Kullanıcı:Erman Kuzu/Wahnsinn

“Delilik tek tek insanlarda pek seyrektir. Ama gruplarda, partilerde, halk arasında ve çağlarda kural olarak bulunur.” Friedrich Wilhelm Nietzsche

Hastalığın, hastalık gerçekliğine ve değerine sahip olabilmesi ancak, onu bu şekilde tanımlayan bir kültür içerisinde mümkün olur.[1]

Böylelikle deliliğin tarih-üstü, özsel bir formu olmadığına işaret etmektedir.

İntihar olgusunu toplumbilimsel açıdan ele almakla Durkheim; "intihar gibi ancak bireyselliği içinde anlaşılabileceği düşünülen bir davranış bozukluğu olgusunun bile 'toplumsal etkenleri' bulunduğunu, bu nedenle toplumbilimsel yöntem ve yordamlarla ele alınması gerektiğini gösteriyordu. 'Toplumsal yaşamın başlıca alanlarını örgütleyen eşgüdülmüş, yönverici düşünceler ve davranış kuralları toplamı' demek olan toplumsal kurumların ve kurumlaşma süreçlerinin önemini anlatmak istiyordu.

  • Deliliğin işleyiş bozukluğu ile ilgili görünümlerinden olan psikopatoloji, yalnızca bireyin içerisine girdiği ruhsal süreç olarak değerlendirilmemelidir.
  • Bu nedenle, delice davranışların, medikal açıklamalara konu olmasının yanı sıra toplumsal bir inşa olduğu düşünülür. Bunun bir sonucu olarak deliliğin sosyal statü ile toplumsal kimlik olarak ele alınmasının önü açılır.3

akıl hastasının bireysel durumunu, kurumların özelliklerinin bireylerin benliklerine yerleşmeleri ile ilişkilendirerek kurumun kuşatıcı niteliklerini,

Deliliğin idaresi, modern total kurumlar olarak akıl hastanelerinin, bürokratik yapılanmalarının denetim altında tutma ve gözlemleme mantığıyla ilgilidir.

  • Kontrol mekanizması, otorite, denetim aygıtları yahut gözetleme araçları delilik anlatılarının olmazsa olmazları haline gelmiştir.
  • Delilik, bugün, akıl hastalığı, ruhsal boşluk, zihinsel bozukluklarla ilişkilendirilmekte ve mental işleyişin düzenlenmesine yönelik oluşturulmuş tanı sistemi aracılığıyla değerlendirilmektedir.
    • akıl hastalığı, "işleyiş bozukluğu" olarak tanımlanmaktadır. Bu tür tanımlamalar altında medikalize edilen delilik, tıbbî uzmanlarca - müdahale edilebilir- bir olgu haline gelmiştir.

"Psikotik özne, dinlenmesi gereken bir insandan çok, tedavi edilecek bir nesne haline gelmiş durumda" (Leader, 2016: 12). Gelinen bu durum, Kraepelin'in (1856-1926) 1880'li yıllarda davranış bozukluklarını tıbbî semptom olarak açıklayan yaklaşımından doğan ve psikiyatri tarihinde önemli bir devrimi beraberinde getiren kırılma ile ilgilidir. Bu kırılmanın kurumsal olmayan geçmişi

Kraepelin ise, Freud ve Bleuler'in psikodinamik yaklaşımına karşı koyarak psikiyatride psikofarmakolojik döneme giden yolda ilk adımı attı.

Nöropsikiyatrik bilgiyi ortaya koyarak psikanalizin karşısında konumlanan ve ilaçlı tedaviye yönelimi artıran bu karşı koyuşla birlikte deliliği açıklama tarzları, iki açıdan farklılaştı: Birincisi, deliliğin ve belirleyicilerinin ne olduğuna, nasıl tanımlanacağına yönelik felsefî soruşturmaların geride bırakılması oldu. İkincisi ise, delilerin "hasta" olarak tanımlanmalarıyla ilgiliydi. Böylece delilik, saf tıbbî bir vaka olarak ele alınmaya, teşhis edilmeye ve tanımlanmaya başlandı.

20. yüzyılın sonlarıyla beraber, hekimlerin Kraepelinci yaklaşımı daha güçlü biçimde benimsediği görülürken Freudyen psikanalitik yaklaşıma yönelik vurguların da azaldığı söylenemezdi. Hekimler arasında yaşanan bu ayrılık, psikiyatrik bozuklukların organik kökenlerine yönelik araştırmaları güçlendirdi ve psikanalizin tedavi yöntemi olmadığını ispatlamaya yönelik tıbbî tedavi yaklaşımları geliştirildi. Akıl hastalığını nörolojik bulgular üzerinden açıklayan ve inceleme nesnesi olarak -beyni esas alan- araştırmalarda artış gözlendi. Bu dönemde nöro-modülatör olarak adlandırılan kimyasal ilaçların da sahneye girmesiyle farmakoloji, akıl hastalıklarının tıbbîleştirilmesinde önemli bir rol oynadı.

Uzun süre boyunca dâhili bilimler alanında tasnif edilen psikiyatri disiplini, diğer tıbbî alanlarla mukayese edildiğinde kurumsal kimliğini daha geç bir dönemde kazanmıştır. Daha 19. yüzyıla kadar tıp tarihinde dahi yeri olmayan psikiyatrik işlemlerin bir sanat1 olarak cerrahide denendiği görülmektedir. Bu dönemde tıbbın delilik olgusuna yaklaşımı temelde, Hipokrat'ın ahlat-ı erbaa (dört humor) teorisinin Galenyen yorumuna dayanmaktaydı. "Humoral patogenez teorisinin öğretisi doğrultusunda, deliliğin dört temel sıvıdan bazılarının artması bazılarının da azalması sonucunda vücuttaki dengenin kaybolmasına bağlı olduğu düşünülmüştür" (Ekmekçi, 2018: 78). Bu teori doğrultusunda, deliliğe yönelik müdahale biçimleri arasında bilindik vücuttan sıvı alma ve sindirim sistemini düzenleme gibi işlemler yer alıyordu.

"Deliliğin tarihinde insani bir ceza tecili olarak görülebilecek ahlaki tedavi Foucault'a göre bir başka sessizleştirici söylemdir.

Delinin kaderi artık tıbbî deneyin konusu olmakla denetleyici varlığın inisiyatifindedir: Deli doktoru.

deliliğe yönelik ihtisaslaşmış etkinliğin ve bunun bir sonucu olarak deliliğin tıbbîleşmesinin yolunu açmaktaydı.

Hastanın bir analiz birimi olarak incelenmediği, yerine “akıl hastalığı” olarak tasniflenen o meşum semptomların envanterini çıkaran, hastalıkların tablolaştırılıp bir grafik eğrisi üzerinde hesaplamaların yapıldığı bir nicel devrim momentinde olduğumuz aşikâr.

Deliliğin kurumsal anlamda tıbbîleştirilmesinin ilk adımı olan Hôpital General, üç yüz bin nüfuslu Paris'ten en az altı bin kadar bireyin birkaç ay içerisinde gözetim altına alındığı kurumdur.

deliliğin medikalize edilmesi ve tıbbi alana itilmesine giden süreci desteklemiştir.

Delilere yönelik hâkim tıbbî tedavi yöntemleri, hastaneye yatırılmanın gerekli görüldüğü ve hatta zorunlu kılındığı anlayıştan vazgeçilip yerine "toplum temelli tedavi"nin konulmasıyla birlikte değişikliğe uğradı. Belli başlı akıl hastanelerinin yatak sayılarında düşüşlere yol açan bu durum, tıbbîleştirme işleminin tam tersi yönünde hareket ettiği varsayılan "kurumsuzlaştırma" (deinstitutionalization) işlemidir.

Samson'un işaret ettiği nokta, çalışmamızda ayrı bir başlık altında tartışacağımız psikiyatrik tanı sisteminin ekonomi politik yönünü ortaya koymaktadır. İşleyiş mantığının üzerine kurulu olduğu boyutlardan biri olan döner kapı örüntüsünü içeren kurumsuzlaştırma, tam da bu yüzden tanı sistemlerinde önemli bir belirleyen olan ve devlet politikaları açısından önemli bir girdi özelliği gösteren tıbbîleştirmenin ikiz kardeşi olarak düşünülmelidir. Pinel, "yakın akrabaların varlığı 'onların gerginliğini ve uslanmaz karakterini her zaman artırırken', bir akıl hastanesindeki vasıflı personelin elinde, hastalar 'uysal ve sakin' hale gelirlerdi."[2]

toplumsal düzenden kopmuş kişiler de -toplum açısından risk taşıdığı gerekçesiyle- kurumlara getirilir; yahut gelmesi teklif ve teşvik edilir. Nihayetinde ne yapacağı kestirilemez sapkın, makbul vatandaş standardına uyumlu, toplumsal düzene kolayca eklemlenen, bilinebilir (knowable) birey haline getirilir

Sayısal veriler üzerine kurulu olan tanı ve teşhis sistemi, "ortalama insan" hakkında fikir vererek tıbbın makbul insanı olan "sağlıklı" ile tedaviye ve sağlık kurumuna ihtiyacı olan "sağlıksız" arasındaki farkı görünür kılar. Tedaviye duyulan ihtiyacı saptayarak, bu ihtiyacı resmiyette ortaya çıkaran teşhis işlemi, sağlık kurumlarının meşru zeminine pekinlik verir.

Modern tıp anlayışına uygun hastanelerin öncelikle askerî personele tıbbi destek için açıldığı Osmanlı Devleti'nden kalma bir ifadeyle, Türkçede hâlâ yaşayan 'taburcu oldu' ifadesi, bu ikinci üçlü ile ilk üçlü arasındaki 'geri dönüşüm' bağını göstermesi açısından dikkate değerdir (Yıldız, 2018: 241).

Birincisi, standartlardan sapan bireylerin rehabilite edilerek kurumsal işletmelerin devamlılığını sağlamaları iken ikinci durum, bu bireylerin normların dışına taşan (sapkınca) davranışlarının törpülenerek ekonomik beklentiler açısından makbul hale getirilmelerini ortaya koymaktadır.

Dört temel bulgu alanı, psikiyatrinin standartları haline gelmiştir. "Belirtiler, genetik, hastalığın seyri ve tedavi" (Maher, 2005: 136-146). Bu dört kaynak, psikiyatrinin işleyişinde önemli rol oynar. Belirtiler, akıl hastalığının teşhisinde en dikkat kesilen unsur olmasına rağmen yeterli kaynak olmayabilir. Belirtiler psikozu işaret ediyor görünse de altında başka nedenler yatıyor olabilir. Belirtilerin özgüllüğü (nonspesifik) tartışmaya açıktır. Dolayısıyla belirtilerin tek başına teşhis için yeterlilik sağlamadığı düşünülür. Akıl hastalığının teşhisinde önemli diğer bir kaynak genetiktir. Akıl hastalığının bazı türleri, özellikle bipolar ve psikozların bir kısmı, bireye ailesinden tevarüs etmektedir. Genetiğe ilişkin veriler, hastalığın saptanmasında doğruluk oranını artırır. Üçüncü bulgu kaynağı ise hastalığın seyridir. Akıl hastalıklarının belirgin örüntüleri vardır. Hastalıklar birbirine eklemlenebilir yahut döngüsel olarak tekrarlanabilir. Örneğin bipolar, genellikle gençlik döneminde ortaya çıkar ve özgül bir döngüyü takip ederek seyreder. Hastalığın seyrini takip etmek, teşhisi kolaylaştıran önemli ipuçları sunar. Son bulgu kaynağı ise tedavidir.

Fakat 'hekimler' denilen sadece bir grup insan resmen, usulen geçerli, hukukî sonuçları olan teşhisler yapmaya yetkilidir

Son olarak, resmen tasdik edilmiş teşhisler her türden yasal kovuşturmada delil yerine geçer ve tıbbî geçerlilikleri sorgulansa bile bu pek ender yapılır.[3]

Hukuki sistemde suçun ispatı, onu mahkemeye taşıyan davacının mesuliyeti olarak kabul edilir. Fakat tıp sisteminde tam tersi bir durum söz konusudur. Engizisyonel tıp sisteminde akıl hastası olmadığına yönelik ispat yükümlülüğü, hastanın sorumluluğudur. Hastalık tanısı konulmuş kişi, bu delilik, akıl bozukluğu veya sinir hastalığı töhmeti karşısında akıllılığını ispata yönelik çaba içerisine girer.

Foucault, deliliğin iktidar kurumları aracılığıyla nesneleştirilerek özneleştirildiğini ve nasıl öznel deneyim haline geldiğini anlatır.

Durkheim'ın özellikle Dinî Hayatın İlksel Biçimleri'nde bireyin üzerindeki ve baskıcı sosyal olguları

(...)

suyuk teorisinden modern farmakolojiye kadar, deliliğin tezahürlerini ve anlamlarını,

akıl hastalığının bir heyula olarak sanatçıların ve yazarların hayal güçlerinden bir türlü çıkmayışını inceleyerek, tiyatro, opera ve romandan çizim, resim ve heykele kadar güzel sanatlar üzerindeki köklü etkisi

Delilik tamamen akılda mı, konuşma yoluyla mı yoksa akıl hastasının sosyal-psikolojik ortamını manipüle ederek mi anlaşılacak (ve belki de büyük ölçüde tedavi edilecek) bir grup psikolojik rahatsızlık? Aksine, diğerleri gibi somatik bir hastalık mı, ters giden bir beyin ve vücudun tezahürü mü? İlkiyse, belki de deliliğin bir anlamı vardır ve kendimiz ve insan olarak kimliğimiz hakkında merkezi bir şeyi ortaya çıkarır. Eğer ikincisiyse, o zaman bazılarını 'akıllarını kaybetmemek' için yardım aramaya ve diğerlerini bir tehdit olarak algılananlara organize ve az çok dışlayıcı tepkiler empoze etmek için müdahale etmeye sevk eden zihinsel semptomlar değil, gürültüden başka bir şey değil. ? O zaman anlam arayışı bir aptalın işidir. Bunun yerine kendimizi sinirbilime ve insan beyninin gizemlerini çözmeye adamalıyız.

İki yüzyıl önce, Bethlem Royal Hospital'ın doktorlarından biri olan William Lawrence, dengesiz düşüncelerin "beyinle, kusma, hazımsızlık, mide ekşimesi, mide, öksürük, astımın akciğerlerle ya da bunlara karşılık gelen diğer herhangi bir dengesiz işlevle aynı ilişkiye sahip olduğunu" ilan etti.[4] organları' (1816).[4] Bununla birlikte, İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda, Amerikan psikiyatrisinin önde gelen ışıkları, çok farklı bir ilahi kitabından şarkı söylüyor ve devlet akıl hastanelerinin koğuşlarını tıkayan tüm şizofreni vakalarının kökeninde 'buzdolabı anne' olduğunu ilan ediyorlardı.

Kendi kuşağımız, kabul edilen görüşlerin göz kamaştırıcı bir şekilde tersine çevrilmesiyle, bir kez daha biyolojik indirgemeciliği benimsedi, ancak modern psikiyatristler, neyin yanlış gittiğine tam olarak karar veremiyorlar: genler, nörotransmiterler, başka bir tür kötü biyokimya - ve nefes nefese beyanlar. bilmece çözüldü, incelemeye dayanamadı. Birkaç istisna dışında - bir zamanlar delilerin genel felcine neden olan frengi; pellagraya yol açan ve duygusal olarak rahatsız ve bunak hastaları akıl hastanesine getiren diyet eksikliği - insanları deli eden altta yatan mekanizmalar her zamanki gibi zor ve belirsizliğini koruyor. Ve deliliği çeşitli biçimleriyle tedavi etmemiz gereken silahlar hala kaba ve ilkeldir - en iyi ihtimalle tedavi değil, semptomatik bir rahatlama sağlayabilir (ilaç endüstrisinin pazarlama kopyasına rağmen).

Göründüğü kadar sapkın - bazı delilik biçimleri olumlu bir ışıkta yorumlandı. Platon'un Phaedrus'unda Sokrates bile bu paradoksu onaylıyor gibi görünüyor: "En büyük nimetlerimiz" diyor bize, "delilik bize ilahi armağan tarafından verilmişse, bize delilik yoluyla gelir."

Peygamberler ve mistikler, Yeremya'da (29:26) olduğu gibi, dönüşümlü olarak yoğun bir şekilde dindar veya deli olarak kabul edilebilir.[5] Gerçekten de, George Rosen'ın belirttiği gibi, "peygamber gibi davranmak" için kullanılan İbranice, "öfkelenmek" veya "kendinden başka biri gibi davranmak" olarak da çevrilebilir.[5]

Sofokles'in, Euripides'in ve Aeschylus'un dramlarında bunlar çoğu kez deliliğin öfkesini uyandırır: çocuklarını öldüren öfkeli bir Medea; Ağzından köpükler saçan, gözleri yuvalarında dönen Herakles, Eurystheus'un çocuklarını öldürdüğünü zannediyor, ama gerçekte kendi çocuklarını öldürüyor; her yerde çılgınlık, öfke, şiddet ve yıkım sahneye çıkıyor.[6] İşte şok etmek, kışkırtmak, aydınlatmak, hatta duygusal arınma sağlamak için muazzam gücün görüntüleri. [6] Delilikle uzun tarihi boyunca devam edecek edebi ve sanatsal bir büyüye işaret ediyorlar.[6]

Hipokrat'ın ölümü. Ancak bu sayfalarda ana hatları verilen hastalık modeli ve tedavisi, diğer Yunan ve Romalı yetkililer tarafından, özellikle Bergamalı Galen (MS 131-201) tarafından kesin olarak değiştirilmiştir, eğitimli sınıflar arasında (ve bowling biçimlerinde) egemen ortodoksluk haline gelecektir.[7] hoi polloi arasında) 18. yüzyılın sonuna ve belki de ötesine kadar ve kendilerini tıp doktoru ilan edenlerin baskın ideolojisi.[4] Galen tarafından değiştirildiği şekliyle, Hipokrat sistemi, hastalığın doğası ve tedavisi hakkında çok geniş bir şekilde paylaşılan kültürel anlayışlar kümesini somutlaştırdı. Özünde, vücudun çevresiyle sürekli etkileşim içinde olan, birbiriyle ilişkili unsurlardan oluşan bir sistem olduğu iddiası vardı.

Beden ve çevre; yerel ve sistemik; soma ve psişe: bu ikililerin her bir öğesi diğerini etkileme ve bireyi bir hastalık durumuna sokma yeteneğine sahipti. Hipokrat tıp, her anlamda, bireysel hastanın her yönüne yakından dikkat eden ve her vakaya göre terapötik rejimler ayarlayan bütünsel bir sistemdi. Ve en önemlisi, hastalıkların doğaüstü nedenlerinden ziyade doğal nedenleri vurgulayan bir insan sağlığı görüşüydü.

Entelektüel bir yapı olarak, hastalığın hümoral teorisi son derece güçlüydü, semptomları anlamlandırıyordu ve yanlış giden şeylere çare bulmanın yolunu gösteriyordu. Aynı anda hastaya güvence verdi ve doktorun müdahaleleri için ayrıntılı bir gerekçe sağladı.

Ama Hipokrat'ın ya büyü ya da ilahi hoşnutsuzluğun hastalığın nedenselliğinde herhangi bir rol oynadığı fikrini reddetmesi şiddetli ve açıktı ve onların bütünselliği ve sağlığın bozulmasında fiziksel olduğu kadar psikososyalin de rolüne vurgu yapması, onları, diğer hastalık biçimlerine ilişkin açıklamalarının yanı sıra tamamen natüralist delilik açıklamaları sunmaya -aslında, ikisi arasında keskin bir ayrım yapmaya- teşvik etti.

Deliliğe ve daha açık bir şekilde fiziksel hastalığa ortak bir yaklaşımı teşvik edecek çok şey vardı. Algı çarpıklıkları, halüsinasyonlar, duygusal rahatsızlık ve kargaşa, ciddi şekilde hasta olmanın sık görülen eşlikçileridir.

Semptom olarak kabul ettiğimiz, ancak yüzyıllar boyunca hastalığın kendisi olarak görülen ateşlerin, özellikle bulaşıcı ve paraziter hastalıkların yaygın olduğu bir dönemde, çok sayıda kaynağı olabilir. Ve ateşe sıklıkla eşlik eden hezeyan ve değişmiş bilinç, çılgınlık ve ajitasyon, çoğu zaman delinin düzensiz düşüncesine benziyordu. Pek çok insan, çok fazla alkol almanın veya zihni değiştiren diğer maddelerin alımının yol açtığı bilişsel ve duygusal rahatsızlıklarla karşılaşmıştı (ya da kasten aramıştı). Ve hemen hemen herkes, o zaman ve şimdi, aşırı psikolojik ıstırap, ıstırap ve acı anları yaşadı.

Aristoteles'in kalbi duyguların ve zihinsel faaliyetin yeri olarak gördüğü yerde, Hipokrat metinleri beyni merkez olarak görmüştür:

Yöneten kalp değil de kafaysa, deliliğin pusuya yattığı yer de beyincikti:

Ailelerin kaynakları olduğu yerde, hem dikkati dağılmış akrabalarını hem de toplumu zarar görmekten koruyan delinin velayeti sorumluluğu onların omuzlarına düşüyordu.

Birçok hastalık biçimi, ahlaki başarısızlıkların veya kusurların veya hoşnutsuz bir Tanrı'nın intikamının sonucu olarak görülüyordu - 19. yüzyılın sonlarına kadar saygın bir inanç olarak varlığını sürdüren bir kavram.

Scull'a göre, kurumsuzlaştırmanın esas kaynağı devletin mali krizidir. 1945'ten sonra devletin sosyal planlamada rolü arttı. 1960'larda bu uygulamanın ekonomik maliyetleri görünür hale geldi ve kamusal harcamaların kontrol altına alınması gerekiyordu. Bu, Scull'a göre, bir ölçüde suçlular ve genç suçlular kadar akıl hastalarını da 'tecritten vazgeçerek' başarıldı. Dolayısıyla, kurumsuzlaştırma tımarhanenin dehşet verici yanlarıyla mücadele eden liberaller ile Kaliforniya'da 1969-1972 yılları arasında bazı büyük devlet akıl hastanelerini kapatarak başkan seçilen Vali Ronald Reagan gibi mali muhafazakârlar arasındaki tuhaf ittifakı temsil etmekteydi. (Samson, 2011: 83).

Kaynakça

değiştir
  1. ^ Foucault 2015, s. 78.
  2. ^ Scull 2017, s. 188.
  3. ^ Szasz 2013, s. 18.
  4. ^ a b c Scull 2011, s. 38.
  5. ^ a b Scull 2011, s. 39.
  6. ^ a b c Scull 2011, s. 40.
  7. ^ Scull 2011, s. 37.