafil olan vilayetın tevsi-i me’zuniyeti hakkında hem fikir oldukları ilan edilir. 5. Osmanlı İttihat ve Terakki ve Taşnaksutyun cemiyetleri 31 Mart Hadisesi’ni ev Adana kital-i faci’ini şahit-i intibah tutarak nazar-ı dikkat ve ittihakını bâlâda mezkur nekatı esasiyeden ayırmamağa müştereken çalışacaklardır..." [212]
:F. ^Mekhitar öncesinde de diğer yandan, Papa Sixte Quint (1584-1590) de Osmanlı Ermenilerinin yoğun olduğu bölgelere heyetler göndermiş ve bu heyetlerle birlikte de Fransa himayesi altındaki Katolik misyonerlere Ermenileri kazanmaları yönünde emirler vermiştir. III.Murat Döneminde ele geçirilen İran toprakları içinde Eçmiyazin kilisesinin olduğu yerde olmasında karşın Şah I. Abbas zamanında 1603-1604 yıllarında Erivan’la birlikte Eçmiyazin Kilisesi’nin de olduğu toprakların Osmanlı Devleti’nin elinden çıkarak tekrar İran’a katılması, Şah Abbas’ın Ermeni ileri gelenlerinden birçoğunu İsfahan’a götürmesi ve yine 1604’te yinelenen Türk-Fransız Antlaşması’nda Fransa’ya Katolikler üzerinde resmen himaye hakkı tanınmasıyla Ermeni camiasında çözülme ve diğer mezheplere bilhassa Katolikliğe geçme eğilimini arttırmıştır. Yine Venedik ve Cizvit Papazlarının yoğun olarak Galata bölgesindeki misyonerlik faaliyetleri de Ermenilerin önemli bir kısmının Katolikliğe geçerek Ermeni Ortodoks Patriğinin kontrolünün dışına çıkmasına neden olmuştur. Bunlarda Ermeni toplumunun Fransa vs. Avrupa Devletlerinin zaman içinde Rusya'nın dış etkilerine açık hale gelmesine neden olmuştur.[177]
:G. ^ Von Goltz ile Abdülhamid arasında çıkan gerginliklerle ilgili Rus Askeri Ajanı Genelkurmay Albayı Filippov'un 4 Haziran 1884 Tarihli (No. 18) rapor ettiği şu olay örnek verilebilir. Von Goltz Askeri okullara eğitmen olarak atanır ve Almanca,Rusça dersler yanında bütün askeri okul müfredatını da günceller ancak "...bir gün ders sırasında Goltz Paşa savunma ve saldırı konularını işlerken okul binasıyla komşu olan Yıldız Köşkü’nden bahsetti. Daha sonra ise öğrencilerle taktik dersine hazırlanırken Genelkurmay’da bulunan İstanbul ve civarına dair bütün eski haritaları topladı ve birkaç günlüğüne okuldan uzaklaştı. Paşanın olmadığı sırada saray güvenliği, derste söylediklerinden de haberdar oldu ve onun plan ve haritaları Ruslara vereceğinden şüphelendi. Bunun üzerine güvenlik güçleri II.Abdülhamit’in emri üzerine onun evine baskın düzenleyip kapalı kutuları kırıp planları ele geçirdi. Goltz Paşa döndüğünde meseleye açıklık getirildi, hükûmet özür diledi, ancak planlar kendisine yine de teslim edilmedi. Birkaç ay daha hizmet ettikten sonra Goltz Paşa, bu tür davranışlardan rahatsız olarak istifa dilekçesini verdi. II. Abdülhamit ve Almanya'nın İstanbul Büyükelçisi araya girerek son anda paşayı istifadan döndürür..." Filipov verdiği raporun devamında Osmanlı'nın bir yandan askeri modernleşme anlamında Almanları yabancıları davet ederken bir yandan nedensiz şekilde zorluk çıkarıp onları engellediği, bunda Sultan'ın giderek artan şüpheciliği yanında Sultan’ın bu durumu saraydaki insanlar tarafından suiistimal edildiğini, bu kişiler yönetimden anlamamalarına rağmen kendi çıkarları doğrultusunda paralı veya kendilerine kâr getirecek siyasi işlere müdahale etmeye çalıştığı, yine reformlara karşıt görüştekilerinde engellemelerde bulunduğu, bir kısım paşaların ise reform taleplerinin hep kağıt üstünde bırakıldığı, Osmanlı maliyesinde sorunlarında bunda etkili olduğu; öte yandan Alman subayların içinde para düşkünü iş yapmaya hevesli olmayan kişilerinde olduğunu belirtmekle raporunda görüşlerini şu şekilde bitirmektedir: "...(Görüşüm) En azından yakın gelecekte Osmanlı Ordusu’nda gözle görülü olumlu değişimlerin olmayacağı yönündedir. Reformlar adı altında alınan önlemlerin ve izlenen siyasetin de Osmanlı Ordusu’nu geliştirme niyetiyle yapılmadığı, Alman subaylarının ise siyasetin elinde bir silah hâline geldiğini söylemek mümkündür. Son dönemde olduğu gibi, Almanya ile Rusya arasındaki ilişkiler geliştikçe bu subay ve görevlilerin etkisinin de gittikçe azalacağı kanaatindeyim..."[507]
:Ğ. ^ Soner Yalçın'a göre bireysel hayatında tutumlu biri olmasına karşın, devrinde Yıldız Sarayındaki harcamalar Rus sarayından az olsa da; İngiltere, Avusturya Macaristan İmparatorluklarının harcamalarından epey yüksektir. Yalçın onun döneminde Rusya’nın saray harcamalarının 34 milyon frank, İngiltere’nin 13.5 milyon frank, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun ise 19.5 milyon frank olmakla birlikte Yıldız Sarayı’nın giderinin ise 21 milyon frank olduğunu iddia etmektedir.[408]
:H. ^ Netice olarak 1914'te I. Dünya Savaşı başında Arabistan genelinde durum manzarası şu hale gelmiştir. 1) İmam Yahya tarafından yönetilen Yemen İmamlığı: Osmanlı yanında I. Dünya Savaşına girecektir. 2) İdrisi tarafından yönetilen Asir Prensliği: İtalyan desteklidir. Osmanlıya karşı savaşa girecektir. 3) Haşimi ailesinden Mekke Şerifi Hüseyin tarafından yönetilen Mekke Emirliği: Osmanlı hakimiyetindedir; ancak emir, I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı'ya isyan edip İngiltere yanında savaşa girmiştir. Türkiye'de "Araplar bizi arkadan bıçakladı" sözünün kaynağı burasıdır. 4) Riyad Emiri İbni Suud tarafından yönetilen Necid Emirliği: Osmanlı'yı desteklemeyip sözde tarafsızlığını ilan etmiş, ancak İngiltere yanında yer almıştır. 5) El Sabah ailesinin Kuveyt Şeyhliği: Başından beri İngiliz ailesinin yanındadır. Osmanlı'yı desteklemeyip İngiltere yanında savaşa girmiştir. 6) Reşidiler yani İbni Reşid ve Hail Emiri tarafından yönetilen Cebel Şammar Emirliği: Güç kaybetmesine karşın Osmanlı yanında savaşa girmiştir. 7) Nuri Bey es Şalan’in ve Şef Ruwalla mülkü içinde bulunan Cevf bölgesi ve birçok ücra vaha: Bir Konfederasyondur, kuzey kısmı Osmanlı otoritesi altına girmişti; ancak 1911’de baş yönetici, Vali Sami Paşa tarafından Şam’a davet edilerek 1 yıl hapsedildi. Bu gurur kırıcı davranış Konfederasyonun Osmanlıdan soğumasına sebep oldu. I. Dünya Savaşında İbni Suud yanında ve onun destekçilerinden olmuştur.1921'de de Suudların eline bölge geçti.[508] Buna 8. olarak Bahreyn'de yer alan ve İngilizler yanında saf tutacak el Halife ailesi eklenebilir.
:I. ^ Öte yandan 1.Meşrutiyet'in mimarlarından Midhat Paşa'nın kişilik özelliklerinde de olumsuz pek çok yandan bahsedilmektedir. Yılmaz Öztuna, Hüseyin Avni Paşa gibi kişileri öldürmese bile kendisinin önüne çıkan kişinin düşünmeden azlini sürülmesini sağlamakla kalmayıp içki alemlerinde farkında olmadan Devlet sırlarını açık ettiğini hatta birgün bir içki sofrasında neden III.Napolyon gibi İmparator olmuyorum Ali Osmani olurda Ali Mithadi niye olmasın şeklinde yarı espirik konuşmasının bütün herkesçe, İstanbulca duyulduğunu ve sıklıkla boşboğazlık yaptığını[87]; yine 2.sadrazamlığı ile ilgili fal baktırıp 16 sene kalacağını öğrendiğini, bu boş boğazlığının II. Abdülhamit'in kulağına gidebileceği kendisine hatırlatıldığında "arkamda koca bir millet var bir şey olmaz" diye bir böbürlenme, bir umursamazlık içinde olduğu [30] belirtilmektedir. Tarihçilerden Yavuz ve Serdar Özgüldür yazdıkları bir makalede bu özellikleri ile Midhat Paşa'nın çok iyi bir idareci olmasına karşın Kanuni Esasi'nin hazırlanması ve kabulündeki çabaları hariç zeki bir politikacı olmaktan ve temkinli basiretli bir devlet adamı niteliği sergilemekten uzak olduğunu belirtmektedir.[30] Yine 1875'de Sultan Abdülaziz'in borçları ödeyemeyeceğine dair Ramazan Kararnamesi öncesinde tarihçi Yılmaz Öztuna'nın iddiasına göre, devletin bu kararını önceden bilen Mithat Paşa ve Damat Mahmut Paşa karar açıklanmazdan evvel ellerindeki borç tahvillerini satarak büyük kazanç sağlamışlardır...İlaveten kendisinin İngiliz etkisinde ve hayranlığında olduğu da çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir.[294][509] Bununla birlikte kendisinin bu iddialara karşın dürüstlüğü ve yolsuzluklarla mücadele etmeye çalışması ve idarecilikteki başarıları da kuşku götürmemektedir. Öte yandan bir iddiaya göre Taif'de II.Abdülhamit tarafından boğdurulan Mithad Paşa'nın boğulmayıp Avrupa'ya kaçtığı dedikoduları üzerine kesik başı kendisine getirilmiş ve gösterilmiş; II. Abdülhamid "Sonunda ondan kurtuldum" demiştir. Ancak Yılmaz Öztürk'ün bu iddiası tam doğrulanamamaktadır.[510] Zira Midhat Paşa'nın öldürülmesi emrinin II.Abdülhamid tarafından verilmediği yönünde bu yönde olaya kendisinin katılımının olmadığı yönünde de önemli iddialar da bulunmaktadır. Bazı tarihçiler İngiltere'nin onu kurtarmak için Arabistan'da bir gemi gönderdiğini bile iddia etmekle birlikte bu yönde de somut bir delil yoktur. Bu sebeple Midhat Paşa'nın ölümü, Taif'te olanlar hala çözülememiş bir muammadır.[511]
:İ. ^ Mustafa Armağan, Hamidiye alaylarının kurulması ile hedeflenen amaçları özetle hem kendi internet sitesinde hemde Abdülhamid'in Kurtlarla Dansı kitabının 1.cildinde özetle şu şekilde sıralamaktadır: 1. Askerlik yapmayan Kürtlerle kolluk kuvveti eksikliği giderilmesi. 2. Ruslara karşı caydırıcılık sağlanması,sınır bölgelerinin korunması (ki Rus kazak alaylarından esinlenerek bu alaylar kurulmuştur) 3. Kürtlerin ve konar göçerlerin dış güçlerce kullanılmasını engelleme bunun önüne geçme 4. Aşiretlerin yerleşik hayata geçmelerini hızlandırılması 5. Çocukların kurulacak İstanbul’daki Aşiret Mektebi’nde eğitilerek Osmanlı bilinci aşılanarak devlete bağlılığının sağlanması 6. Aşiret kavgalarının önüne geçilmesi 7. İsyanların ve olayların yatıştırılıp asayişin sağlanması ve ardından Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun imarının sağlanması [61] Yazarın bu hedeflenen amaç düşünceleri oldukça mantıklı gözükmekle birlikte bu alayların önemli yararları olmuştur ancak ne yazık ki gerekli disiplinin kontrolün denetimin sağlanamaması sebebiyle kimi olumsuz sonuçlarının Diyarbakır'daki gibi olduğu da kabul edilmelidir.
:J. ^ II. Abdülhamid'in kendi istibdat rejimi ve I. Meşrutiyet'teki meclisi kapatması ile ilgili bazı uzman, araştırmacı ve II. Abdülhamid savunucuları haklı olduğunu, bu yapılanla ve başkaca hareketlerle kendisinin Osmanlı Devleti'nin ömrünü 30-40 yıl daha uzatmış olduğu ileri sürmektedir. Bu kişilere göre:
"•Düvel-i Muazzama'nın bu meclisin açılmasını demokrasi ve insan hakları için değil, kendi adamları olan milletvekilleri eliyle iç idareye daha rahat karışabilmek için istediği öne sürülmüştür.
•İcrayı baskı altında tutan bir meclis vardı.
•Azınlık milletvekilleri, her bir grup arkasına bir Avrupa Devletini alarak, üyesi olduğu bağımsız devletler kararı çıkarmak için uğraşmaktaydılar. Girit, Teselya ve Yanya'nın Yunanistan'a bırakılması gerektiğini ifade eden vekiller çıkmıştır." [399] Bu görüşü savunanlara destek olarak şu görüşlerde ileri sürülmüştür:
•Meclisi oluşturanların çoğu gayrimüslimdir. Ancak yüzde kırkı müslümandır (Türktür). [512][513]
•93 Harbi’nde Osmanlı topraklarının üçte biri kaybedilmişti. Bu çapta bir toprak kaybı karşısında meclisteki farklı milliyetlere mensup üyeler paniğe kapılmış, her biri kendi milletinin topraklarını kurtarma telaşına düşmüştü. Birleştirici olacağı ümidiyle kurulan meclis, tam tersine bölücü bir meclis olmuştu. İki seçenek vardı: Ya parçalanmaya seyirci kalmak ama meşrutiyetten taviz vermemek ya da meşrutiyeti askıya almak ama ülkeyi parçalanmaktan kurtarmak. Abdülhamid ikincisini seçti ki, aynı durumda devlet refleksi zaten başkasını yapmasına müsaade etmezdi"[61]
Ancak bu görüşlere tam olarak katılabilme olanağı bulunmamaktadır. Zira öncelikle I. Meşrutiyet döneminde, Meclisi Mebusan'ın ne birinci ve ne ikinci döneminde Meclisi oluşturanların çoğu gayrimüslim değildir. Tam aksine çoğu milletvekili Müslümandır.[514][515] Tarihçi Mesut Karakulak'a göre; Mecliste gayrimüslim oranının üçte bir gibi bir oranla ayarlanmaya çalıştığı görülmektedir. Dahası 1. ve 2.Dönem Meclisi Mebusan'ın gayrimüslim vekillerine hele Ermeni Vekillere bakılınca hiçte öyle Osmanlı Devletine karşı bir politika içinde oldukları yönünde biri şüpheli iki olay haricinde bir bulguya rastlanmamaktadır. Zira Rus ordusunun eylemlerini bu mebuslarında kınadığı askerlere yardım kampanyasına destek verdikleri, savaş sırasında kaçan Rumeli göçmenlerinin iyi koşullarda zarar görmemesi için tedbir alınması yönünde teklifler verdikleri görülmektedir. Ancak tek sorun tartışma çıkaran olay Ermeni vekillerin bazılarının konuşmalarını bir oturumda Türkçe yerine kendi dilleri ile yapmak istemeleridir. Diğer şüpheli olabilecek olay Rus orduları Yeşilköy’e geldiği zaman bir gurup Ermeni, Ermeni milletini temsil ettiklerini söyleyerek Osmanlı Devleti’nin durumundan yararlanmak için Londra’ya giderek II. Alexander’e başvurmuşlardı. İsteklerinde Lübnan’da otonom bir devlet kurmak istediklerini belirtmişlerdi. Aynı heyet Berlin Antlaşması’ndan hemen önce Rusları ve Fransız dış işleri bakanı Waddington’u ziyaret etmiş ancak sonuç alamamıştı Bunlardan başka Yeşilköy’e gelen Rus komutan Grandük Nikola’ya Patrik Nerses'in, üç kişilik bir heyet gönderdiği bağlılığını bildirdiği iddia edilmekteydi (ki muhtemelen doğruydu ama ne hikmetse II.Abdülhamid savaş sonrası bu iddialara konu patriğin 2 defa kendisinin sunduğu istifa talebini bile bir türlü kabul etmeyip görevde kendisini tutmuştur. Bunun nedeni de ayrıca bir muammadır.). Bu olaylara Ermeni vekiller sert tepki göstermiştir. Mina Efendi bu haberlerin gerçekliğinin açığa çıkarılmasını istemiştir. Manok Efendi ise beş yüz yıldır aradığı eşitliği ve adaleti burada bulduklarını, kendisinin Halep’de bulunan Ermeniler adına konuştuğunu belirtmiştir. Halep Ermenilerinin Rus himayesi istemediklerini ve bu konuşmasının da basında yayınlanmasını özellikle istemiştir... Bu durumda bu olay konusunda Patrikle ilişkileri varmıydı yok muydu bilinmeyip diğer olaylarda da Osmanlı lehine hareket ettikleri düşünülürse bu vekillerin bu görüşmeyi önceden bilip bilmediğini ispatlayacak bir delil de bulunamadığından tarihçi Karabulak'a göre gayrimüslim Ermeni vekillerin bile mecliste bağımsızlık veya milletvekillerinin kendi topraklarını kurtarmadan çok Osmanlıcılık peşinde oldukları görülmektedir. Kısacası iddiaların aksine Osmanlıcılık akımının mecliste aktif olduğunu belirtmektedir.[516]
:K. ^ Fehim Paşa ile ilgili II. Abdülhamid ile ilgili olumlu düşünen saray erkanınin bile onunla ilgili olumsuz pek çok görüşü vardır. Mesela II. Abdülhamid'in oğlu Mehmed Abdülkadir Efendi'nin eşlerinden Pakize Mislimelek Hanım'ın anılarından: "...Fehim paşa zevkü sefa alemlerinde sabahlara kadar hususi getirttiği kızların raks etmelerini seyreder ve içki içerdi. adamları da yanında oturur, efendileriyle beraber eğlenirdi. Maalesef böyle rezil bir adamın saray tarafından desteklenmesi yüzünden ben çok utanıyorum, zira o sarayın bir mensubu olarak böyle çirkef bir kişinin tasvip görmesi nefsime pek ağır geliyordu. Şehirden kızları kaçırılan veyahut evleri yağma edilenlerin haberi işittikçe müteessir halde ağlardım. Halkımızın bu derece ızdırap çekmesine tahammül edemiyordum. onca masum kıza çok yazıktı, zavallılar bu adamların oyuncaklarıydı, bıktıklarında da bir kenara atılıyor ve hayatları bu suretle ebediyyen kararıyordu..." [517]
:L. ^31 Mart Olayının çıkışına ve amacına dair tartışmalar halen sürmekle öne sürülen nedenler şunlardır:
- İttihat ve Terakki Cemiyetinin iktidara gelebilmek için kendine her türlü yolu meşru gören bir tavır içerisine girmesi, el altından cemiyetin desteklediği terör hareketleri ve birbirini izleyen siyasî cinayetlerden dolayı sorumlu tutulması [518] Örneğin 31 Mart olayından (Miladi Takvime göre:13 Nisan 1909) 7 gün önce Serbestî gazetesinin sahibi ve başyazarı olan Hasan Fehmi cinayeti buna örnek gösterilebilir. (6 Nisan 1909) Üstelik, bu cinayet, tam da ittihatçılara rakip Prens Sabahattin ve Kıbrıslı Kamil Paşa'nın başı çektiği İngiliz destekli Ahrar (Teşebbüs–i Şahsî ve Adem–i Merkeziyet Cemiyeti)'a yakın olan İttihad–ı Muhammedî Cemiyetinin resmî kuruluş tarihinin (5 Nisan 1909) hemen ertesi günü bu cinayet işlendi. Galata Köprüsü üzerinde vurulan Hasan Fehmi, her ne kadar bir faili meçhûl cinayete kurban gitti gibi görünüyor olsa da, halkın önemli bir kısmı bu işin arkasında İttihatçılar olduğuna inanıyordu zira İttihat ve Terakki karşıtı yazıları ile biliniyordu. Bundan dolayı da, Hasan Fehmi Beyin cenaze merasimi, İttihatçılar aleyhinde çok büyük bir gösteriye sahne oldu. Böylelikle 13 Nisan'ın hemen öncesi gergin bir ortam oluşmuş oldu.6 Nisan günü bu tarihten sonra "öldürülen gazeteciler günü" olarak bilindi.[519]
- Halkın hükûmete olan güveninin sarsılması,[518]
- Ordudan çıkarılan alaylı subayların menfaatleri zedelendiği için hiddete kapılmaları, İttihat ve Terakki Cemiyetine düşman kesilmeleri, kendilerine tercih edilen mektepli subayların “din düşmanı” oldukları hakkında halk ve asker arasında yaygın bir propaganda yapmaları,[518]
- Subayların askerler üzerinde yaptığı din konusundaki baskı biçiminde algılanan telkinler ile onları din görevlileri ve medreselilerle temastan menetmeleri, ülkede İttihat ve Terakki Cemiyetinin üzerinde bir kuvvetin bulunmadığı düşüncesini aşılamaları,[518]
- Medrese öğrencilerinin askere alınmak istenmesi,[518]
- Derviş Vahdeti’nin kurmuş olduğu İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti ve bu cemiyetin yayın organı olan Volkan gazetesiyle halkın dinî duygularını istismar ederek yayın yoluyla yaptığı kışkırtmalar,
- Devlet dairelerinden açığa alınan memurların muhalefet saflarına katılmaları[518],
- İstanbul’a Meşrutiyet’in koruyucusu sıfatıyla getirilen Avcı taburlarına mensup İttihat ve Terakki yanlısı subaylar ile bu taburlarda görevli erlerinin başına buyruk disiplinsiz hareketleri [518],
- Bu arada büyük devletlerin özellikle İngiltere’nin Orta Doğudaki çıkarlarını daha da sağlamlaştırmak amacıyla alttan alta yerli işbirlikçilerle yaptıkları menfi propagandaların devam etmesi,[518] bu faktörlerin hepsi derece derece isyanın patlak vermesinde etkili olmuştur. Genel kabul gören iddialar bunlardır.
- Buna karşın bazı iddialara göre ise, İttihat ve Terakki Cemiyeti yöneticileri, halk üzerinde büyük etkisi olan II. Abdülhamit’i düşürebilmek için kuvvetli bir nedene dayanmak gereğini duymuş ve 31 Mart Olayı’nı kendileri tertip etmişlerdir.[518] Özellikle bu iddiayı savunanlardan biri araştırmacı Mustafa Armağan'dır.[520]
:M. ^Abdülhamid'in tahta çıkışı ile ilgili bir iddia şu yöndedir: "...Sultan Aziz’in ölümünü ve Sultan Murad’ın aklını kaybettiğini gören Şehzade Abdülhamid, bir an önce tahta çıkmak arzusuyla çalışmalara başladı. Eniştesi Fethi Paşazade Mahmud Celaleddin Paşa aracılığıyla, Rumeli’de bulunan Serdar-ı Ekrem Abdülkerim Nadir Paşa’nın İstanbul’daki vekili Serasker Kaymakamı Redif Paşa’yı elde etti. İstanbul’daki askerin en büyük komutanı taraftarı olunca, Mütercim Rüşdi ve Midhat Paşalar da tahta çıkarılmasını görüşmek üzere Abdülhamid’in Kâğıthane’deki köşküne geldiler. Veliaht Şehzade Abdülhamid, Rüşdi Paşa’nın sadarette kalacağını, Midhat Paşa’nın en büyük arzusu olan Kanun-ı Esasi’yi ilan edeceğini vaad ederek onları da tarafına çekti. Hatta “usul-i meşrutiyet ve meşverete dayanmayan bir hükümeti kabul etmem” diyerek pırlantadan kol düğmelerini de Midhat Paşa’ya hediye etti. Bu görüşmede Sultan Murad’ın tahttan indirilmesine karar verildi..."[15]
:N. ^Mizan Gazetesini Mizancı Murad çıkarmaktadır, İslamcı, Panislamist, fikirleri vardır. Ancak işin garip tarafı bu duruma rağmen II. Abdülhamid ile ters düşmek ve yurtdışına diğer Jöntürk gazeteleri gibi bir süre yurtdışına kaçıp yayın yapmak zorunda kalmıştır. 1890'da Trablusgarp'ın güneyden tehdit altında bulunduğunu İslam halifesi olan padişahın Müslümanlar arasında birlik kurup Afrika'da örgütlenmesi gerektiğini savunur ve Fransa'nın Tunus'u işgal etme hakkının olmadığı Tunus'un Trablus toprağı olduğunu savunur. Zengibar ve Habeşistan gibi Müslüman ülkelere elçi yollanmasını savunur. Bu yazılar akabinde (24 Nisan -1 Mayıs- 5 Haziran 1890 Mizan Gazetesi sayıları) gazete 3 ay için kapatılır. Gerekçe uyarılara aykırı serkeşhane yayın yapmaktır. Yalnız sorun şu ki hiç bir uyarı öncesine yapılmamıştır. Padişahın özel affı ile yasağın 5.haftasında yasak kaldırılır ve yeniden gazete yayına devam eder. Ancak 22 Ağustos sayısında yine Trablusgarb Tunus olayına deyinip Kongo'ya kadar İslam halifesi padişahın örgütlenmesi ve mücadelesinden söz eder gazete tekrar kapatılır. Tam 13 hafta Gazete kapalı kalır. Tekrar gazete faaliyetine başlar 11 Aralık 1890'daki yazısında yine İslam birliği ve padişahın İslam halifesi olarak Afrika'da yayılması Afrika'da yabancı devletlerin sömürgeciliğinden bahseder. Gazete temelli kapatılır ve Mizancı Murad yurtdışına kaçar.[362] Mizancı Murad yurtdışında kaçar ve kısa süreliğine İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin liderliğini bile yapar. (Komik olan durum eleştirdiği Fransa'ya gidip Paris'te; Meşveret gazetesinde de bir süre çalışması (1895-1898) bu gazetenin Osmanlı'ya ağır eleştiriler yöneltmesi ve bu gazetenin eleştirilerinin de Fransa'da ağır bulunup bu sebeple kapatılmasıdır.) Sonrasında ise Serhafiye Ahmet Celaleddin Paşa ile görüşmesi akabinde yurda döner. Şûra-yı devlet üyesi yapılır. Lakin yıllar boyunca Anadoluhisarı'ndaki yalısında göz hapsinde tutulur. Bu durumda II.Abdülhamid'in hakikaten Panislamist bir düşüncede olup olmadığının da sorulması gerekir.
:O. ^Armağan gibi bazı tarihçiler donanmanın boyasının bile yüksek maliyet gerektirdiğinden bütçe ve mali yönden doğru bir tercih yapıp Osmanlı'nın kara ordusunu tercih ettiği gibi bahislerle II.Abdülhamid'ce donanmanın ihmalini savunmaktadır.[61] Trablusgarb,Yemen gibi 1000 lerce kilometre başkentten uzak yerler ve Girit, Midilli gibi adaların donanmasız doğru düzgün savunulamayacağı, Osmanlı'nın 100lerce hatta o dönemde 1000lerce kmye varan deniz sınırının korunamayacağı gerçeği ve Trablusgarp, Balkan Savaşlarında donanmanın yokluk derecesinde yetersizliğinden İtalyanların rahatça 12 adalara asker çıkarması Yunanlıların Ege Adalarını işgal edebilmesi ve o dönem Osmanlının onda biri ancak eden Yunanistan'ın bir yol bulup yeni gemiler alıp donanmanın masrafını çıkarabilmesi karşısında elbette bu görüşün yanlışlığı savunulabilir. Öte yandan Fatih ve Kanuni, I. İbrahim döneminde, Osmanlı'nın karada başarılarına karşın denize verdiği önem sayesinde Girit, Cezayir, Tunus, Ege Adaları ve Yemen Kıyılarının alınabilmesi, ilaveten o dönemde doğru düzgün deniz sınırı, uzak denizlerde sömürgesi olmayan neredeyse bir kara imparatorluğu olan sınırlı kaynaklara sahip Avusturya Macaristan İmparatorluğu'nun; yine az bir sömürgesi olan Almanya'nın iyi bir kara ordusuna sahip olmasına karşın maliyetlerden kaçınmayarak güçlü bir donanma kurmayı tercih etmesinin (bkz. Avusturya-Macaristan Donanması) yazarın bu görüşünü haksız çıkardığı düşünülebilir. Yine ilk torpil atan denizaltıları sözde kullanan Osmanlı'nın Almanya gibi daha ucuz daha az masraflı bir denizaltı filosu kurabilecekken bundan II. Abdülhamid ve Babıali'nin imtina etmesinin hatalı olup olmadığı hususunun, 2.Abdülhamid'in bu konudaki düşüncelerinin yanlışlığının Osmanlı'ya bu yönden verdiği zararların sorgulanması objektif tarih açısından da elzemdir.
:Ö. ^ II. Abdülhamid Selanik'in Yunanlarca teslim alımı sırasında Alatini Köşkü'nden alınıp Beylerbeyi Sarayı'na gitmiştir. Bir iddiaya göre kendisi ve ailesi doğrudan alınıp Selanik'ten İstanbul'a götürülmüş diğer bir iddiaya göre ise II. Abdülhamid kendisine köşkte gazete verilmemiş sonrasında verilmiştir. I. Balkan Savaşı'nda Selanik'in akıbetini şaşkınlıkla öğrenip gerçekleştiği iddia edilen aşağıdaki diyalogla kendisini almak isteyenlere karşı koymuş, zar zor ikna edilerek Beylerbeyi Sarayı'na götürülmüştür:
"...Batı cephesi komutanı Ali Rıza Paşa, Selanik mevki komutanı Muhiddin Paşa ile Vali Tahsin Bey’i de yanına alarak sabaha karşı Alatini Köşkü’ne gelip eski padişahı yatağından kaldırarak hükümetin kararını tebliğ etti. Kendisine gazete verilmediği için savaşın başladığından haberi olmayan II. Abdülhamid, heyeti sessizce dinledikten ve bir süre sustuktan sonra, “ Selanik, İstanbul’un anahtarıdır. Düşmana verilir mi? Şuradan şuraya gitmem. Bana da bir tüfek veriniz. Birlikte son nefesimize kadar müdafaa edelim. Hem bizim ikinci ve üçüncü ordularımız nereye gitti? Bu harbi idare eden kumandanlar kimlerdir? Ne olursa olsun. Bir yere gidecek değilim. Bunu bilmiş olunuz.” ... (Bir zaman sonra) Alman Loreley gemisiyle Selanik’e gelen heyeti kabul eden II. Abdülhamid, Rumeli’deki harp dolayısıyla İstanbul’a dönmesinin şart olduğunu bildiren padişah iradesini dinledi. Fethi Bey’den vükela mazbatalarını okumasını istedi. Savaşın kaybedildiğini itiraf eden paragrafı tekrar tekrar okuttu. Ardından da, dokunaklı bir ses tonuyla, “Ya! Demek o mübarek Rumeli elden gidiyor! Gitmiş bile!” dedikten sonra, birden ayağa kalktı ve gözlerini heyetin üzerinde dolaştırdıktan sonra konuşmaya başladı, “Kiliseler ittifak ettiler mi?” Halledildiği cevabını alınca çok sinirlendi, “ Bizim elçiler, ataşemiliterler uyudular mı? Dört devlet ittifak eder de hükümet nasıl haberdar olmaz? Ben makamda bulunduğum müddetçe daima bunların birleşmesini önledim. Bu ne gaflet! Allah devleti bu hale getirenleri kahretsin.” dedikten sonra buradan kesinlikle ayrılmayacağını söyledi. Kendisine düşman tehlikesinden bahsedilince de, “Demek Selanik şimdi müdafaa edilmeden teslim ediliyor. Hayır, ben buradan gidecek değilim. Ben de bugün herhangi bir şahıstan farklı olmadığım için müdafaaya iştirak etmek istiyorum. Bana da silah veriniz. Ölünceye kadar birlikte müdafaa edelim.” dedi. Eliyle mülakatın bittiğini işaret ederken Fethi Bey’e kalmasını söyledi. Fethi Bey, son üç yılın özetini yaptı. Abdülhamid Han, Balkan devletlerinin hep birden aynı günde savaşa başladıklarını dinlerken dayanamadı, “Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar Yunanlılar beraber olabildiler, aralarındaki derin ihtilafları halledebildiler ve müştereken üzerimize saldırdılar demek. Rum, yani Yunan Kilisesi ile Bulgar Kilisesi arasındaki ihtilaf baki kalsa idi, bu iki millet arasındaki uçurumu hiçbir şahıs ve tedbir dolduramazdı. Zaten elden gitmiş olan Girit için Yunan’ı ötekilerin kucağına atmanın manası var mıydı? Sizler tecrübesiz ve genç idiniz. Fakat sadaret makamına layık gördüğünüz Said ve Kamil Paşalar senelerdir takip edilen idare- i maslahat siyasetinin zaruret olduğunu bilmiyorlar mıydı? Onların vebali sizinkilerden büyüktür. Bu kadar gaflet bu kadar kısa zamana nasıl sığdı!” diyerek tepki gösterdi. Bir süre sustuktan sonra, Fethi Bey’in gitme konusundaki şahsi düşüncesini öğrenmek istedi. O da, İstanbul’a dönmesinin aynı zamanda devletin haysiyet ve şerefinin de icabı olduğunu ve orada da huzur içinde yaşayabileceğini ve Beylerbeyi Sarayı’nda bütün tedbirlerin alındığını hatırlattı. Kendisi ikna edilip Beylerbeyi Sarayına getirildi...[521] Kadir Mısıroğlu[522] ve Mustafa Müftüoğlu bunun yanında bazı yazarlar da bu diyaloğun benzerini ancak farklı şekilde, sözlerle aktarmaktadır. Bu yönden tam doğruluğu teyit edilememektedir.
Diyaloglarda geçen kiliseler meselesinin ise aslı şu şekildir: Öncelikle Bulgar ve Rum Kilise ayrılığının mimarı Abdülhamid değildir. Bununla birlikte Sultan Abdülaziz ile II. Abdülhamid'in her türlü eleştiriye karşın belli bir diplomatik becerisinin olduğu da su götürmez bir gerçektir. Osmanlı'da Bulgar tebaa normal olarak Rum kilisesine bağlı olarak ibadetini gerçekleştirmekteydi. Ancak özellikle milliyetçilik akımının olduğu 18.-19.yy'da kilisede okunan ilahilerin Bulgarca değil, Rumca okunması ibadetlerin Latince ve Rumca yapılması, Bulgarların bunu anlayamaması kendilerini epeyce rahatsız etmekteydi. Bulgarlar asırlardan beri din adamı yetiştirmedikleri için kendilerine mahsus kiliseleri de yoktu. İddialara göre Abdülaziz Bulgarlarında Rumlar gibi özerklik bağımsızlık peşine düşeceklerini düşünmesi yanında Balkanlardaki Hristiyan Slav ve Rum devletlerinin birlik olup Osmanlı'ya karşı ortak savaş ve isyan çıkarabilecekleri kuşkusuna düştü. Sırplar ile Bulgar arasındaki Makedonya huzursuzluğu onların birleşmesine engel iken; Yunanlılar ile Bulgarların birleşmesi riski ortadaydı. Bulgarların da bu yönde şikayetleri vardı, 1860'tan beri bu yönde huzursuzluklar mevcuttu. Bu sebeple hem Bulgar tebaasına iyi gözükmek hem de Bulgarları Yunanlılardan ayırmak için Abdülaziz 1870'de bir fermanla Bulgar Eksarhlığı kurulmasına ve onu tanımaya karar verdi.[523] Bu yöndeki fermanı da Balat Sveti Stefan Kilisesi'nde okuttu.1872'de Eksarhlığın Rum Ortodoks Kilisesi ile ilişiğini kesmesine de ses çıkarmadı. Mustafa Müftüoğlu ve Kadir Mısıroğlu bu 1870 yılında Sultan Abdülaziz tarafından fermanla yapılan Bulgar Eksarhlığı kurma işini 8-10 yıl ileriye taşıyıp Sultan II. Abdülhamit tarafından yapılmış gibi lanse etmektedir.[522][524] Çoğu kişide böyle bilmektedir.[525] Bu büyük tarihi bir hatadır. Diğer bir hatada bu eserlerde yangından zarar gören Sveti Stefan Kilisesi'nin Sultan Abdülhamid'ce bir günde Berlin'den gizli prefabrik demirler getirilip onarıldığı her şeyin gizli yapıldığı gibi bu yazarlarca ileri sürülen abuk iddialardır. Bu kilisenin yapımı için uzun bir ihale sürecinin açık şekilde yapılıp yine demir parçalarını üretmek için yarışma bile düzenlendiği 3 yıllık bir sürede Berlin'de malzemelerin üretildiği 1898'de inşasının tamamlandığı belirtilmekle [526] bu yazarların bu iddiaları tarihi gerçeklikleri saptırmaktan ileriye gitmemektedir.
Ancak zaman içinde Bulgarlar ile Rumlar arasındaki kiliseler hususunda ayrılıklar çıktığı ve diplomasi de denge politikası takipçisi II. Abdülhamid'in bu sorunu çözerse çıkabilecek sorunları öngörüp sorunu kasten çözmekten uzak durduğu yolundaki iddiaları ise elbette düşünülebilir, doğru kabul edilebilir. İttihat ve Terakki yönetimi, Balkan devletleri özelikle Bulgarlar ile Rumlar arasındaki anlaşmazlıkların en önemlisi olan kiliseler meselesini yani bir şehirde Rum mu yoksa Bulgar Kilisesi olacağı meselesini bir iyi niyetlilikle 3 Temmuz 1910'da çıkardığı "Kiliseler ve Mektepler Kanunu" ile halletti. Bununla “ihtilaflı kilise, mektep ve mukaddes yerlerde hangi unsurun nüfusu çok ise ona aittir”,eğer bunun dışında tartışmalı yerlerde cemaat, kilise kuracaksa parası ile kilise kurabilir esasını kabul etti. Oysa Fatih İstanbul’u fethettikten sonra İstanbul’daki Rum patriğini Avrupa Türkiye’sindeki bütün reayanın hem ruhani ve hem de cismani reisi olarak atamıştı. Rum kiliseleri diğer kiliselere göre elde ettikleri bu üstünlüğü kendi kültürlerini yayma, kendilerinden olmayanları ezme, eziyet etme şeklinde kullandılar. Böylece ortaya çıkan sürtüşme ile kiliseler ve dolayısıyla bunlara bağlı olan gruplar yıllarca birbirleriyle mücadele etti ve birbirlerini devamlı hasım olarak gördüler. İşte Kiliseler Kanunu bu düşmanlığı sona erdirdi, o zamana kadar birbirleriyle mücadele edenlerin birleşerek Osmanlı Devletine karşı mücadele etmelerine sebep oldu. Böylece Balkan ittifakının gerçekleşmesi, 1.Balkan Harbi'nin çıkması için en büyük problem ortadan kalkmış ve İttihad Terakki Osmanlı tebaasına iyilik yapayım derken hakikaten farkında olmadan Osmanlı'nın kendi iç dinamik ve denge unsurlarına zarar vermiştir.[527]
:P. ^ Diğer bir ilginç tartışma Mısır üzerine yaşanmaktadır. Bazı internet sitelerinde Mısır'ın, 1882'de değil, (-1882'de Mısır işgal edilirken İngilizlere karşı direniş için bile Filistin deki birlikleri, orduyu donanmayı sevk etmekten çekinen II. Abdülhamid'in her nasılsa direnişiyle?!-) 1914'de Osmanlı elinden çıktığı iddia edilmektedir. Mustafa Armağan gibi bazı araştırmacılar bunu daha da ileriye taşıyıp Mısır ve Sudan'ın Lozan Antlaşmasının 17.maddesi ile İsmet İnönü tarafından İngiltere'ye verildiği gibi bir iddiasındadır.[503][528] Türk Dış İşleri Bakanlığı'nın kendi web sitesinde ise aynen şu ibare yer almaktadır."1517 yılında Osmanlı İmparatorluğu idaresine geçen Mısır, 1914 yılına kadar resmen İmparatorluğun parçası olarak kalmıştır. Ancak, 1798-1801 yıllarında Fransızların işgal ettiği Mısır, 1882'de de İngiltere tarafından işgal edilerek, bu ülkenin fili himayesine girmiştir. I. Dünya Savaşının başlamasıyla, fiili himaye, resmi statü kazanmıştır.1922 yılında iktidara gelen Kral Fuad Mısır'ın bağımsızlığını ilân etmiştir. Ancak, Mısır'daki İngiliz askerleri 1946 yılına kadar ülkeden çekilmemiş, bu tarihte ise Süveyş Kanalı bölgesini ellerinde bulundurmak koşuluyla, ülkenin diğer kesimlerini terk etmiştir.[529]
Bu durumda bağımsızlığını 1922'de ilan eden ülkenin haklarının nasıl olup da 1924'te Türkiye Cumhuriyeti tarafından terk edildiğinin bunu iddia edenlere sorulması gerekir. Olayın aslı şudur. Mısır 1882 yılında -aynen Bosna Hersek'in Avusturya Macaristan'ca işgali durumunda olduğu gibi- fiilen işgal edilmiştir. Aynen Avusturya Macaristan'ın Bosna-Hersek'i işgali, İngiltere'ye Kıbrıs'ın kiralanması olayında olduğu gibi, sonrasında Girit'in fiilen elden çıkmasında olduğu gibi, II. Abdülhamid buraları fiilen elden çıkmasına karşın, fiilen elden çıkmamış gibi buraların işgaline göz yumarken bir kısım Osmanlı hakimiyetini temsil eden sembol öğelerin kamuoyundan tepki almamak için kalmasına İngiltere ve Avusturya-Macaristan'ı razı etmiştir. Gidip yapması gereken açık tepki gösterme yolu yerine soyut yarı diplomatik örtülü cılız tepkiler gösterebilmiştir. Mısır'da 1841 yılındaki Ferman ve imzalanan Londra antlaşmasına bu işgal aykırılık oluşturduğundan bu işgali legalize edebilmek için başlangıçta İngiltere başta Fransa olmak üzere çeşitli devletlerinde Süveyş Kanalı nedeniyle tepkisinden çekinerek bu işgali, geçici bir işgalmiş gibi göstermiştir ve Osmanlı'nın hakimiyet sembollerinin bir süre kullanılmasına ses çıkarmamıştır. II. Abdülhamid'in kamuoyuna karşı öngördüğü Osmanlı'nın Mısır'daki hakimiyetini sembolize eden sembolde İsmailiye Sarayı'nda bulunan komiserliğidir.
Oded Peri Ottoman Symbolism in British-Occupied Egypt (1882-1909) adlı makaleden aynen alınmıştır: 1841 tarihli sözde 'Miras Fermanı', Mısır'ın özerk statüsünü Osmanlı İmparatorluğu içinde ayrıcalıklı bir vilayet olarak resmileştirdi ve Mehmed Ali'nin ailesi için hükümetin kalıtsal halefiyetini güvence altına aldı. Osmanlı egemenliğinin nasıl sembolize edilmesi gerektiğini de belirlemiştir. Özerkliklerine ve askeri güçlerinin büyüklüğüne getirilen sınırlamaların yanı sıra, Mısır'ın hanedan valileri, orduları ve donanmaları Osmanlı üniformaları giyerek ve Osmanlı bayraklarını teşhir ederek İstanbul'a yıllık haraç ödeyeceklerdi. Ayrıca Mısır'da basılan paralar, padişahın adını taşıyacak ve Osmanlı devleti tarafından basılan paralara tamamen benzeyecekti.' Paradoksal olarak, Osmanlı egemenliğinin bu mütevazı sembolleri dizisi, İngilizlerin Mısır'ı işgalinin ardından önemli ölçüde eklendi. 1885'te, İngilizlerin tahliye şartları üzerinde anlaşmaya varmak için bir İngiliz-Osmanlı çabasının bir parçası olarak, Mısır'a Olağanüstü Komiser (Mısır Fevkalade Komiseri) unvanına sahip bir Osmanlı yetkilisi Ahmet Muhtar Paşa, İngiliz bir meslektaşı ile birlikte Kahire'ye gönderildi. İki yıl sonra tüm bu çaba başarısız oldu, ancak Babıali, Sultan'ın İngiliz işgali altındaki Mısır üzerindeki egemenliğini temsil etmesi için Osmanlı Komiserini sanki Mısır hala kendininmiş gibi Kahire'de tuttu. Burada girişilen anlaşmanın başarısızlıkla sonuçlanmasıyla birlikte, Gazi Ahmed Muhtar Paşa adlı seçkin bir Osmanlı generali olan Komiser, görevinin yasal-diplomatik zeminini kaybetti ve Mısır'da ne resmi bir ehliyetten ne de fiili bir yetkiden yoksun kaldı. Yine de, Mısır'daki varlığının devam etmesi önemli sonuçlar doğurdu. 80 yıl aradan sonra ilk kez İstanbul'dan gönderilen bir Osmanlı yetkilisi, Mısır'daki Osmanlı egemenliğinin temsilcisi olarak hareket ederken, 1841 Fermanı Mehmed Ali ve hanedan varislerinin bu ayrıcalıklı eyalette Sultan'ı temsil etmelerini şart koşuyordu. Bu, başlı başına hem ayrılıkçı Mısır hükümeti hem de İngiliz işgal gücü için meseleleri karmaşıklaştırmaya yetiyordu. Dahası, yeterli yetki belgesi olmasa bile ve belki de tam da bu nedenle Muhtar, Babıali'nin Mısır'ın iç işlerine 1841 Fermanı tarafından garanti edilenden çok daha fazla katılımına gayri resmi konumunda Osmanlı'ya imkan sağlayabilirdi. Ancak Osmanlı açısından en iyi avantaj Mısır'da Osmanlıcılığı teşvik etmek olacaktır. İngilizlerin Mısır'ı işgali, halk ve entelektüel çevrelerde her halükarda Osmanlı yanlısı duyguların yükselmesine yol açtı. Önde gelen bir Osmanlı savaş kahramanının Kahire'de sürekli mevcudiyeti, kesinlikle ters yönde hareket bu tür duyguları besleyecek ve uzun yıllar sonra Mısır'ın Osmanlı İmparatorluğu ile olan bağlarını güçlendirecektir...[530] Makalenin devamında ise Peri özetle şunlardan bahsetmektedir:... Ancak Akabe sorunu ve bu sorunda Ahmet Muhtar Paşa'nın üstlendiği rol akabinde Ahmet Muhtar Paşa'nın ayrılması sonrası Mustafa Nuri Paşa bu sembolik göreve devam etse de 1909'da İsmailiye Sarayı Osmanlı komiserliğinin elinden alınmış ve ilgili komiser ülkeden ayrılmaya zorlanmış ve Mısır'daki bu sembolik durum sona ermiştir..." [530]
Mısır'da sembolik ve işlevsiz bir Osmanlı Komiserliği'nin İngilizlerle anlaşma vs. ümitle Osmanlı ve Müslüman kamuoyunu görünüşte etkileme maksatlı bulundurulmasının orayı fiilen Osmanlı toprağı yapmayacağı ve Mısır'ın 1882'de II. Abdülhamid'ce fiilen kaybedildiği gerçeğini ortadan kaldırmayacağı açıktır. Mısır kaybedilmemiş olsa Süveyş kanalı ve 1906 Akabe meselesi zaten olmaz İngiltere-Mısır ve Osmanlı karşı karşıya Taba ve Akabe'de gelmezdi. Mısır, herhalde Osmanlı toprağı olmaktan fiilen çıkmıştır ki bu sorun oluşmuştur. İngiltere'de 1882'den 1914'de kadar çekilmek şöyle dursun hakimiyetini daha da arttırmıştır. Osmanlı'da II. Abdülhamid de, Sultan Reşad da hiçbir şey yapamamıştır. İlaveten I. Dünya Savaşı başlangıcında Mısır hukuken de olsa Osmanlı toprağı gözükmekteydi. Ancak İngilizlerin baskısı ile artık yetkileri iyice sembolik hale gelmiş Mısır Hidivi II. Abbas 18 Aralık 1914'te tahttan çekilmiş, yerine geçen Hüseyin Kamil Paşa, Mısır Sultanlığı'nın kurulduğunu 19 Aralık 1914'te belirtmiş ve Mısır'ın hukuken de ayrılığını ilan etmiş, Mısır'da sembolik Osmanlı toprağı görüntüsü de böylece sona ermiştir.[531][532]Birinci ve İkinci Kanal harekâtlarının başarısızlıkla sonuçlanması ve I. Dünya Savaşı'nın kaybedilmesi, Mısır'ın 1922'de bağımsızlığını ilan etmesi akabinde de Mısır'ın askerî güçle geri alınamayacağı açık olmakla, Lozan'da usulen bu hükümlerin olması bir anlam ifade etmemekle bu araştırmacıların açıklamaları, tarihi gerçekleri saptırmaktan öteye maalesef gitmemektedir. 1882'de II. Abdülhamid Süveyş Kanalı açısından İngiltere ile karşı karşıya gelebilecek kadar menfaati çatışan Fransa'nın desteğini alarak/almayı akıl ederek, İngilizler harekete geçtiği an harekete geçseydi işte o zaman tarihin akışı belki değişirdi.
:R. ^Sultan Abdülhamid'in istibdat dönemi hakkındaki tartışmalar için ayrıca bkz.https://www.ilimvemedeniyet.com/ii-abdulhamid-doneminde-guvenlik-ve-otorite-tartismalari.html 23 Kasım 2022 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. [486]
:S. ^ 2.Abdülhamid Çanakkale tahkimatlarının güçlendirilmesi için 1877-1907 (özellikle 1890-1897) arası büyük bir çaba sarf etmiştir. Ertuğrul, Orhaniye, Rumeli ve Anadolu Hamidiye tabyaları onun tarafından inşaa ettirilmiştir. Ancak bu, onun bütün tabyaları kendi yaptığı Çanakkale'yi tek başına tahkim ettirdiği anlamına gelmemektedir. Zira Bolayır Yıldız, Bolayır Merkez, Bolayır Ay, Anadolu Mecidiye, Nara, Değirmenburnu, Namazgah, Bozcaada Tabyaları Abdülmecid zamanında yapılmıştır. Ancak 2.Abdülhamid bunları elden geçirtirmiş yenilettirmiştir. Seddülbahir ve Kumkale ise IV. Mehmed ve veziriazam Köprülü Mehmed Paşa tarafından yaptırılmıştır. Ancak 2.Abdülhamid zamanında bu kalelerin mimari yapı v.s değiştirilip yeniden yapılmıştır. Kale-i Sultaniye, (Çimenlik Kalesi) ise Fatih Sultan Mehmed zamanında yapılmış olup III. Selim ve son olarak 2. Abdülhamid'ce yenilenmiştir. Bu manada 2. Abdülhamid Çanakkale boğazının güçlendirilmesi yönünde 19.yy başından hatta 17.yy sonundan beri süre gelen politikayı başarıyla devam ettirmiştir. Çanakkale Savaşı'nın elbetteki kazanılmasında yaptırdığı tabyaların da yenilemelerinde büyük, inkâr edilemez, yadsınamaz katkısı olmuştur; ancak bu katkı sadece kendisine maledilemez. Bu yönde IV.Mehmed, III.Selim, veziriazam Köprülü Mehmed Paşa ve özellikle Abdülmecid'in katkıları da yadsınamaz.[533][534][535]
KaynakçaDeğiştir
- ^ Overy, Richard (2010), The Times Complete History of the World, HarperCollins, ss. 252-253, ISBN 9780007315697.
- ^ a b Eğilmez, Mahfi. "II. Abdülhamid ve Osmanlı Maliyesinin İflası". 24 Mayıs 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 21 Ekim 2022.
- ^ "Erdoğan, Abdülhamit bir gram toprak kaybetmedi dedi: AKP'li Hüseyin Çelik Abdülhamit'in nereleri kaybettiğini anlatmıştı". Yeni Çağ Gazetesi. 27 Eylül 2022. 27 Eylül 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 21 Ekim 2022.
- ^ "Murat Bardakçı, 2. Abdülhamid döneminde kaybedilen toprakların, bugünkü Türkiye'nin iki katı olduğunu ifade etti". Oda Tv -Habertürk Tarihin Arka Odası 25.03.2017 Tarihli Program. 25 Mart 2017. 29 Ekim 2020 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 21 Ekim 2022.
- ^ II. Abdülhamit zamanında toprak kaybedildi mi?, Doğruluyoruz.com internet sitesi, 30 Mayıs 2022, 28 Temmuz 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 5 Ocak 2023
- ^ II. Abdülhamit saltanatında Osmanlı’nın hiç toprak kaybetmediği iddiası, Teyit.org internet sitesi, 26 Mayıs 2022, 14 Aralık 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 5 Ocak 2023
- ^ Bayraktar, Çağdaş (28 Eylül 2022), Söylenenlerin aksine, 2. Abdülhamit, Türkiye’nin iki katı kadar toprak kaybetti: 'AKP, tarihi çarpıtıyor' (Gazeteci Çağdaş Bayraktar tarafından tarihçiler Prof. Dr. Mithat Baydur ve Ümit Doğan ile yapılan röportaj), Cumhuriyet Gazetesi internet sitesi, 14 Aralık 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 5 Ocak 2023
- ^ a b c "Abdulhamid II | biography - Ottoman sultan". 28 Temmuz 2018 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 29 Eylül 2015.
- ^ a b Yilmazçeli̇k, İbrahim; Özdem, Ali Gökçen (1 Haziran 2013). "DÜVEL-İ MUAZZAMA'NIN KARADAĞ ÜZERİNDEN OSMANLI DEVLETİ İLE MÜCADELELERİ VE BUNUN GÜNÜMÜZE YANSIMALARI". Bitlis Eren Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 1 (2): 5-38. ISSN 2147-5962. 26 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 26 Ekim 2022.
- ^ a b c d e f g "ABDÜLHAMİD II - TDV İslâm Ansiklopedisi". TDV İslam Ansiklopedisi. 25 Temmuz 2019 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 1 Eylül 2021.
- ^ "Osmanlı Padişahları". Türk Tarih Kurumu. 18 Nisan 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 9 Ekim 2021.
- ^ "Turkish Royalty". Ancestry. 6 Nisan 2012 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 29 Kasım 2012.
- ^ Müftüoğlu, Her Yönüyle Abdülhamid, s.9
- ^ Brookes, Douglas Scott (2010). The Concubine, the Princess, and the Teacher: Voices from the Ottoman Harem. University of Texas Press. s. 134. ISBN 978-0-292-78335-5.
- ^ a b c d e f g Çuluk, Sinan (2016), Osmanlı Sultanının Tek Adamlık Yolunda Gerçekleştirdiği İşbirlikleri Entrikalar ve Siyasi Manevralar, #Tarih Dergisi, 19 Ekim 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 12 Kasım 2022
- ^ Lutfî, Târih, IX, 106, 144; X, 115;
- ^ Bayındır Ulusakan, Seda (2018), II.Abdülhamid'in Sanat ve Sanatçıya Bakışı, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi Cilt= XVIII (18) Sayı=36 sayfa= 5-28, ss. 6,7, 28 Mart 2023 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 28 Mart 2023
- ^ Cevdet Paşa, Tezâkir (nşr. M. Cavid Baysun), Ankara 1960, II; 1967, IV.
- ^ A. H. Ongunsu, “Abdülhamid II.”, İA, I, 76-80.
- ^ a b Müftüoğlu, Her Yönüyle Abdülhamid, s.19
- ^ Tahsin Paşa, Abdülhamid’in Yıldız Hatıraları, İstanbul 1931.
- ^ "II. ABDÜLHAMİD – Sultan II. Abdülhamid Uygulama ve Araştırma Merkezi". 7 Nisan 2018 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 22 Ekim 2022.
- ^ Necib Âsım, “Sultan Aziz’in Avrupa Seyahati”, TOEM, XLIX (1916)
- ^ B. Şehsuvaroğlu, “Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, sy. 1, İstanbul 1967, s. 41-51
- ^ Yüzüncü yılında II. Meşrutiyet, Asım Öz, Pınar Yayınları, 2008, ISBN 975-35-2115-4
- ^ Palmer, Alan (1993). Bir Çöküşün Yeni Tarihi. İstanbul: Sabah Kitapları. ss. sf. 159-160. ISBN 975-7339-00-8.
- ^ a b Çakır, İbrahim (2022), MİLLİYETÇİLİK AKIMININ OSMANLI DEVLETİ’NE ETKİLERİ: KARADAĞ’IN BAĞIMSIZLIĞI (s.1-18), Lefke Avrupa Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Cilt:13 Sayı:1, ss. 11-13, 24 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 24 Kasım 2022
- ^ Kaya, Zeki (1990), I. Meşrutiyet ve (Türkiye'de Meclisi Mebusan) (yayınlanmamış tez) (PDF), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi, s. 6, 8 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi (PDF), erişim tarihi: 8 Kasım 2022
- ^ İnal, Mahmut Kemal (1955), Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar Cilt.III., İstanbul: Maarif Matbaası, s. 343.
- ^ a b c d e Özgüldür, Yavuz; Özgüldür, Serdar (1994), 1876 Anayasası'nın Hazırlanmasında Mithat Paşa'nın Rolü ve Fonksiyonu (s.311-348) (5), OTAM(Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi), ss. 323,324,343,344, 8 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 8 Kasım 2022
- ^ Karal, Enver Ziya. Osmanlı Tarihi. ss. c. VII s.366.
- ^ "Kanun-i Esasi". 24 Ekim 2012 tarihinde kaynağından arşivlendi.
- ^ BERKES Niyazi; Türkiye’de Çağdaşlaşma,(1978) İstanbul,s.173
- ^ Bulgarian Horrors and the Question of the East 29 Temmuz 2015 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi., W.E. Gladstone, 1876, s. 61-62.(Orijinal metnin pdf versiyonu 23 Eylül 2015 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.)
- ^ Aydın, Mithat (2005). "İSTANBUL KONFERANSI (1876)'NA GİDEN YOLDA İNGİLTERE'NİN "DOĞU" POLİTİKASI" (PDF). Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi Sayı:17. ss. 59-66. 2 Nisan 2015 tarihinde kaynağından arşivlendi (PDF). Erişim tarihi: 19 Mart 2015.
- ^ "THE TREATY OF BERLIN: 1878". web.archive.org. 11 Mart 2001. 11 Mart 2001 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 21 Ekim 2022.
- ^ a b c d Akşin, Sina (1970), 1.Meşrutiyet Meclisi Mebusanı-I (s.19-39), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi Cilt:25 Sayı:1, ss. 38,39, 15 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 15 Kasım 2022
- ^ Turkey and the Great Powers. The Constantinople Conference. The Commissioners' Last Proposals to the Porte. An Ultimatum Presented the Great Dignitaries of State to Decide Upon an Answer. 24 Ekim 2021 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. New York Times, 16 January 1877.
- ^ Conference de Constantinople. Reunions Préliminaires. Compte rendu No. 8. Scéance du 21 décembre 1876. Annexe III Bulgare. Règlement organique. (in French)
- ^ Further Correspondence respecting the affairs of Turkey. (With Maps of proposed Bulgarian Vilayets). Parliamentary Papers No 13 (1877).
- ^ "ЦАРИГРАДСКА КОНФЕРЕНЦИЯ 1876" (PDF). web.archive.org. 14 Mart 2012. 27 Nisan 2022 tarihinde kaynağından (PDF) arşivlendi. Erişim tarihi: 21 Ekim 2022.
- ^ a b c Salih, Erol (2019), XIX. Yüzyıl Osmanlı Devlet Adamlarından İbrahim Edhem Paşa (Yayınlanmamış Doktora Tezi) (PDF), Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Bölümü, s. 273-284,291-295, 22 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi (PDF), erişim tarihi: 22 Ekim 2022
- ^ Bahadıroğlu, Yavuz (2009). "II. Abdülhamit". Resimli Osmanlı Tarihi. Nesil Yayıncılık. ss. 470, 471. ISBN 978-975-269-299-2.
- ^ a b Dumaine, J. (1879), La Guerre d'Orient en 1877-1878 Cilt:1, Paris: Libraire Militaire de J.Dumaine, ss. 98-101, 28 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 28 Kasım 2022
- ^ Saib, Ahmed, Son Osmanlı Rus Muharebesi (Aynen Latin harfleri ile aktaran: Merve Öter Ahmed Saib'in “Son Osmanlı Rus Muharebesi” adlı Eserinin Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi (Yüksek Lisans Tezi), Batman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 2019, ss. 36,37, 29 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 27 Kasım 2022
- ^ Alpar, Güray (15 Haziran 2018). "OSMANLI'NIN SON DÖNEMİNDE ORDU YAPISI VE SAVAŞ KÜLTÜRÜ". Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 11 (1): 1-20. 21 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 21 Ekim 2022.
- ^ a b "Plevne'de 145 gün belgeseli TRT yayınları". 23 Mayıs 2014 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 6 Kasım 2012.
- ^ a b Karakulak, Mesut, Bir Vapurdan 93 Harbine Bakmak: Mersin Vapuru Hadisesi ve Rusya’da Osmanlı Savaş Esirleri (s.1039-1060) (PDF), History Studies Cilt:12 Sayı:3, ss. 1041,1042,1053,1054, doi:10.9737/hist.2020.870
- ^ a b Erinç, Emine Tülin (2015), Osmanlı Müelliflerine Göre 93 Harbi’nin Kaybedilme Sebepleri (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara: Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü, ss. 84,85
- ^ Bu kişinin hayat hikayesi için bkz.Ercoşkun, Tülay (Mayıs 2017), Yeni Bilgi Belgeler Işığında Kaplan(zade) Ahmed Saib (1860-1918), Tarih Araştırmaları Dergisi Cilt:36 Sayı:61, ss. 95-138, 27 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 27 Kasım 2022
- ^ Kolağası Reşid (1908), 1293 Seferi Avrupa'da (Yayınlandığı Rumi yıl:1324), İstanbul, ss. 11,13,15,37,38,68 Özellikle Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa'nın diğer Paşalarla anlaşmazlığı yetersiz davranışları, Süleyman Hüsnü Paşa-Mehmet Ali Paşa-Şıpka Geçidi ve Osman Paşa'ya yardım konusunda anlaşmazlıkları ve heyet-i müşaveredeki Serasker Mehmed Rauf Paşa'nın yanlış hatalı müdahaleleri, kararları cephe komutanları ile anlaşmazlıkları, kavgaları eserde eleştirilmekle birlikte Ahmed Saib'in aksine yazar, Şıpka konusunda Hüsnü Süleyman Paşa'yı değil, Mehmed Ali Paşa'yı haklı bulmaktadır.
- ^ Kutay, Cemal (1975), Örtülü Tarihimiz, Birinci Cilt, İstanbul: Hilal Matbaası, Alioğlu Kitapevi, ss. 277,278,312,319,321,326,367"...Çarın kardeşi ve saltanatın veliahtı idi.Bütün diğer prensler gibi savaşın ön hattında çarpıştı. Ya bizimkiler? Bizimkiler, sarayların kalın duvarları ardında ya keyif ve zevk içinde ya üzerlerine çevrilmiş tarassut bakışları altında dertli ve endişeli idiler....Batı (Tuna) Cephesinde çarın kardeşi Grandük Nikola, Doğu Cephesinde diğer kardeşi Grandük Michael yer almıştı. Çar da bizzat zaman zaman –Plevne’de olduğu gibi- cephede bulunmuştu..."
- ^ Öter, Ahmed Saib'in “Son Osmanlı Rus Muharebesi” adlı Eserinin Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi s.86-87: Ahmed Saib'in kitabından aynen: ...Muhârebe esnâsında Osmanlı ordularının harekât-ı umûmîyyesine pek vahim bir tesîr icrâ eden meclis, işte şu umûr-u harbiyye meclisidir. Bu meclisin sebeb-i teşekkülü Hakkında irâde olunan delâilin pek zayıf olduğu âdet-i tedkîkatla anlaşılır. O vakît işin iç yüzüne vâkıf olamadıklarından nâşî bu meclisin teşekkülünü mâkûl görenler bulunduysa da meclisin tesisinden maksad-ı âlinin bambaşka olduğu pek çabuk meydana çıktı. Mecliste o zamanlar saraya pek ziyâde gergin bulunan Rauf Paşa ve kurenâdan ve saray ferikânından Said ve Nafız ve askerlikle hiç de münâsebeti olmayan Muhammed Rüştü ve Hâlim Paşaların bu meclise idhâli maksadın ne olduğunu apaçık gösteriyordu. Bundan maksad başka bir şeyi olmayıp umûm orduları merkezin daha Türkçesi sarayın idâre etmesi olduğu meydandaydı. Nitekim böyle oldu. Meclisin teşkîlinden birkaç gün sonra orduların harekâtı Hakkında Serdar’a emirler gitmeye başladı. Bu emirlerin hemen umumu ahvâle muvâfık değildi.Çünkü bu emirler mecliste bulunan Paşalar veyâhud birisi tarafından zât-ışâhâneye ilgâ edilen fikirleriydi. Hâlbuki da’rul harbte bulunan umerâ ahvâli iyi keşf ediyor. Ve ona göre tertîbât yapmak üzere bulunuyorken İstanbul’dan gelen bir telgraf ortalığı alt üst ediyordu. Evvelki tertîbât Terk olunarak yenisi yani umûr-u harbiyye meclisi tarafından irâe olunan üslûbta hareket olunuyordu. Şu hâl muhârebe-i mezkûrede ordularımızın mahvını ve Ruslar’ın galebesini teshîl eden esbâbın başlıcası olduğu erbâb-ı vukûfa mâlûmdur... (özellikle Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa'nın diğer paşalarla anlaşmazlığı yetersiz davranışları, Süleyman Hüsnü Paşa-Mehmet Ali Paşa-Şıpka Geçidi ve Osman Paşa'ya yardım konusunda anlaşmazlıkları ve heyet-i müşaveredeki Serasker Mehmed Rauf Paşa'nın yanlış hatalı müdahaleleri,kararları cephe komutanları ile anlaşmazlıkları,kavgaları da eser de sıkça eleştirilmektedir)
- ^ a b Kunt,Metin; Akşin,Sina; Ödekan,Ayla; Toprak, Zafer; Yurdaydın, Hüseyin G. (1996), Sina Akşin (Ed.), Büyük Türkiye Tarihi 3.Cilt Osmanlı Devleti (1600-1908), Cem Yayınevi, s. 161,162"...Osmanlı Ordusunun Abdülaziz tarafından alınan silahlar sayesinde o bakımdan iyi olduğu, fakat subay assubay niceliği bakımından Ruslardan hayli geride olduğu anlaşılıyor. Ruslar hızlı bir manevra savaşı sürdürürken, Rumeli ordusunun komutanı yaşlı Abdülkerim Nadir adeta bir bekle gör tutumu içindeydi. Onun azli üzerine yerine gelen (17/07/1877) Mehmed Ali Paşa da duruma egemen olamadığı gibi, Abdülhamit'in hastalıklı ruhunun yani kuruntularının bir ürünü olarak, İstanbul'da kurduğu Meclis-i Askerinin kumanda işlerine karışması işleri büsbütün çorbaya çevirdi,28 Eylül'de komuta Süleyman Paşa'ya verildi. Rus başarıları üzerine o kuvvetlerini dağıtmayıp Edirne ve Çatalca'ya toplamak fikrini savunmuşsa da, güya onu kıskanan Hassa Müşiri Çerkez Rauf Paşa, Abdülaziz'i tahttan indiren Süleyman Paşa'nın Edirne'ye gelmesinin tehlikeli olacağını söyleyerek padişahın "vehmini tahrik" ettiğinden müsade edilmemiş. Gerçekten de Edirne düştüğünde (20/01/1878) orayı savunan asker miktarı ancak 8.000 idi. Böylece Ruslar Yeşilköy'e kadar gelip I. Cihan Savaşı sırasında havaya uçurulacak olan Büyük Zafer anıtını inşa ettiler..."
- ^ a b c d e f Oğuz, Ahmet (Nisan 2014), Birinci Meşrutiyet Meclisinin Kapatılması Sonuçları Üzerine (s.41-67) (PDF), Nevşehir Barosu Dergisi,Yıl:1, Sayı:1, ss. 48,50,56,62,63
- ^ TDV İslâm Ansiklopedisi, 1988, İstanbul, 1.cild, s.216-224
- ^ a b c Özbilgen, Erol (2006), Osmanlıların Balkanlardan Çekilişi: Süleyman Hüsnü Paşa ve Dönemi, İz Yayıncılık, ss. 149,204,243, ISBN 9753556098
- ^ a b c Beydilli, Kemal (2010), Süleyman Hüsnü Paşa, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi Cilt:38, 15 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 15 Kasım 2022
- ^ "Hasan Demir Kânûn-ı Esâsî'nin Yürürlükten Kaldırıldığı Tarihi Yanlış Aktarmış". 14 Şubat 2018. 3 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 30 Ekim 2022.
- ^ Akşin, Sina (1984), I. Meşrutiyet Üzerine Bazı Düşünceler (s.25-40), TTK Yayınları Uluslararası Midhat Paşa semineri : bildiriler ve tartışmalar, Edirne, 8-10 Mayıs 1984, s. 32
- ^ a b c d e f Armağan, Mustafa. "Abdülhamid hakkında yanlış bildiğimiz 10 şey". .mustafaarmagan.com.tr. 20 Aralık 2009 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 29 Nisan 2010.
- ^ Müftüoğlu, Her Yönüyle Sultan İkinci Abdülhamid,s.74-78
- ^ a b "DOKSANÜÇ HARBİ - TDV İslâm Ansiklopedisi". TDV İslam Ansiklopedisi. 5 Ağustos 2019 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 1 Eylül 2021.
- ^ Akşin,Büyük Türkiye Tarihi 3. Cilt (1600-1908),s.163
- ^ Osmanlı Devleti (1877), Atrocités russes en Asie et en Roumélie pendant les mois Juin, Juillet et Aout 1877, İstanbul: A.H.Boyacıyan Yayınları, 30 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 30 Kasım 2022 Osmanlı Devletince hazırlanan iş bu Fransızca kitap batı ajanslarına dağıtılmıştır.
- ^ Kerman, Zeynep (1987), Haziran-Temmuz ve Ağustos 1877, Rusların Asya’da ve Rumeli’de Yaptıkları Mezâlim, İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
- ^ Blumi, Isa (2003). "Contesting the edges of the Ottoman Empire: Rethinking ethnic and sectarian boundaries in the Malësore, 1878–1912". International Journal of Middle East Studies. 35 (2): 237-256. doi:10.1017/s0020743803000102. JSTOR 3879619.
- ^ Blumi, Isa (2011). Reinstating the Ottomans, Alternative Balkan Modernities: 1800–1912. New York: Palgrave MacMillan. ISBN 9780230119086. 28 Kasım 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 28 Kasım 2021.
- ^ Blumi, Isa (2012). Foundations of Modernity: Human Agency and the Imperial State. 18. New York: Routledge. ISBN 9780415884648. 28 Kasım 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 28 Kasım 2021.
- ^ "ÇIRAĞAN VAK'ASI". 14 Nisan 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 6 Haziran 2021.
- ^ "Erhan Afyoncu-II. Abdülhamid'in hayatını Çırağan baskını değiştirdi". 18 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 18 Ekim 2022.
- ^ a b Gör, Emre (2019), "II. Abdülhamit Dönemi’nden Bir İstihbaratçı Profili: Serhafiye Fehim Paşa (1873-1908)", Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt:3 Sayı:1, ss. 71-84
- ^ "II. Abdülhamid'in Hatıratı, ilgili sayfa". 8 Temmuz 2015 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 7 Temmuz 2015.
- ^ Çağlak, Aykut (2021), TÜRK İSTİHBARATININ MODERN İSTİHBARATA GEÇİŞ SÜRECİNDEKİ UYGULAMALARININ TÜRKİYE’DE DEMOKRASİNİN GELİŞİMİNE KATKILARI (s.259-282), Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi Sayı: 68 Bahar, ss. 263-265, 29 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 29 Kasım 2022
- ^ a b c d e Ortaylı, İlber (25 Eylül 2016), 2. Abdülhamid'i Gerçekten Tanıyor muyuz?, Hürriyet Gazetesi internet sitesi, 29 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 29 Kasım 2022
- ^ "Darbeler ve sıkıyönetimler gizli servisi de vurdu". 10 Ağustos 2007. 22 Kasım 2008 tarihinde kaynağından arşivlendi.
- ^ a b İlter, Erdal; Millî İstihbarat Teşkilâtı Tarihçesi, Millî İstihbarat Teşkilâtı Müsteşarlığı, (2002)Ankara,s.7-8
- ^ "II. Abdülhamid'in Hafiye Teşkilatı Hakkında Bir Risale" (PDF). 2 Haziran 2018 tarihinde kaynağından arşivlendi (PDF). Erişim tarihi: 19 Ağustos 2016.
- ^ Tektaş, Nazım (2006). "II. Abdülhamit". Saraydan Sürgüne Osmanlı Tarihi. Çatı Yayıncılık. ss. 588-626.
- ^ MÜCAHEDE-I MİLLİYE. Mizancı Mehmet Murat (Osmanlı Türkçesi). Mahmut Bey Matbaası. 1908. s. 234.
- ^ Ahmet Celalettin Paşa kimdir? Ahmet Celalettin Paşa hain mi?, Habertürk, 13 Kasım 2020, 12 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 12 Kasım 2022
- ^ Ahmed Celaleddin Paşa (Serhafiye), Biyografya.com, 13 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 12 Kasım 2022
- ^ Ahmed Celaleddin Paşa, Milliyet Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi 1. Cilt, 1974
- ^ a b Gör, Emre (Haziran 2021), Sultan II. Abdülhamid’in İstihbarat Şeflerinden Ahmed Celaleddin Paşa: “Gözdelikten Firara” Hayatı ve Faaliyetleri, Journal of Universal History Studies (JUHIS) Cilt: 4 Sayı:1, ss. 30-53, ISSN 2667-4432, 12 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 12 Kasım 2022
- ^ Ekinci, Ekrem Buğra (26 Şubat 2014), Sultan Hamid'in Memleketi Saran İstihbarat Ağı, 12 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 12 Kasım 2022
- ^ "Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi; Yüzyedinci İnikad 24 Haziran 1325 Çarşamba" (PDF). tbmm.gov.tr. 7 Temmuz 1909. 30 Mayıs 2012 tarihinde kaynağından (PDF) arşivlendi. Erişim tarihi: 11 Nisan 2020.
- ^ a b Öztuna, Yılmaz (1987), Bir Darbenin Anatomisi, Ötüken Yayınları, s. 339
- ^ a b Göl, Hacer (Aralık 2021), Mehmet Nuri Paşa ve Yıldız Mahkemesi Savunması (s.390-418), Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Sayı:67, ss. 393,394, 30 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 30 Ekim 2022
- ^ Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Yıldız Esas Evrakı, 22/85
- ^ Akşin, Büyük Türkiye Tarihi (1600-1908) 3.Cilt s.165,166
- ^ a b Osman Selim Kocahanoğlu, (Ed.) (1997), Mithad Paşa'nın Hatıraları Yıldız Mahkemesi ve Taif Zindanı (2.Cilt), Temel Yayınları, ss. 12-13, 31 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 31 Ekim 2022
- ^ Akşin,Büyük Türkiye Tarihi (1600-1908) 3.Cilt s.168
- ^ Güç, Anıl (23 Aralık 2018), < I. Abdülhamid'in Yıldız'da Kurdurduğu Mahkeme Bir Kumpas Davası Olabilir mi?
- ^ a b Uzunçarşılı, İsmail Hakkı (1950), Midhad Paşa ve Taif Mauhkumları, Ankara, ss. 1-4,128,135,160-161
- ^ Anıl, Yaşar Şahin (1995), Osmanlı Döneminde İki Dava Şeyh Bedreddin ve Midhat Paşa Davaları, Yapı Kredi Yayınları, ss. 200-201
- ^ Hrisantos, Midhat Paşa ve Rüfekâsının Muhâkemesi Hakkında Esbâb-ı Mûcibeyi Hâvi İʻâde-i Muhâkeme Lâyihası, Hilal Matbaası, Dersaadet, 1326 (1910/1911), s.16-55
- ^ Korkmaz, Adem (2016), MİDHAT PAŞA’NIN HAYATI, İDARİ VE SİYASİ FAALİYETLERİ (Doktora Tezi) (PDF), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, ss. 505,506, 29 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi (PDF), erişim tarihi: 29 Kasım 2022
- ^ Armağan, Mustafa (30 Eylül 2012), Abdülhamid'in Balyoz'u, Mustafaarmagan.com yazarın kendi internet sitesi-Kanal 7 internet sitesi ve kapatılan Zaman Gazetesinde de aynen yayınlanmıştır., 29 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 29 Kasım 2022
- ^ Göl,s.410
- ^ Korkmaz, Ferhat (2012), Yıldız Mahkemesi Karşısında Ahmet Hamdi Tanpınar (22), Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 30 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 30 Ekim 2022
- ^ Uğur Özcan, II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı Karadağ Siyasi İlişkileri, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2012
- ^ a b Merrill, Christopher (2001). Only the nails remain: Scenes from the Balkan Wars. Rowman & Littlefield: Lanham. s. 229. ISBN 9781461640417.
- ^ a b Gawrych, George (2006). The Crescent and the Eagle: Ottoman Rule, Islam and the Albanians, 1874–1913 (İngilizce). I.B.Tauris. ISBN 9781845112875. 20 Kasım 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 30 Aralık 2021.
- ^ a b c Frashëri, Kristo (2002). Prifti, Kristaq (Ed.). Historia e Popullit Shqiptar s.169 (Arnavutça). 2. Toena. ISBN 9992716231.
- ^ Frashëri,Kristo Lidhja Shqiptare e Prizrenit 1878-1881 Akademia e Shkencave e Shqipërisë. Tiranë, 2012.(Çeviren Ali BERKTAY) Baskı İstanbul, Hazıran 2013
- ^ Savez društava istoričara Jugoslavije (1983). Nastava povijesti. Savez društava istoričara Jugoslavije. s. 187.
- ^ BARTL, Peter; Milli Bağımsızlık Hareketleri Esnasında Arnavutluk Müslümanları (1878-1912); (Çeviren Ali TANER) Bedir 1998, s.204-205
- ^ a b Ertem, Ramiz, TSK Tarihi Balkan Harbi Garp Ordusu Karadağ Cephesi, Cilt III, Ankara, 1984,s.5-6
- ^ Istorijski glasnik: organ Društva istoričara SR Srbije. Društvo. 1989. s. 12.
- ^ Vickers, Miranda (28 Ocak 2011). The Albanians: A Modern History. I.B.Tauris. ISBN 9780857710253.
- ^ Hadri, Ali (1976). Kosova. Enti i Historisë së Kosovës. s. 141.
Uvodnicar zakljucuje da je ovo, u stvari, Portina igra u ime Arbanaske lige. „Danasnja predaja Ulcinja dokazuje da sav tzv. otpor arbanaski i ta strasna Arbanaska liga sa kojom je Turska operisala i oio svijet zavaravala — nije upravo nista ....„kao tragičan pad arbanaških lavova mada je ustanak i predaja samo jedna smiješna komedija.
- ^ Gawrych, George (2006). The Crescent and the Eagle: Ottoman rule, Islam and the Albanians, 1874–1913. Londra: IB Tauris. ss. 80-81. ISBN 9781845112875.
- ^ a b c d e Uçarol, Rifat, Siyasi Tarih, Der Yayınları, 3. Basım, s. 347-351
- ^ Yüksel, Dilek Yiğit, Kıbrıs Türk Millî Mücadelesi, ÇTTAD, VIII/18-19, (2009/Bahar-Güz), s. 162
- ^ Bardakçı, Murat, "Enver", Türkiye İş Banası Kültür Yayınları, s. 63
- ^ Perthes, J. (1909) ”Almanach de Gotha 1909” s.99-100
- ^ Reid, James J. (2000), Crisis of the Ottoman Empire: Prelude to Collapse 1839-1878, Franz Steiner Verlag, ss. 309,310, ISBN 978-3-515-07687-6, 24 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 17 Kasım 2022
- ^ a b c d e f g h Yoğurtçu, Esra (2021), Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından İşgalinin Osmanlı Basınına Yansıması (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi) (PDF), Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, ss. 25,32,33-37, 17 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi (PDF), erişim tarihi: 17 Kasım 2022
- ^ Beydilli, Kemal (1991), “Avusturya”, 4, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları Diyanet İslam Ansiklopedisi, s. 175, 17 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 17 Kasım 2022
- ^ Kocabaş, Süleyman (1986), Avrupa Türkiyesi’nin Kaybı ve Balkanlarda Panslavizm, İstanbul: Vatan Yayınları, s. 74
- ^ a b c Çakmak, Zafer (2003), Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna-Hersek’i İşgali ve Sonrasında Osmanlı Devleti İle Yaptığı Antlaşma (s.16-20), Doğu Bölgesi Araştırmaları Cilt:1 Sayı:4, ss. 17,18, 17 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 17 Kasım 2022
- ^ Çabuk, Fehminaz (2019), II.Abdülhamit Döneminde Osmanlı-İran İlişkilerinde Kürt Aşiretleri Meselesi (PDF), İksad Yayınevi, s. 59, 4 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi (PDF), erişim tarihi: 15 Kasım 2022
- ^ Yiğit,Duygu,93 Harbi Osmanlı-İran İlişkileri ve Kotur Meselesi (Yüksek Lisans Tezi),Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, ,2019,s.105
- ^ Akşin,Büyük Türkiye Tarihi (1600-1908) 3.Cilt, s.169
- ^ a b c d e Uçarol, Rifat, Siyasi Tarih, Der Yayınları, 3. Basım, s. 379-381
- ^ a b c d e f g h i j Özdemir, Mehmet (2003), Bir Zırvata Olayı Tunus'un İşgali (s.119-138), Türk Tarih Kurumu Belleten Dergisi Cilt:67 Sayı:248, ss. 123,127,128,130,131,135,136, 1 Aralık 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 1 Aralık 2022
- ^ a b Kartaç, Kemal (1954), Tunus Faciası Nasıl Başladı, Nasıl Devam Ediyor?, İstanbul, ss. 16,19
- ^ a b TDV İslam Ansiklopedisi, cilt: 41, s. 391
- ^ Akşin,Büyük Türkiye Tarihi (1600-1908) 3.Cilt, s.166
- ^ a b c Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, cilt: 29, s. 570
- ^ Devrim, Melis (23 Ağustos 2018), Mısır'ın Gerçek Hakimi Kimdi?, Gazete Duvar, 24 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 24 Kasım 2022
- ^ Mansfield, Peter, Ortadoğu Tarihi, Say Yayınları, s. 152
- ^ a b "Reports of International Arbitral Awards — Codification Division Publications". legal.un.org (İngilizce). 14 Ağustos 2016 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 14 Ekim 2017.
- ^ Friedman, Thomas L.; Times, Special to the New York (23 Eylül 1986). "THE TALK OF TABA; A DISPUTED SLICE OF SINAI IS TAKING IT ALL IN STRIDE". The New York Times (İngilizce). ISSN 0362-4331. 15 Ekim 2017 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 14 Ekim 2017.
- ^ Akabe Meselesi, 2, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 1989, ss. 211,212, 3 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 2 Kasım 2022
- ^ a b Çetinsaya, Gökhan (2016), II. Abdülhamid’in İç Politikası: Bir Dönemlendirme Denemesi (42), Osmanlı Araştırmaları, ss. 393-395
- ^ a b c d AKALIN,Durmuş; Somali’de Berbera Limanı ve Osmanlı Devleti’nin Bölge Üzerindeki İddiaları (1839-1894), Tarih İncelemeleri Dergisi XXIX / 1, 2014, (1-35), s.12-24
- ^ a b c d S.Korkmaz (15 Mayıs 2022), "Pomak Timraş Cumhuriyetini kuranlara selam olsun.", POMAKNEWS AGENCY, 13 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 13 Ekim 2022
- ^ a b AYDIN, Mahir; Tophane Konferans'ında Doğu Rumeli'ye Veda,Tarih Dergisi, Sayı 53 (2011 / 1), İstanbul 2012, s. 115-174
- ^ a b c d e Gürsoy, Bedri (1984), 100.Yılında Düyunu Umumiye İdaresi Üzerine Bir Değerlendirme, İstanbul: İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Ord. Prof. Şükrü Baban'a Armağan, s. 17, 25 Mart 2020 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 11 Kasım 2022
- ^ a b c d e f g h i j Biltekin, Özdemir (Şubat 2010), Osmanlı Devleti Dış Borçları (PDF), Türkiye Cumhuriyeti Hazine ve Maliye Bakanlığı, ss. 71-75,78,81-84,129, 11 Ocak 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi (PDF), erişim tarihi: 19 Kasım 2022
- ^ a b c d Kartopu, Saffet (2012), Düyunu Umumiye İdaresiyle İlgili Görüşler (s.32-40), Küresel İktisat ve İşletme Çalışmaları Dergisi Cilt: 1 Sayı: 2, 11 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 11 Kasım 2022
- ^ Eğilmez, Mahfi (17 Ekim 2012). "Düyun-u Umumiye". 19 Ekim 2012 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 12 Kasım 2022.
- ^ Sander, Oral, Anka'nın Yükselişi ve Düşüşü, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, s. 175
- ^ Çavdar, Tevfik, Küresel Kapitalizmin Girdabında Türkiye, Bilgi Yayınları, s. 20
- ^ a b c Ortaylı, İlber, İkinci Abdülhamit Döneminde Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, s. 21,22,23 https://psi301.cankaya.edu.tr/uploads/files/II%20Abdulhamit%20donemi%20Alman%20Nufuzu.pdf 14 Şubat 2019 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
- ^ Ünlüönen, Kurban, Cumhuriyet Dönemi Devlet Borçları, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, s. 316
- ^ a b c d e Adiloğlu, Burcu; Yücel, Göksel (Temmuz 2021), Duyun-u Ummumiye Osmanlı Devlet Borçları (s.67-78), Muhasebe ve Finans Tarihi Araştırmaları Dergisi Sayı:21, ss. 73-77, 11 Ağustos 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 19 Kasım 2022
- ^ Çavdar, Tevfik, Türkiye'de Liberalizmin Doğuşu, Uygarlık Yayınları, s. 40
- ^ a b c Abdülhamid Han, Osmanlı’nın Borcunun %90’ını Ödedi mi?, Doğruluk Payı.com internet sitesi, 25 Şubat 2021, 19 Ağustos 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 19 Kasım 2022
- ^ Karaçor, Zeynep; Hazel Kaya, Perihan; Aydın, Melikşah (2019), Osmanlı İmparatorluğu’nda Özelleştirme Faaliyetlerine Örnek Olarak Reji Tütün İdaresi (s.18-28), Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Cilt:1 Sayı:3, ss. 25,26,27, 12 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 12 Kasım 2022
- ^ a b Demir, Kenan (Haziran 2019), II. Meşrutiyet Dönemi Osmanlı Basınında Tütün Tarımı ve Reji Şirketi (s.419-445), Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Cilt: 22 - Sayı: 41, ss. 423,424,435,440, doi:10.31795/baunsobed.580791, 5 Nisan 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 15 Kasım 2022
- ^ "Modern Türkiye Tarihi Kronolojisi, Boğaziçi University, Atatürk Institute for Modern History". 30 Kasım 2007 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 23 Aralık 2007.
- ^ Gökmen, Ertan (2007), "II. Abdülhamit Dönemi Osmanlı Maden İmtiyazları (1878-1899)"(s.969-996), Türk Dil ve Tarih Kurumu Belleten Dergisi Cilt:71 Sayı:262, ss. 980-996, 19 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 19 Kasım 2022
- ^ Hazine'den 8 projeye 16.5 milyar dolar garanti, Habertürk Gazetesi, 7 Temmuz 2022, 19 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 19 Kasım 2022
- ^ Hazine Garantili Projelerin Yükü Ağır: 'Doğmamış Çocuklara 153 Milyar Dolar Borç', Onedio internet sitesi, 1 Şubat 2022, 19 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 19 Kasım 2022
- ^ Bige, Sükan (2014), İmparatorluktan Cumhuriyete Yabancı Sermaye Anlayışı (s.195-222), Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi Sayı:54, s. 201
- ^ a b Forni, Nadia (2003), "Land Tenure and Labour Relations", Fiorillo, Ciro; Vercueil, Jacques (Ed.), Syrian Agriculture at the Crossroads, FAO Agricultural Policy and Economic Development Series, No. 8, Rome: FAO, ss. 309-334 (312), ISBN 92-5-104990-4
- ^ Provence, Michael, "An Investigation into the Local Origins of the Great Revolt", Méouchy, Nadine (Ed.), France, Syrie, et Liban 1918--1946, ss. 377-393.
- ^ a b c d Yaccob, Abdul (2012). "Yemeni opposition to Ottoman rule: an overview". Proceedings of the Seminar for Arabian Studies. 42: 411-419. JSTOR 41623653.
- ^ a b c d e f g "Yemen'de Osmanlı İdaresi ve İmam Yahya İsyanı". 11 Mart 2017. 4 Haziran 2016 tarihinde kaynağından arşivlendi.
- ^ a b c Duysak, Cabir (2005), Osmanlı belgelerine göre Asir bölgesinde Seyyid İdrisi isyanı ve sonuçları (1908-1918), Marmara Üniversitesi / Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü / Türk Tarihi Ana Bilim Dalı / Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), s. 28-30, 22 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi
- ^ a b c "Yemen"deki isyanı nasıl bitirmiştik?(Abdullah Muradoğlu)". 5 Mayıs 2013. 22 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi.
- ^ Duysak, s.36-98
- ^ Arslan, Mekiye Mihriban (1992), Ertuğrul Faciası (PDF), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yakınçağ Tarihi Anabilim Dalı Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, s. 17, 31 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi (PDF), erişim tarihi: 31 Ekim 2022
- ^ a b c Ertuğrul Fırkateyni faciası duygusal ehemmiyeti yüksek tarihi bir olay, Anadolu Ajansı, 16 Eylül 2018, 31 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 31 Ekim 2022
- ^ Arslan,s.25-29
- ^ a b Oscanyan, C. (1857). The Sultan and His People. New-York: GEO. RUSSELL & CO., PRINTERS. s. 353-354. 27 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 27 Ekim 2022.
- ^ İnce, Fatma (2016), Selçuklu-Ermeni İlişkilerinde Millet-i Sadıka’nın İzleri, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi, Cilt:5 Sayı:1, s. 488-514, 28 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 28 Ekim 2022
- ^ Çarkçıyan, Yervant Gomidas; Türk Devleti Hizmetinde Ermeniler, İstanbul,(2006), Kesit Yayınları, s.21-25
- ^ Küçük, Abdurrahman; Ermeni Kilisesi ve Türkler, Ankara,(2009), Berikan Yayınevi, s.152
- ^ Güllü, Ramazan Erhan (2022). "İstanbul Ermeni Patrikhanesi'nin Kuruluşu ve Statüsü". Marmara Üniversitesi. 9 Eylül 2017 tarihinde kaynağından arşivlendi.
- ^ Özşavlı, Halil (2012), Ermeni Milliyetçilik Hareketlerinin Doğuşu Taşnak- İttihat ve Terakki İttifakı, Ermeni Araştırmaları Sayı 41 (s.141-190), s. 142-144, 24 Nisan 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 28 Ekim 2022
- ^ Özşavlı, Ermeni Milliyetçilik Hareketlerinin Doğuşu Taşnak- İttihat ve Terakki İttifakı,s.144
- ^ Özşavlı, Ermeni Milliyetçilik Hareketlerinin Doğuşu Taşnak- İttihat ve Terakki İttifakı,s.148
- ^ Özşavlı, Ermeni Milliyetçilik Hareketlerinin Doğuşu Taşnak- İttihat ve Terakki İttifakı,s.147-148
- ^ a b Yıldız, Selim (24 Temmuz 2015). "Ermeniler Üzerinde Katolik Misyon ve Ermeni Başrahip Mekhitar (Mıhitar)". 16 Ekim 2015 tarihinde kaynağından arşivlendi.
- ^ Mekerditch-B. Dadian, "La société arménienne contemporaine", Revue des deux Mondes, June 1867, pp. 903-928, read online 14 Temmuz 2018 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
- ^ Özşavlı, Ermeni Milliyetçilik Hareketlerinin Doğuşu Taşnak- İttihat ve Terakki İttifakı,s.150
- ^ II. Abdülhamid'in "Kızıl Sultan" olarak tanımlandığı Le Rire dergisinin kapağı 24 Eylül 2015 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi., The Red Sultan, “Le Rire”, Sayı:134, Paris, 29 Mayıs 1897.
- ^ Hut, Davut (2022). "1877-1878 Osmanlı-Rus (Doksanüç) Harbinde Ermeniler". 18 Aralık 2015 tarihinde kaynağından arşivlendi.
- ^ Çelik, Yüksel (2022). "Ayestefanos ve Berlin Antlaşmalarıyla Ermeni Meselesi'nin Uluslararası Bir Sorun Haline Gelmesi". 7 Mart 2016 tarihinde kaynağından arşivlendi.
- ^ Doğan, Orhan (2008), Ermeni Komiteleri Hınçak ve Taşnaksütun (20), Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı:20 (s.307-328), s. 310,311,314, 6 Nisan 2017 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 29 Ekim 2022
- ^ a b Cırık, Bülent (2021), Sultan II. Abdülhamid’e Ermeni Komiteleri ve Faaliyetleriyle İlgili Sunulan Bir Fezleke (1895), Akademik Bakış 19 Cilt 15 Sayı 29 (s:19-38), s. 19
- ^ Eyicil, Ahmet, “1878 Zeytun İsyanı” (10), Ankara: Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi (OTAM), ss. 27-58
- ^ "Zeytun İsyanları". Sakarya Üniversitesi Türk-Ermeni İlişkileri Araştırma Merkezi. 14 Şubat 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 30 Ekim 2022.
- ^ Bağçeci, Yahya, 1895 Zeytun Ermeni İsyanı, Journal of Turkish Studies Cilt:3 Sayı:2 DOI:10.7827/TurkishStudies, ss. 123-149, 29 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 29 Ekim 2022
- ^ ""Gülizar'ın hepimize öğrettiği"". 15 Kasım 2016 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 15 Kasım 2016.
- ^ ""Khars Köyü'nün Gülizarı"". 15 Kasım 2016 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 15 Kasım 2016.
- ^ Kévonian, Arménouhie. "Gülizar'ın Kara Düğünü" (PDF). Aras Yayıncılık (Okuma Parçası). Aras Yayıncılık. ss. 11-148. 25 Ekim 2020 tarihinde kaynağından (PDF) arşivlendi. Erişim tarihi: 25 Ekim 2020.
- ^ ""Gülizar'ın Kara Düğünü"". 16 Kasım 2016 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 15 Kasım 2016.
- ^ Yüksel, Mevlüt (2012), Erzurum, Bitlis ve Mamûretülaziz Vilâyetlerindeki Ermeni İsyanları (1890-1905), Ermeni Araştırmaları Dergisi Sayı:43 s.165-193), ss. 168-174, 25 Mart 2020 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 29 Ekim 2022
- ^ "Fighting In Constantinople.; The Armenian Patriarch Mobbed – Soldiers And Rioters Killed" (PDF). New York Times. 29 Temmuz 1890. 30 Mayıs 2020 tarihinde kaynağından arşivlendi (PDF). Erişim tarihi: 30 Ekim 2022.
- ^ Tetik,Ahmet-Gürler Melike-Aksu,Çiğdem; Ermeni Komitelerinin Amaçları ve Eylemleri (Meşrutiyet’in İlanından Önce ve Sonrası), Ankara 2008, s. 11
- ^ Karacakaya, Recep;Ermenilere Yönelik Ermeni Terörü, İdeal Kültür Yayıncılık, İstanbul 2017, s. 35
- ^ Şıvgın, Hale; Çeken, Mehmet Batuhan (2021), Ermeni Sorununda İki Ayrı Portre: Patrik Horen Aşıkyan ve Patrik Mateos İzmirliyan (s.1-18), 15 (29), Gazi Akademik Bakış, ss. 6,7,8, 3 Ağustos 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 30 Ekim 2022
- ^ Güllü, Ramazan Erhan (2022), İstanbul’daki İlk Ermeni Terör Faaliyeti: 1890 Kumkapı Olayı, Marmara Üniversitesi, 30 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 30 Ekim 2022
- ^ a b c Ergin, Vahit (2022), ABD Elçisi Terel’e Göre Ermeni Olayları ve II. Abdülhamid, 25 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 22 Ekim 2022
- ^ a b Terell,Alexander William “An Interview with Sultan Abdul Hamid”, The Century Magazine, 1 November 1897
- ^ Şıvgın-Çeken, s.15
- ^ Kuzucu, Kemalettin (2015), 1897 Babaali Olayı (s.588-616), 19.-20.Yüzyıllarda Türk-Ermeni İlişkileri Kaynaşma Kırgınlık ve Yeni Arayışlar, s. 591, 30 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 30 Ekim 2022
- ^ a b Şıvgın-Çeken, s.11
- ^ a b "Abdullah A Cehan, Osmanlı Devleti'nin Sürgün Politikası ve Sürgün Yerleri, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 1 , Sayı 5, 2008" (PDF). 19 Ocak 2012 tarihinde kaynağından arşivlendi (PDF). Erişim tarihi: 2 Ağustos 2011.
- ^ Çelik, Yüksel (2022), Dış Müdahale, İsyanlar ve Komitacılık Ekseninde Ermeni Meselesi ya da Anadolu Islahatı, Marmara Üniversitesi, 30 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 30 Ekim 2022
- ^ Kuzucu, 1897 Babaali Olayı, s.593
- ^ Kurdoghlian, Mihran (1996). Hayots Badmoutioun (Armenian History) (Ermenice). Hradaragutiun Azkayin Oosoomnagan Khorhoortee, Athens Greece. ss. 42-48.
- ^ "Osmanlı Belgelerinde Ermenilerin Sevk ve İskânı (1878-1920) 24 Nisan 2021 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.", s.72-76
- ^ Çakaloğlu, Cengiz (1999), Mehmed Zeki Paşa (1835-1929), Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı Yayınlanmamış Doktora Tezi, ss. 41,42, 29 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 29 Ekim 2022
- ^ Adalian, Rouben Paul (2010). Historical Dictionary of Armenia, 2nd ed. Lanham, Maryland: Scarecrow Press. s. 154.
- ^ a b Çetinsaya, II. Abdülhamid’in İç Politikası: Bir Dönemlendirme Denemesi, s.397
- ^ a b Bozan, Oktay (2017), 20.Yüzyılın başında Eşraf-Aşiret Çatışması: Millet Aşireti ve Diyarbakır Eşrafı Örneği, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi (cilt:33 sayı:2), ss. 1-46, 25 Mart 2020 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 9 Kasım 2022
- ^ a b Özsavlı, Ermeni Milliyetçilik Hareketlerinin Doğuşu Taşnak-İttihat ve Terakki İttifakı, s. 181
- ^ II. Abdülhamid'in çarşaf giyilmemesi hususunda verdiği emir https://tr.wikisource.org/wiki/II._Abd%C3%BClhamit%27in_%C3%A7ar%C5%9Faf_giyilmemesi_hususunda_verdi%C4%9Fi_emir 30 Eylül 2022 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
- ^ Kurnaz, Şefika, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları, s. 33
- ^ Georgeon, François, Sultan Abdülhamid, Homer Yayınları, s. 382
- ^ "ÇARŞAF". TDV İslâm Ansiklopedisi. 30 Eylül 2020 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 21 Ekim 2022.
- ^ "Abdulhamit 'Çarşaflı Terörist'te haklı çıktı". Habertürk. 28 Şubat 2016. 29 Şubat 2016 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 21 Ekim 2022.
- ^ a b c d e f g Artuner, Burak (1 Ağustos 2011). "Girit için savaştığımız Yunanlıları bozguna uğrattık ama; Ada'yı üç ay içinde masa başında elimizden aldılar". Sabah. 4 Eylül 2012 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 21 Ekim 2022.
- ^ a b c d "Girit Adasının Osmanlı Elinden Çıkışı: Pınar Şenışık'ın Kitabı Üzerine". Osmanlı Araştırmaları. 41 (41): 403-409. 1 Haziran 2013. ISSN 0255-0636. 22 Ekim 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 22 Ekim 2022.
- ^ Çetinsaya, II. Abdülhamid’in İç Politikası: Bir Dönemlendirme Denemesi,s.396
- ^ ŞENEL, Şennur; 19. Yüzyılda İngiltere’nin Basra Bölgesindeki Faaliyetleri, Gazi Akademik Bakış Cilt 9 Sayı 18 Yaz 2016 s.201
- ^ Zorgbibe, Charles, Körfez'in Tarihi ve Jeopolitiği, İletişim Yayınları, s. 32
- ^ Lutskiy, Borisoviç, Arap Ülkelerinin Yakın Tarihi, Yordam Yayınları, s. 326
- ^ Engin, Vahdettin, Pazarlık, Yeditepe Yayınları, s. 28-29
- ^ a b c Ortaylı, İlber, İkinci Abdülhamit Döneminde Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, s. 99-100
- ^ Hilton, Tommy (13 Ocak 2022), The Capture of Riyadh 1902: How a daring raid shaped Arabia, The Gulf Gazetesi, 6 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 6 Kasım 2022
- ^ Wallace Stegner (2007). "Discovery! The Search for Arabian Oil" (PDF). Selwa Press. 20 Ekim 2013 tarihinde kaynağından (PDF) arşivlendi. Erişim tarihi: 29 Nisan 2012.
- ^ William Ochsenwald (2004). The Middle East: A History. Boston, MA: McGraw Hill. s. 697. ISBN 978-0-07-244233-5.
- ^ Lacey, Robert (1982). The Kingdom. Londra: Fontana Paperbacks. ss. 69-70. ISBN 0-00-636509-4.
- ^ a b Kurşun, Zekeriya, Osmanlı’ya Karşı Arap-İngiliz Tezgahı, Tarih ve Medeniyet Sayı:30, s. 50
- ^ Erdoğan, Tuğba (2006), Modern Suudi Arabistan Devletinin Doğuşu (1914-1932) (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi) (PDF), Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 35, 6 Kasım 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi (PDF), erişim tarihi: 6 Kasım 2022
- ^ a b c d e Öztürk, Taha (Mart 2017), Şerif Hüseyin’in Mekke Emirliği’ne Atanma Sürecinde Ailesiyle İstanbul’da Geçirdiği Yıllar, 2 (1), VAKANÜVİS- Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, ss. 155-163, ISSN 2149-9535, 27 Kasım 2020 tarihinde kaynağından arşivlendi, erişim tarihi: 6 Kasım 2022
- ^ a b Karpat, Kemal H. (2001). The Politicization of Islam: Reconstructing Identity, State, Faith, and Community in the Late Ottoman State. Oxford University Press. s. 235. ISBN 978-0-19-513618-0. 28 Mart 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 28 Mart 2021.
- ^ Yegar, Moshe (2002). Between Integration and Secession: The Muslim Communities of the Southern Philippines, Southern Thailand, and Western Burma/Myanmar. Lexington Books. s. 397. ISBN 978-0-7391-0356-2. 15 Nisan 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 28 Mart 2021.
- ^ a b Political Science Quarterly. Academy of Political Science. 1904. ss. 22-.
Straus Sulu Ottoman.
- ^ J. Robert Moskin (19 Kasım 2013). American Statecraft: The Story of the U.S. Foreign Service. St. Martin's Press. ss. 204-. ISBN 978-1-250-03745-9.
- ^ George Hubbard Blakeslee; Granville Stanley Hall; Harry Elmer Barnes (1915). The Journal of International Relations. Clark University. ss. 358-.
- ^ The Journal of Race Development. Clark University. 1915. ss. 358-.
- ^ Idris Bal (2004). Turkish Foreign Policy in Post Cold War Era. Universal-Publishers. ss. 405-. ISBN 978-1-58112-423-1.
- ^ Idris Bal (2004). Turkish Foreign Policy in Post Cold War Era. Universal-Publishers. ss. 406-. ISBN 978-1-58112-423-1.
- ^ Akyol, Mustafa (26 Aralık 2006). "Mustafa Akyol: Remembering Abdul Hamid II, a pro-American caliph". Weekly Standard. History News Network. 27 Eylül 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 1 Ekim 2022.
- ^ ERASMUS (26 Temmuz 2016). "Why European Islam's current problems might reflect a 100-year-old mistake". The Economist. 4 Eylül 2017 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 1 Ekim 2022.