Cemile (Cengiz Aytmatov romanı): Revizyonlar arasındaki fark

[kontrol edilmemiş revizyon][kontrol edilmemiş revizyon]
İçerik silindi İçerik eklendi
Değişiklik özeti yok
88.248.27.186 (k - m - e) tarafından yapılan değişiklik geri alınıyor.
33. satır:
Kitabın içeriği şöyledir: Çok güzel bir kız olan Cemile; soylu, zengin bir aileye gelin olarak gider. Evlendikleri yıllarda [[II. Dünya Savaşı]] başlar ve her erkek gibi bu güzel kızın kocası da savaşa gider. Kocası savaştan çok uzun bir süre gelmediği için Cemile de arkasından, savaştan sakat olarak gelmiş Danyar adlı bir delikanlı ile savaş alanına gönüllü olarak erzak götürmeyi kabul eder. Cemile'nin kocası ailesine haber göndermek için mektup yazar. Yazar yazmasına ama mektupların sadece sonunda "karım Cemile'ye selam ederim" der. O günlerde hep Cemile'nin yanında olan Danyar, Cemile'nin günden güne ilgisini çeker. Göremediği, duyamadığı hatta yaşayıp yaşamadığını bile bilmediği kocasından çok daha fazla ilgi ve sıcaklık gösterir.
Cemile ile Danyar arasında bir aşk başlar. Haftalar geçer, aylar geçer. Yazar yengesi Cemile ile Danyar'ın yakınlaştıklarını farkındadır. Bir gün Cemile ve Danyar'ın köyden kaçtıklarını görür. Arkalarından bağırır ama sesini duyuramaz. Yazar o zaman anlar ki yengesine duyduğu sevgi aslında büyük bir aşktır. Cemile'nin eşi köye geri döner. Olaylara çok sinirlenir. Fazla üzülmez; yeniden evlenebileceğini düşünür. Yazar, okumak için köyden ayrılır. Çok güzel resim yapabilmektedir. Kendisini geliştirir ve ünlü bir ressam olur.
 
KİTABIN 70.SAYFASINDAN-SONUNA KADAR BİRE BİR YAZIMI ŞÖYLEDİR:
 
İşte gene o ufak çerçevesi gösterişsiz tablonun karşısına geçmiş,seyrediyorum.Yarın sabahtan köye gideceğim için,sanki bana iyi yolculuklar dilemesini bekliyormuşum gibi,gözlerimi alamıyorum ondan.
 
Bu tabloyu daha önce hiçbir sergide göstermedim.Köyden akrabalarım gelince de köşe bucak saklarım.Gerçi resim utanılacak gibi değil ama iyi bir sanat eseri de sayılmaz.Gösterdiği toprak parçası kadar sade bir çalışma bu.
 
Tablonun derinliğinde solgun bir sonbahar görünüyor.Uzaktaki sıradağlar üzerinden alaca bulaca bulutlar geçmekte.Ön planda ise pelin otlarıyla kaplı,sarı-kırmızı karışımı düz bir ova uzanıyor.Yakında yağan yağmurlardan hala ıslak,koyu renkli bir yol kesmiş ovayı.Yolun iki kıyısında dalları kırık,bodur,kuru çalılar yan yana dizilmiş.Yağmurların sildiği tekerlik izleri boyunca iki de ayak izi var.İzler uzaklaştıkça belirsizleşiyor,yolcular bir adım daha atsalar tablonun dışına çıkacak sanırsınız.Bunlardan biri…Fazla ileri gittim burada buralım biraz.
 
Ergenlik çağındaydım, savaşın üçüncü yılı dolmuştu.Babalarımız,ağabeylerimiz uzaklarda,Kursk,Orel cephelerinde çarpışırken,on beş yaşına girmiş biz gençler de köyümüzün kooperatif çiftliğinde çalışıyorduk.Bitmek bilmeyen ağır köylü işleri bütün ağırlığıyla bizim çelimsiz omuzlarımıza yüklenmişti.Hele o hasat zamanı sıcakta çalışmak bize öyle zor gelmişti ki.Haftalarca eve uğramaz,gecelerimiz gündüzlerimiz tarlada,harmanda ya da tahıl götürdüğümüz istasyon yollarında geçerdi.
 
Ekin biçmekten tırpanların ateş kesildiği o sıcak günlerden birinde yükümüzü istasyona boşaltmış dönüyorduk ki,eve uğramaya karar verdim.
 
Irmak geçidinin hemen yanıbaşında,köyün kıyısındaki yüksekçe yerde yan yana iki ev durur.Evlerin avlusu kalın bir kerpiç duvarla çevrilmiştir,dört bir yanında kavaklar yükselir.Bunlar bizim evlerimizdir.Ailelerimiz eskiden beri burada komşu otururlar.Ben büyük evdenim.İkisi de askere gitmiş bekar iki ağabeyim vardır.Çoktandır onlardan haber almıyoruz.
 
Babam yaşıdır,dülgerlik yapar.Şafakla birlikte kalkar,namazını kıldıktan sonra atelyesine gider.Akşama kadar da dönmez oradan.
 
Evde yalnız annemle küçük kardeşim kalırlar.
 
Öteki evde yada köy halkının dediği gibi Küçük Ev’de yakın akrabalarımız oturur.Dedelerimiz mi,dedelerimizin dedelerimi öz kardeşlermiş.Ama ben onlara,asıl,pek içli dışlı yaşadığımız için yakın akrabamız diyorum.Göçebelik döneminden beri, dedelerimiz birlikte sürü yetiştirmişler,birlikte yaylalara konmuşlar.Biz de onların geleneğini sürdürüyoruz.Köye kollektifleşme gelince babalarımız evlerini yan yana yaptırmışlar.Yalnız biz değil Aral sokağında oturanların tümü birbirmize akrabayız.Hepimiz aynı soydan gelmişiz.
 
Kollektifleştirmeden az sonra Küçük ev’in babası ölmüş,iki küçük oğluyla karısı kalmış ortada.O zaman köyde geçerli olan geleneğe göre dul bir kadın çocuklarıyla birlikte kendi kaderiyle baş başa bırakılmazmış.Akrabalar tutmuşlar kadını babamla evlendirmişler.Ataların anısına saygı böyle gerektiriyormuş,çünkü babam ölenin en yakın hısımıymış.
 
Böylece iki aile birleşmişler.Gerçi onların bahçeleri,hayvanları gene ayrıydı ama aslında hep bir arada yaşıyorduk .
 
Küçük Ev’den de iki oğlan gitmişti askere.Büyüğü Sadık’ı evlendikten hemen sonra çağırdılar.Seyrek olmakla birlikte ikisinden de mektup alıyorduk.
 
Küçük Ev’de “kişi apa” yani küçük anne dediğim evin annesiyle Sadık’ın karısı kalmışlardı.Anne-gelin sabahtan akşama kadar birlikte çalışırlardı .Küçük anne kimseyi kırmayı sevmeyen,yumuşak başlı,iyi yürekli bir kadındı ; hamaratlıkta gençlerden geri kalmazdı Ark açmada olsun tarla sulamada olsun,onlarla yarışarak çapa sallardı.Şansına gelini de onun gibi çalışkan çıkmıştı.Cemile kaynanası gibi hamarat,becerikli bir kadındı;gel gelelim huyca biraz ayrıydı ondan.
 
Cemileyi çok severdim o da beni severdi.İyi anlaşmakla beraber adlarımızla hitap etmezdik birbirimize.Ben başka bir evin çocuğu olsam ona rahatça “Cemile” derdim.Ama ağabeyimin karısı sayıldığına göre ona yenge demem yakışık alırdı,o da bana “kiçine bala” küçük çocuk derdi.Aramızdaki yaş farkı hiç de çok değildi.Köylerde böyle işte,gelinler kocalarının küçük erkek kardeşlerine ya “kiçine bala”ya da kaynım derlerdi.
 
İki evin işini annem çekip çevirirdi.Her şeye kıkır kıkır gülen,saç örgüleri iplikle bağlı kız kardeşim tek yardımcısıydı.Başımızı kaşımaya vaktimizin olmadığı o zamanlarda kardeşimin o yardımını hiç unutamayacağım.Her iki evin kuzularını,danalarını kırlarda o yayar,kışın yakacağımız tezekleri,çalı çırpıyı o toplardı.Oğullarından haber alamayan annemi kara kara düşünmekten kurtaran,yalnızlığında ona arkadaşlık eden benim minik burunlu kız kardeşimdi.
 
İki eve yerleşmiş büyük aile dirliği,düzenini anneme borçluydu.Ev işlerini çekip çevirmesi yanında aile ocağının dayanağı da oydu.göçebelik zamanında dedemle ninemin evine gelin geldiğinde küçük bir kızmış.Fakat sonra onların anısına en ufak saygısızlıkta bulunmamış,her iki evin işlerini dürüstlükle yürütmüştü.Onu köyün en vicdanlı,en bilgili,en saygıdeğer kadını sayarlardı köyümüzün insanları.Evde her şey ona danışılırdı.Herkesin gözünde ailemizin başı babam değil annemdi.Kaç kere kulaklarımla duymuşumdur : “Sen ustaya değil,büyük hanıma git.Ustanın, elindeki keserden başkasına sözü geçmez.Derdini büyük hanıma anlat sen…”
 
Şunu da belirteyim,yaşımın küçüklüğüne rağmen çoğu kez ev işlerine ben de karışırdım.Ağabeylerim savaşa gittikleri için evde kalan tek erkek çocuk bendim çünkü.Yarı şaka yarı ciddi “iki evin yiğidi,koruyucusu,ekmek getiricisi” derlerdi bana.Bu sözleri duydukça koltuklarım kabarır,taşıdığım sorumluluğun önemini bir an olsun unutmazdım.Annem tek başına iş yapma alışkanlığını aşılamıştı bana.Babam gibi Allahın günü tahta rendeleyen bir adam değil,her işten anlayan girgin biri olmamı isterdi.
 
O gün istasyon dönüşü arabayı evin önündeki söğüt ağacının dibinde durdurdum.Atın koşumlarını gevşettikten sonra tam avlu kapısına doğru yürüyordum ki ,içeri de işçi kolbaşımız Orazmat’ı gördüm.At üstündeydi,koltuk deyneklerini her zamanki gibi eyere bağlamıştı.Yanında da annem duruyordu.Onlara doğru yaklaşırken şöyle konuştuklarını duydum:
 
- Öyle şey olmaz. Kadının arabaya çuval yüklediği nerde görülmüş diyordu annem.Olmaz,yavrum,rahat bırak gelinimi.Eski işi neyse gene onu yapsın.İki evin işini yetiştirmek için şafakla birlikte kalkıyorum.İyi ki kızım yetişti,elimden tutuyor biraz ama.Aha bak,bir haftadır belim tutmuyor,keçe bastırmışım gibi dökülüyor her yanım.Mısırları bile sulayamadık kuruyacaklar nerdeyse.
 
Annem kızdığı zaman yaptığı gibi yazmasının ucunu ikide birde yakasının içine sokuyordu.
 
 
Çaresizlik içinde Orazmat eyerin üstünde şöyle bir sallandı.
- Ne biçim insansınız siz! Bir bacağım kesik olmasa size gelir miydim hiç!Çuvalları arabaya kendim yükler kimseye minnet etmezdim.Bunun kadın işi olmadığını ben de biliyorum,ama hani,ortada erkek var mı ?..Kadınları çağırmaktan başka çıkar yol yok.Siz gelininizi vermek istemiyorsunuz ama yöneticiler iş bitsin diye tepemize ekşiyorlar.Cephede askerler ekmek bekliyor,üstelik üretim planını aksatmamak gerek.Böyle olursa işin içinden nasıl çıkarız ?
 
Kamçıyı yerde sürükleyerekten yanlarına yaklaştım.İşçi kolbaşısı beni görünce,aklına yeni bir şey gelmiş olacak ki sevinçle ;
 
-Gelininiz için çekiniyorsanız işte kaynı geldi!dedi beni göstererek.Kimseyi yaklaştırmaz yanına.O oldukça gözünüz arkada kalmaz.Seyit büyüdü artık.Bütün güvenimiz bu çocuklarda,karnımızı onlar doyuracaklar.
 
Annem kolbaşısının konuşmasını yarıda keserek bana çıkışmaya başladı :
 
-Şu kopuğun haline bak,neye benzemiş!Nedir o saçın,başın oğlum! Babamız vakit bulup da oğlunun saçını kestiremiyor ki!
 
Orazmat bunu fırsat bilip hemen atıldı:
 
-İyi ya,Seyit,bu geceyi evde geçir,atları yemle!Yarın sabahleyin erkenden Cemile’yle birlikte çalışırsınız.Ama gözünü dört aç,yengenden sen sorumlusun!Siz de fazla üzülmeyin büyük hanım.Seyit ona göz kulak olur.Baktım daha da olmadı,yanlarına Danyar’ı katarım.Hani şu askerden yeni dönen delikanlı var ya,onu işte…Kimseye zararı dokunmayan iyi bir çocuktur.İstasyona tahılı üçü birlikte taşırlar,o zaman da kimse gelininize elini sürmez.Doğru değil mi,Seyit ? Yengene de tahıl taşıma işi vermek istiyoruz.Sen ne diyorsun ? Annen razı olmadığı için onu kandırmayı sana bırakıyorum.
 
Kolbaşının övgüleri,yetişkin bir adammışım gibi bana danışması pek hoşuma gitmişti.Ayrıca Cemile ile birlikte istasyona gidiş-gelişlerin de zevkli geçeceğini düşündüğümden,yüzümü ciddileştirerek anneme :
 
-Korkma,gelinine bir şey olmaz.Dağ başındayız da kurt mu yiyecek ? dedim.
 
Kırk yıllık arabacıymışım gibi dişlerimin arasından yere tükürdüm;kamçı arkamdan sallanırken,sallana sallana içeri yürüdüm.
 
Annem şaştı,sevinir gibi oldu,ama arkamdan bağırmaktan da kendini alamadı.
 
-Şuna bak!ben sana gösteririm kurtları!böyle şeyleri nereden bileceksin sen ?
 
-O bilmesin de kim bilsin ? iki evin yiğidine laf yok ,onunla övünmelisiniz.
 
Orazmat bana arka çıkmaya çıkmıştı ama bir yandan da annem yine aksilik ederse diye ödü patlıyordu.Fakat annem bir şey söylemedi.Yalnız başını önüne eğip derin bir ah çektikten sonra ;
 
-Neresi yiğit bunun,daha şuncacık çocuk,dedi.Gene de gecesini gündüzüne katıp çalışıyor.Asıl yiğitlerimiz şimdi nerdedir,Tanrı bilir.Evlerimiz ıssızlaşmış yaylağa döndü…
 
Yanlarından uzaklaştığımda annem dert yanıyordu.Evin köşesine varınca duvara kamçıyı öyle hızla vurdum ki,toz kalktı.Avluda elleriyle tezek tapışlayan kardeşimin gülüşüne aldırmadan ciddi bir yüzle kapıya yürüdüm.Sundurmadan içeri girince yere çömelip testiden su dökerek ellerimi yıkadım.Sonra mutfağa gittim.Önce bir tas ayran içtim,ardından bir tas daha ayran doldurup pencerenin önüne koydum,içine ekmek doğramaya başladım.
 
Çıktığımda annemle Orazmat hala avludaydılar.Artık tartışmıyorlar,yavaş sesle,sakin sakin konuşuyorlardı.Herhalde ağabeylerimden açılmıştı konu.Annem onu avutmaya çalışan Orazmat’ı dinlerken düşünceli düşünceli başını sallıyor; buğulu şişmiş gözlerini ikide bir yeniyle silerken,sanki oğullarını orada görecekmiş gibi ,ağaçların üzerinden ta uzaklara bakıyordu.
 
Üzüntüsünün etkisiyle annem kolbaşının önerisine razı olmuşa benziyordu.kolbaşı amacına erişmekten memnundu,atını kırbaçlayarak avludan tırısla uzaklaştı.
 
Bu işin sonunun nereye varacağını o zaman ne annem bilebilirdi,ne de ben …
 
Cemile’nin çift atla arabayı çok iyi kullanacağından kuşkum yoktu.Bir dağ köyü olan Bakair’de babası yılkıcılık yaptığı için attan anlardı.Sadık ağabeyim de yılkı çobanıydı.sözde bir bahar günü düzenlenen at yarışlarında Cemile’ye yetişememiş,buna da çok üzülmüş.O yüzden Cemile yengemi kaçırmış derler.Başkalarının sözlerine bakılırsa sevişerek evlenmişler.Öyle de olsa,böyle de ; topu topu dört ay bir arada oturmuşlardı.Savaş çıkınca ağabeyimi askere çağırdılar.
 
Nasıl açıklayayım,bilmem ki! Belki de babasının biricik çocuğu olduğu için;hem kız,hem de oğlan yerine babasıyla birlikte at gütmeye giden Cemile erkeklerle yarışan bir karakter özelliği kazanmıştı.Erkeksi tavırlarındaki sertlik bazen kabalık derecesine varırdı.bir erkek gibi de karakucak sarılırdı.Komşu kadınlarla iyi geçinirdi; ama hiç yoktan damarına basacak olurlarsa küfürle hepsini alt eder,daha da yemezse saçından tuttuğu gibi yere çalardı.
 
Komşular kaç kere anneme şikayete gelmişlerdi:
 
-Ne gelininiz var,Allah aşkına!Geçenlerde eşikten içeri adımımı atar atmaz sövüp saymağa başladı.Ne saygı kalmış,ne utanma!..
 
Annem hemen gelinine arka çıkardı..
 
-Ne iyi etmiş de böyle yapmış!Benim gelinim dobra dobra konuşmaktan hoşlanır.Yüzüne gülüp de arkandan kuyunu kazanlardan değildir o.Saman altından su yürütünlerden,dıştan bakılınca bir şeye benzeyen cılk yumurtalardan kork sen.
 
Babamla küçük annem bir kaynatanın,kaynananın gelinlerine gösterdikleri sertliği,titizliği bir an olsun düşünmemişler ; Cemile’ye iyilikle,sevgiyle yaklaşmışlardı.Ondan bekledikleri tek şey Tanrı’ya bir de kocasına bağlı olmasıydı.
 
Bunu anlamak kolaydı.Dört oğlunu savaşa yolladıktan sonra iki ailenin tek gelini olan Cemile’nin değerini ister istemez bileceklerdi.Ama bu konuda annemin davranışını anlamıyordum.Çünkü annem bir insanı kolaycacık sevecek biri değildi.Çevresine hükmetmek isteyen,sert yaradılışlı bir kadındı annem.Hep kendi bildiğini okur,kurallarından şaşmazdı.Her bahar günü babamın gençliğinde edindiği o keçe göçebe çadırı avluya kurulur,annem onu ardıçla güzelce tütsülerdi,küçüklüğümüzden beri bizi çalışmaya,büyüklerimizi saymaya alıştırmıştı.Ailede herkesin kendisine boyun eymesini isterdi.
 
Cemile eve geldiği ilk gün hiç de bir gelinden beklendiği gibi davranmadı.Gerçi büyüklerini sayıyor,dinliyordu ama hiçbir zaman her söylenene “evet” demiyordu.Bununla birlikte öteki gelinler gibi arkasını dönünce ağır sözler söyleyenlerden de değildi.Aklımdan geçenleri açığa vurmaktan çekinmiyor,düşüncelerini rahatça savunuyordu.Annem çoğu zaman onu destekler,onunla aynı fikirde olduğunu belirtir;Fakat gene de son sözü kendisi söylemek isterdi.
 
Öyle sanıyorum ki,annem Cemile’nin dürüstlüğünde,mertliğinde kendi gençliğini bulmuştu.
 
Kendinden sonra aile ocağının yönetimini eline alarak sözünü dinletir bir kadın,bir büyük hanım olmasını düşlüyordu gelininin.
 
-Tanrıya şükret,sağlam,iyi bir aileye düştün,diye öğüt verirdi ona.Şanslı kızmışsın.Kadının mutluluğu çocuk yetiştirmekle,bir de evine bolluk getirmekle artar.İşte biz geldik gidiyoruz.Şükürler olsun,kazandıklarımızın hepsi size kalacak;yanımızda mezara götürecek değiliz ya… namuslu,vicdanlı olduğu sürece bir kadın mutluluğunu yitirmez.Bu sözüm kulağına küpe olsun,aklından çıkarma…
 
Gene de Cemile’de kaynanalarının bir türlü akıllarının ermediği bir şey vardı:küçük bir çocuk gibi şendi,neşeliydi.Bazen sanki durup dururken gülmeye başlar,şen kahkahalar atardı.İşten dönerken avluya yürüyerek değil de koşarak girer,su arklarının üstünden atlayı atlayıverirdi.Bazen da ortada hiçbir sebep yokken kaynanalarının birini bırakır birini öperdi.
 
Sevdiği başka bir şey de türkü söylemekti.Yanındaki büyüklerden çekinmez,bir şeyler mırıldanırdı hep.Bütün bunlar köylerde yeni gelmiş bir gelinin davranışlarıyla bağdaşmıyordu elbette,fakat iki annemde zamanla Cemile’nin durulup ağırlaşacağını söyleyerek avunuyorlardı.Şimdiki gençler de böyle değiller miydi? Bana sorarsanız,Cemile yengemden iyisi yoktu.İkimiz alabildiğine eğlenirdik.Vara yoğa güler,avluda birbirimizi kovalardık.
 
Cemile güzeldi de.Kalın iki örgü yapıp omzuna salıverdiği saçları ince,uzun boyuyla ona pek yakışırdı.Başına sardığı beyaz yazmasını hafifçe alnına indirmesi,düzgün esmer yüzüne ayrı bir güzellik verirdi.O güldükçe koyu lacivert badem gözlerinden sanki gençlik fışkırır,açık-saçık köy türküleri söylerken bu gözlerde haşarı bir oğlanın bakışları parlardı.
 
Köy delikanlılarının,özellikle cepheden dönen askerlerin Cemile’yi süzdüklerini çok görmüşümdür.Zaten yengem kendisi yarenliği sever,yalnız fazla ileri gidenlere haddini bildirirdi.Gene de böyleyken bu durum üzerdi beni.Oğlan çocuklarının ablalarını kıskandıkları gibi kıskanırdım onu.Cemile’nin yanında delikanlıları görünce bir yolunu bulup rahatlarını kaçırmaya çalışırdım.Kin dolu bakışlarla çevrelerinde dönüp durduğumu görenler;”Burada fazla kikirdemeyin bakalım.Yengemi koruyacak biri yok mu sanıyorsunuz?”demeye getirdiğimi anlarlar mıydı,bilmem.
 
Senli benli tavırlarla yerli yersiz lafa karışmalarım,çapkın gençleri alaylı gözlerle küçük düşürmelerim etkisini göstermezse çileden çıkardım.Hızlı hızlı solumaya başlardım öfkemden.O zaman gençler kahkahayı basarlardı
 
-Bakın şunun haline!Anladık,Cemile yengen senin.Bizi bilmiyor mu sanıyordun?
 
Kızdığımı belli etmemeye çalışırdım ama kulaklarımın kızarması beni ele verirdi.Gözlerim dolu dolu olurdu.Duygularımı anlamakta gecikmezdi yengem içimden gelen gülme isteğini bastırıp ciddi bir yüz takınarak,gururla;
 
-Siz ne söylüyorsunuz,yengeler sokak sürtüğü müdür? Diye çıkışırdı gençlere.Belki sizinkiler sokak sürtüğü ama bizimki değil.Haydi,kaynım,buradan gidelim.Sen boş ver onlara!
 
Cemile böyle diyerek başını ve gövdesini dikleştirir;kimseye metelik vermiyormuşçasına çabuk çabuk yürür giderdi.O sırada hafifçe gülümsediğini sezerdim.Sanki bu gülümseyişiyle; “Ah,benim aptal kaynım!Aklıma eseni yapmaya kalksam beni kim tutabilir ? Bütün aile peşime düşseniz gene de engel olamazsınız.”der gibiydi.O zaman bir çeşit suçluluk duyar,sesimi çıkarmazdım.
 
Evet,kıskanıyordum Cemile’yi,çünkü o benim için eşsiz bir varlıktı.Onun gibi güzel,bağımsız,davranışlarında serbest bir yengem olduğu için gurur duyuyordum.Ayrıca yengemle aramızdan su sızmıyordu,birbirimizden hiçbir şey gizlemiyorduk.
 
O zamanlar köyde fazla erkek yoktu.Bu durumdan yararlanmak isteyen kimi gençler kadınlara kaba davranıyorlar, hatta onları hor görenler bile çıkıyordu.Onlara bakılırsa kadınlara fazla yüz verilmemeliydi, çünkü koşup gelmeleri için parmağını oynatman yeterdi.
 
Tarlada ekin biçtiğimiz bir sırada uzak akrabalarımızdan Osman adında bir delikanlı Cemile’ye askıntı olmaya başlamıştı.Kadınların, kendilerine karşı koyamayacaklarına inananlardan biriydi o da.
 
Bir gün tınazın gölgesinde dinleniyorduk ki , Cemile Osman’ın elini sertçe itti.
 
-Rahat bırak beni! Dedi yüzünü ona çevirerek.Sizin gibi yılkı aygırlarından başka ne beklenir ki!
 
Osman tınazın gölgesine rahatça yayıldı,ıslak dudaklarında küçümseyen bir anlatımla;
-Kedi ulaşamadığı ete mundar dermiş, dedi. Fazla nazlanma,haydi senin de için gidiyor ama burun kıvırıyorsun işte…
 
O zaman Cemile Osman’a dönüp dik dik baktı.
-Öyle, için gidiyor olabilir.Ne çare,şansımız böyleymiş;senin gibilerin oyuncağı olduk.Ama kırk yıl kocam askerde kalsa gene dönüp senin gibi iğrenç bir herifin suratına bakmam.Şu savaş olmasa görürdüm seni,bakalım kim adam yerine koyardı!
 
Osman alaylı alaylı güldü.
-İyi ya bende onu diyorum işte!Savaş gitti diye kocanın kamçısından kurtuldun,değil mi?Ah,benim karım olacaktın da sana böyle konuşmayı gösterecektim!
 
Cemile ona karşılık vermek için davrandı.Fakat o anda bu adama sataşmaya değmeyeceğini anladığı için sustu.Bunun üzerine düşmanının yüzüne dik dik baktı,sonra yere nefretle tükürüp dirgenini aldı,oradan hızla uzaklaştı.
 
Tınazın arkasında arabadaydım ben o sırada.Cemile beni görünce birden yönünü değiştirdi.Benim o anda içimde bulunduğum durumu görmüştü çünkü.Onu değil de beni gücendirmişler,beni küçük düşürmüşler gibi bir his vardı içimde.Duyduğum acı ile ona çıkıştım:
-Ne diye böylelerine bulaşıyorsun ?Onları adam yerine koymasan olmaz mı _
 
Cemile o güm akşama kadar surat astı.Ne benimle konuşuyor ne de eskisi gibi neşeyle gülüyordu.Arabayı yanına yaklaştırdığımda elindeki dirgeni koca bir ekin demetine sapladığı gibi havaya kaldırdı.Yüzünü bunun arkasına saklayarak arabaya bıraktı.Böylece acısını içine attığı o aşağılama olayından söz etmemi önlemiş oluyordu.Ondan sonra demetlerin birini bırakıp ötekini alarak yükleme işini hızla sürdürdü.Arabamız çabucak dolmuştu.Ekini boşaltmak için uzaklaşırken birkaç kere dönüp geriye baktım.Cemile orada bir dirgenin sapına dayanarak, dalgın dalgın dikiliyor;sonra birden toparlanarak gene çalışmaya koyuluyordu.
 
Son arabayı da yüklediğimizde Cemile,bütün Dünya’yı unutmuş gibi Güneş’in batışına uzun uzun baktı.Hasat mevsiminin yakıcı güneşi bütün hızını yitirmiş;ırmağın ta ötesinde,Kazak ovasının bitiminde, bir tandır ağzı gibi yalazlanıyordu.Kırmızı yuvarlak,ufka gittikçe yaklaşmaktaydı.Seyrek bulutlar gökte kızarık kızarık dururken,alçak yerleri alacakaranlığın mavimsi türüne bürünen mor ova da son ışıklarla aydınlanıyordu.Sanki bir masal görüntüsü karşısındaymış gibi,batan güneşi coşarak seyrediyordu Cemile.Yüzüne bir sevgi parıltısı yayılmıştı,yarı açık dudakları bir çocuk yumuşaklığıyla gülümsüyordu.Bir ara bana döndü;çoktandır konuşuyormuşuz da ,dilimin ucuna geldiği halde acığa vuramadığım sitemlerine cevap veriyormuş gibi;
 
-Sen ona boşver,kiçine bala dedi.Adam yerine koyma onu.
 
Güneşin ufukta kayboluşunu seyrettikten sonra içini çekti,dalgın dalgın ekledi;
-Osman gibiler insanın içinden geçenleri ne bilsin?İnsanı anlamak kolay değil.Belki de böyle bir erkek yoktur yeryüzünde …
 
Ben arabayı geriye çevirene kadar Cemile koşa koşa,az ileride çalışan kadınların yanına vardı.Varır varmaz da neşeli bir konuşma başladı aralarında.Yengemdeki bu değişikliğin nedenini anlamak benim için zordu.Kim bilir,belki güneşin batışını seyrederken bütün üzüntüleri dağılmıştı;ya da o gün sıkı bir çalışma yaptığı için birden bire neşesi yerine gelmişti.Arabaya tepeleme doldurulan sapın üstünde,Cemile’yi seyrediyordum.Yengem başından beyaz yazmasını çıkardı;akşamın gölgesi düşen,biçilmiş tarlada arkadaşlarından birini kovalamaya başladı.Onu görünce benim de bütün sıkıntım dağıldı.”Boş ver!Osman gibilerinin boş boğazlığına kafa yormaya değer mi?”diye düşündü.Sonra kamçıyı şaklatarak hızla sürdüm atları:
-Deh!yürü yavrum!
 
İşçi kolbaşısının,saçımı kestirmeni söylediği gün,evde babamın dönmesini beklerken bir yandan da Sadık’ın mektubuna cevap yazıyordum.Bütün köylerde olduğu gibi bizde de görenek aynıydı:ağabeylerim mektuplarını babama hitaben yazarlar,postacı bunları anneme verir ama okumak ve cevap yazmak da bana düşerdi.Aynı tavuğun yumurtaları gibi bütün köy delikanlıların mektupları birbirine benzerdi.”Selam”la başlardı hepsi de ,gene “Selam”la biterdi.Sadık mektubuna başlarken,”Çiçek bahçesi gibi yeşil,gül kokulu Talas ta yaşayan akrabalarıma,pek sevgili,pek değerli babam Colçubay’a …diye yazardı.Sonra şaşmaz bir sırayla benim anneme,kendi annesine,teker teker hepinize “selam” edilirdi.Ondan sonra sıra hısım akrabaya,köyün büyüklerine gelirdi.Mektubun tam bitiminde kısaca “Karım Cemile’ye de selam ederim” diye son bulurdu mektup.
 
Bir kimsenin ana-babası sağken,yakın akrabaları,köyün ileri gelenleri durup dururken herkesten önce karısının adını anmak,hele tutup onun adına mektup yazmak yakışık almaz,terbiyesizlik sayılırdı.Yalnız Sadık değil,kendine saygısı olan her erkek böyle düşünürdü.Köylerdeki anlayışın gereğiydi bu;aksini tartışmak şöyle dursun,bunu düşünmek bile kimsenin aklından geçmezdi.Çünkü mektup almak başlı başına sevindirici bir olaydı.
 
Annem mektubu birkaç kez okuturdu bana;sonra mektubu elimden alır,sofuca bir sevgiyle,sanki uçup gidiverecek bir kuşu tutuyormuş gibi,çatlamış ellerinden beceriksizce evirip çevirip,kıvırarak kağıdı üç köşe katlardı.Bu sırada gözleri yaşarırdı annemin,titreyen sesiyle;
-Ah,yavrularım,mektubunuzu işte böyle muska yaparak saklarız, diye mırıldanırdı.Bir de analarının,babalarının,akrabalarının hatırını sorarlar.Bize ne olacak köyümüzde yaşayıp gidiyoruz işte.İki satır sağlık haberlerinizi alalım,yeter bize.
 
Elindeki üç köşe kaplanmış kağıda bir süre daha bakar,sonra bunu içinde bütün mektupları sakladığı,meşin bir torbaya koyar,sandığa kilitlerdi.
 
Mektup aldığı sırada Cemile evdeyse okuması için ona da verirdi.Yengem üçe katlanmış kağıdı eline alınca yüzü utançtan kıpkırmızı kesilirdi.Gözlerini satırlarda hızla gezdirerek yutarcasına okurdu mektubu.Yalnız sona yaklaştıkça omuzları düşer,yanaklarının kızartısı yavaş yavaş sönerdi.O sırada kaşları da çatılmış olurdu.Son satırları okumadan,ödünç aldığı bir şeyi geriye verirmiş gibi,mektubu anneme soğukça verirdi.
 
Gelininin duygularını kendisine göre yorumlayan annem,mektubu yerine koyup sandığı kilitlerken yengemin gönlünü almaya çalıştırdı.
-Sana ne oluyor,kızım?Sevineceğine üzülüyorsun.Kocası askerde olan yalnız sen değilsin ki?Senin gibi bütün genç kadınlar dertli,hepimiz dertliyiz.Herkes gibi sen de dişini sıkıp bekleyeceksin.Kocasını özlemeyen,dört gözle gelmesini beklemeyen kadın var mı?Yalnız belli etme,acını içinde sakla!
 
Cevap vermezdi Cemile.Fakat karasevdalı,durgun bakışlarıyla bakarken;”Anneciğim,siz halimden ne anlarsınız?”demeye getirdi.
 
Sadık’ın mektubu bu sefer Saratov’dan geliyordu.Orada hastaneye yatırmışlardı onu.Kısmet olursa hava değişimi alıp güze eve gelecekti.Daha önce de böyle bir haber yazdığı için ona kavuşacağımız günü sevinçle bekliyorduk.
 
O gece gene evde kalamadım,ister istemez harmana döndüm.Çoğu gecelerimi orada geçirdim zaten.Atların ayaklarını köstekleyip yayılmaları için yoncalığın içine salıverdim.Çiftlik başkanı atların yoncalıkta otlamalarını yasaklamıştı ama benim bu yasağa pek aldırdığım yoktu,atlarımın semirmesini istiyordum çünkü.Çukurda kimsenin gözüne çarpmayacak geniş bir yer biliyordum,ayrıca geceleyin kimse de farkına varmazdı.Gelgelelim,oraya vardığımda birinin dört tane at birden saldığını görünce bayağı bozuldum.Nasıl bozulmayayım,bugüne bugün çift atlı bir arabanın sürücüsüydüm ben.Fazla düşünmeden bölgeme göz diken saygısıza bir ders olsun diye,atlarını sürüp çıkartmayı aklıma koydum.Tam o sırada Danyar’ın atlarından ikisini tanıdım.İşçi kolbaşısının sözünü ettiği gençti bu.Ertesi gün istasyonu onunla birlikte buğday taşıyacağımızı hatırlayınca atlarını yerlerinde bıraktım,harmana döndüm.
 
Danyar’ın kendiside oradaydı.Arabasının tekerlerini yağlamayı bitirmiş,o sırada dingillerin somunlarını sıkıyordu.
-Danyar ağabey,çukurdaki atlar senin mi?diye sordum.
 
Başını ağır ağır çevirdi bana baktı.
-Evet,ikisi benim.
-Ya öteki ikisi?
-Cemile mi nedir adı,onun işte.Neyin oluyor senin,yengen mi?
-Evet,yengem olur.
-Kolbaşı bıraktı onları,bana da göz kulak olmamı söyledi.
-İyi etmişim de atları kovalamamışım…
 
Gece karanlığı bastırınca dağdan esen akşam yeli de dindi.Harman yerinde hava iyice durgunlaşmıştı.Tınaz’ın dibinde yanıma uzanan Danyar az sonra yattığı yerden doğrularak ırmağa doğru yürüdü.Biraz ilerledikten sonra yolun tepesinde durdu, ellerini arkasına bağlayıp başını bir omzuna eğerek put gibi kaldı.Sırtı bana dönüktü o sırada,yumuşak ay ışığında uzun boyuyla tahtadan oyulmuş bir heykel gibi görünüyordu.Gece sakinleştikçe belirginleşen su şırıltısını dinliyordu anlaşılan.Ya da benim duymadığım bir nice sesleri,gece hışırtılarını …”Tuhaf adam,gene esti.Aklına geldikçe geceyi ırmak kıyısında geçirir.”diye gülümsedim.
 
Danyar köye geleli çok olmamıştı.Ekin biçtiğimiz bir gün çocuklardan biri koşa koşa yanımıza geldi.Köye yaralı bir asker dönmüştü,ama kimin nesi olduğunu bilmiyordu.Bu haberi alınca milletteki heyecanı görün siz!Yaşlısı,genci,bütün tarladakiler köye sökün ettiler.Hep böyleydi bu.Cepheden birinin döndüğünü öğrenince işlerini güçlerini bırakırlar:yeni geleni karşılamak,yakınlarını sormak,savaş haberlerini dinlemek için koşarlardı.Bu sefer ki heyecan başkaydı ama.Kimisi oğlunun,kimisi güveyinin döndüğünü düşünerek bağrışıp çağrışıyorlardı.Gidip işin aslını öğrenmeliydi.
 
Danyar’ın doğuma büyüme bizim köyden olduğu sonradan anlaşıldı.Anlatılanlara göre küçük yaştan yetim ve öksüz kaldığı için birkaç yıl şunun bunun yanına sığınmış,sonra ana tarafından akrabalarının bulunduğu Çakmak ovasındaki bir Kazak köyüne gitmişti.Bizim köyde arayıp soracak yakın bir akrabası bulunmadığından çoğunun adı sanı anılmaz olmuş.
 
Danyar bizim köyden gittikten sonraki yaşamı konusunda hep kaçamaklı cevaplar verirdi.Gene de çok çektiği,öksüzlüğün acısını yeterince çektiği belliydi.Yaşam fırtınaları onu önüne katıp oradan oraya sürüklemişti.Önce çorak ovalarda koyun-kuzu gütmüş,yeni kurulan devlet pamuk üretme çiftliklerinde çalışmıştı.Sonra Taşkent yakınlarındaki Angren maden ocaklarında işçilik yapmış,buradan da askere gitmişti.
 
Danyar’ın doğduğu köyüne dönmesi hemşehrilerinin hoşuna gitmişe benziyordu.”Aferin!”diyorlardı.”Ne kadar sağda solda dolaştıysam da döndün yurduna.Demek daha köyünün arklarından içeceğin su varmış.Ana dilini de unutmamışsın biraz Kazakça’ya çalıyorsa da düzgün konuşuyorsun…Tulpar ne kadar uzakta olursa olsun,yılkısını arar bulurmuş.Kim yurdunu,kim ulusunu aramaz?İyi ettin döndüğüne!Hem bizi memnun ettin hem atalarının ruhunu.Tanrı izin verir de Alman’ı yenersek her şey düzene girer.O zaman senin de evin barkın olur,bacandan duman tüter.”
 
Köyün yaşlıları Danyar’ın atalarını hatırlamaya çalıştılar,geldiği soyu bulup çıkardılar.Böylece Danyar’ın da akrabamız olduğu anlaşıldı.
 
İşçi kolbaşımız Orazmat’ın ot biçmeye getirdiği uzun boylu,kamburumsu,sol bacağı üzerine biraz aksayan asker bu Danyar’dı işte.Bodur kısrağıyla Orazmat önde gidiyor;Danyar ise,kaputunu omzuna atmış yürürken,ona yetişmeye çalışıyordu.Danyar’ın yanında kısacık boyuyla fıttır fıttır elini kolunu sallayan kolbaşı ürkütülmüş çulluk kuşunu hatırlattı bize.Çocuklar dayanamayıp güldüler.
 
O zaman Danyar’ın yaralı bacağı iyice geçmediği için dizi bükülmüyordu.Tırpancıların yanından alıp orak makinesine benim gibi küçüklerin yanına verdiler onu.
 
Doğrusunu söylemek gerekirse Danyar önceleri hiç hoşumuza gitmedi.En baştan içe kapanıklığını bir hayli yadırgamıştık.Az konuşuyor,konuştuğu zamanda aklında başka şeyler olduğunu anlıyordunuz.Kim bilir,neler neler düşünüyordu o sırada!Bakışları da durgun ve hülyalıydı;Yüzümüze baktığı halde sizi görüp görmediğini bilemiyordunuz.
-Zavallı çocuk,savaştan sonra hala toparlayamadı kendini diyorlardı onun için.
 
Ne tuhaftır,bu kadar durgun oluşuna rağmen eline çabuktu,dikkatli çalışıyordu.Onu böyle görenler de girgin,sokulgan biri sanırlardı.Belki de güçlükler içinde geçen çocukluğu ona duygularını,düşüncelerini saklamasını öğretmiş onu ağırbaşlı bir insan yapmıştı.
 
Köşelerinde derin kırışıklıklar bulunan ince dudakları hep kapalı dururdu.Gözlerinde ise değişmeyen bir durgunluk ve hüzün vardı.Her zaman yorgun görünen,zayıf yüzüne canlılık veren tek şey kaşlarının kıvraklığı,oynaklığıydı.Bazen başkalarının duymadığı bir ses duymuş gibi dikkat kesilir;kaşları yukarı kalkarken gözleri anlaşılmaz bir pırıltıyla yanardı.Bir şeye sevinmiş gibi uzun uzun gülümserdi sonra da.Bütün bu halleri tuhafımıza giderdi bizim.Yalnız bu değil ki,daha bir nice gariplikleri vardı!Akşamleyin atları çözüp de çardağın yanında ahçı kadının yemek pişirmesini beklerken Danyar yakındaki bir tümseğin üstüne çıkar,hava kararana kadar orada otururdu.
 
-Ne yapıyor bu adam orada?Yoksa nöbet mi tutuyor?diye gülerdik.
 
Bir keresinde merak ettim;tümseğin üstüne,Danyar’ın yanına ben de çıktım.Görünürde fazla bir şey yoktu.Yamaçlardan başlayıp aşağılara doğru uzanan geniş bir düzlük enginlerde morumsu alcakaranlığa karışarak kaybolurdu.Karanlık bastırdıkça sınırları belirsiz koyu tarlalar sessizlik içinde eriyor gibiydi.
 
Danyar benim gelişime aldırış bile etmedi.Oturduğu yerde dizlerini kucaklamıştı,gözleri ilerideki bir noktaya dikiliydi,fakat durgun bakışlarında bir aydınlık vardı.O anda,gene benim duyamadığım seslere kulak veriyormuş gibi bir duyguya kapıldım.Arada bir dikkat kesiliyor,gözlerini iri iri açarak dalıp gidiyordu.İçini sıkan bir şey vardı sanki,her an ayağa fırlayıp ruhunun derinliklerini açacakmış gibi tetikte bekliyordu.Beni hiç fark etmiyordu o sırada.Gözlerinin önünde kocaman,uçsuz bucaksız,fakat benim göremediğim bir şeyin bulunabileceğini getirdim aklıma.Az sonra bir de baktım ki,Danyar başını önüne eğmiş,süklüm büklüm otuyor.Ağır bir işten sonra dinleniyordu sanki.
 
Bizim çiftliğin ot biçme yerleri Kurkureu ırmağının iki yakası boyunca uzanır.Biraz yukarımızda boğazdan kurtulan Kurkureu delicesine bir alkışla,kükreyerek geçerdi önümüzden.ot biçme mevsimi aynı zamanda dağ ırmaklarının taşma mevsimiydi.Irmağın kabaran suları akşamdan bulanmaya,köpüklenmeye başlardı.Gece yarısı şiddetli bir çğıltıyla açardım gözlerimi.Maviliği içimde donup kalmış gök,yıldızlarıyla çardağın içine bakardı.Arada bir esen rüzgarı saymazsak toprak derin bir uykuya dalmış olurdu.Taşan ırmak sanki tehdit edercesine üstümüze üstümüze gelir gibiydi.Çardağımız ırmak kıyısına fazla yakın olmamakla birlikte gürültünü bu kadar yakından duyulması bayağı ürkütürdü beni.Sular bizi sürükleyip götürecekmiş gibi bir hisse kapılırdım.Arkadaşlarım horul horul uyurlardı o sırada,ama beni uyku tutmadığı için dışarı çıkardım.
 
Kurkureu ırmağının yatağı geceleri güzel olduğu kadar korkunçtur da.Ayağı köstekli atlar çayırlıklarda birer gölge gibi görünürler.Şimdi de öyle,çiğ düşmüş otlarla karınlarını doyuran hayvanlar arada bir pofurdayarak durdukları yerde pinekliyorlardı.Hemen yakınlarında ise ıslak ılgın dallarını yere yatıran coşkun sular önlerine kattıkları taşları sürükleyerek götürüyorlardı.Irmağın çağıltısı bitmek tükenmek bilmeyen korkunç bir uğultu halinde gecenin sessizliğini doldurmuştu.İnsan bu uğultuyu dinledikçe tüyleri diken diken oluyordu.
 
Böyle gecelerde nedense hep Danyar’ı hatırlardım.Danyar ırmağın ta kıyısındaki ot yığınlarından birisinin içinde uyurdu.Korkmaz mıydı bu adam?Uğultudan kulakları sağır olmaz mıydı ? uyur muydu,uyumaz mıydı ?Sonra ne diye ırmak kıyısında gecelerdi ?Ne zevk alırdı bundan ?Tuhaf adamdı doğrusu,sanki başka bir dünyadan gelmişti.Şimdi neredeydi acaba?Çevreme bakındım,kimseyi göremedim.Irmağın iki yakasında dizi dizi uzanıyordu yassı tepeler;dağların uçları karanlıkta sivri sivri görünüyordu.Gökyüzü yıldızlı ve sessizdi.
 
Danyar’ın köyde dost edinmesinin zamanı geldi de geçti diye düşünüyordu insan.Oysa onun buna aldırdığı bile yoktu;sanki dostlukla düşmanlığın,sevgiyle nefretin onca hiçbir farkı yokmuş gibi,insanlardan ayrı,tek başına yaşayıp gidiyordu.Hem kendinin,hem başkalarının hakkını savunan;yeri gelince iyilik de,kötülük de yapabilen;şölenlerde,törenlerde yaşlılara fırsat vermeyip işleri üstüne alan genç adam köyde her zaman göz önündedir;böylesi kadınların da dikkatini çeker.Gel gelelim bir genç,Danyar gibi köyün günlük yaşantısına karışmazsa bazıları onu hiç farketmedikleri gibi,bazıları da üstünde fazla durmadan geçerlerdi.
 
-Kimseye ne zararı dokunur,ne yararı.Zavallı kendi başına geçinip gidiyor işte…
 
Kural böyledir;Danyar tipinde insanlara ya gülünür,ya acınır.Bizim gibi yaşından büyük görünmek isteyen yeniyetmeler büyük ağabeylerimizle aşık atmak hevesiyle alaya alırdık Danyar’ı…Tabii açıkça değil,kendi aramızda.Asker fanilasını ırmakta kendisi yıkıyor diye kıs kıs gülerdik.Yalnız yıkasa gene iyi;bir de tutar ıslak ıslak giyerdi.Adamcağızın başka fanilası yoktu çünkü.
 
Ne tuhaf;bu kadar sessiz,zararsız göründüğü halde hiç birimiz kalkıp da Danyar’la senli benli konuşmaya cesaret edemiyorduk.Buna engel aramızdaki yaş farkı değildi;onun gibi bizden üç dört yaş büyük olanlarla yakın arkadaşlık eder,teklifsizce konuşurduk.Sonra bize yüz vermeyişinden,gözümüzü korkutmasından,bize kendisini saydırmasından da değildi.Hayır hayır,hiçbiri değildi bunların.Her an alaya almaya hazır beklediğimiz bu insana karşı bizi engelleyen şey onun sessiz,düşünceli somurtkanlığında gizlenen,bizim erişemeyeceğimiz duygu uzaklığıydı.
 
Belki de bir olay bizi Danyar’a karşı tedbirli olmaya itmişti.
 
Ben öğrenmeye meraklı bir çocuktum,sorularımla bir çok insanı canından bezdirmişimdir.Hele cepheden dönen askerler elimden yakalarını kurtaramazlardı.Danyar bizimle ot biçmeye başladıktan sonra her an bir fırsatını bulup savaş konusunda bilgi almak için çırpınıyordum.
 
Bir akşam çalışmamızı bitirmiş,ateşin başında dinleniyorduk.Yemeğimizi yemiştik.
 
-Danyar ağabey,uyuyana kadar savaşta başından geçenleri anlatsana bize,dedim.
 
Bir süre konuşmadı,hatta gücenmiş gibi bir tavır takındı.Ateşe uzun uzun baktıktan sonra başını kaldırdı,gözlerini bize çevirdi.
 
-Savaşta başımdan geçenleri mi dedin?diye sordu.Kafasındaki düşüncelere cevap vermiş gibi,boğuk bir sesle;
 
-Olmaz,savaşın ne menem bir şey olduğunu öğrenmeyin daha iyi,dedi.
 
Böyle dedikten sonra bir kucak dolusu çalı çırpı aldı,bunu ataşe atarak üflemeye başladı.Bu sırada başını kaldırıp bir kere bile bakmadı yüzüme.
 
O akşam Danyar’ın ağzından başka söz çıkmadı.Fakat söylediği o iki cümle,savaştan basit bir şekilde konuşulamayacağını,hele savaşın uykuyu getirecek bir masal konusu olamayacağını anlamaya yetmişti.İnsanın yüreğinde kan gibi pıhtılaşan bir savaş anısını öyle ulu orta anlatmak her yiğidin harcı değildi.Bunu kavradıktan sonra yaptığımdan utandım,o günden sonra savaş lafını bir daha da ağzıma almadım.
 
 
Ama Danyar böyle yaparak çevresinin saygısınız kazanmamıştı.Köy halkının ona karşı duyduğu merakla birlikte o akşam olanlar da unutuldu gitti.Danyar’ın içine kapanıklığı,tutukluğu insanı kendine acındırmaktan,bir de ilgilerini azaltmaktan başka bir işe yaramamıştı.Onun için;
 
-Başını sokacak bir yeri bile yok,oğlancağızın,diyorlardı.İnsan çiftlikte ne kadar karnını doyursa da,yakınında yardım elini uzatacak birinin bulunmasını ister.Kimseye zararı dokunmayan uslu bir insan.
 
Ertesi sabah Danyar’la atları yoncalıktan harman yerine getirdiğimizde Cemile oradaydı.Bizi görünce daha uzaktan bağırdı:
 
-Kiçine bala,hadi,benim atları getir!Koşumları nereye koydun?
 
Sanki kırk yıllık sürücüymüş gibi arabasını inceden inceye gözden geçirmeye;sağlam mı,değil mi diye ayağıyla vurarak,teker kovanlarını yoklamaya başladı.
 
Atlarını yanına götürdüğümüzde görünüşümüz Cemile’nin bir hayli tuhafına gitti.Danyar’ın ince zayıf bacaklarının ucunda sallanan keten çizmeleri sanki ayaklarından fırlayıp gidecekmiş gibi oldu.Benim ayaklarım çıplaktı.topuklarım kirden kararmıştı.
 
Cemile bize bakarak,neşeyle;
 
-Tam birbirinizi bulmuşsunuz,dedi.
 
Sonra vakit geçirmeden iş buyurmaya başladı.
 
Hadi elinizi çabuk tutun biraz.Sıcağa kalmadan bozkırı geçmeliyiz.
 
Atları yularlarından tuttu,işini bilir bir tavırla arabaya yanaştırdı,koşumları geçirmeye başladı.bütün işi kendisi yapıyordu.,yalnız bir keresine bana dizginlerin nasıl takılacağını sordu.Bunları yaparken dönüp de Danyar’ın yüzüne bakmadı bile.Sanki yanımızda böyle biri yoktu.
 
Cemilenin tuttuğunu koparan,çevresine metelik vermeyen tavırları Danyar’ı bir hayli şaşırtmıştı.Dudaklarımı sımsıkı kapatıp biraz uzakta durarak,yadırgayan bir bakışla fakat gizli bir hayranlıkla seyrediyordum onu.
 
Danyar buğday dolu çuvalların birini kantardan kaldırıp da arabaya doğru yürüyünce Cemile atıldı oradan:
 
 
-Yo öyle şey olmaz!Bir kişinin yapacağı iş değil bu!Hadi ver bakayım elini!Hey,kiçine bala,ne duruyorsun öyle ? Arabaya çık da çuvalları yerleştir bakalım!
 
Cemile kendisi Danyar’ın elini yakaladı,çuvalı ikisi birden tutup birleştirdikleri kollarına yaslayarak arabaya attılar.Bu sırada Danyar utancından kıpkırmızı oldu.Böyle her seferde el ele tutuşup,başları birbirine değercesine yaklaşarak çuvalları götürürlerken Danyar ezilip büzülüyor,dudaklarını ısırıyor,Cemile’nin yüzüne bakmamaya çalışıyordu.Oysa cemile hiç oralı değildi.Tartıcı kadınla şakalaşırken Danyar’ın ne durumda olduğunu görmüyordu bile.
 
Arabalarımızı doldurup dizginleri elimize aldığımızda Cemile gülerek,kurnazca göz kırptı.
 
-Hey Danyar mısın,nesin ?Görünüşte erkeğe benzediğine göre,hadi düş bakalım öne!
 
Danyar gene sesini çıkarmadan arabasını sürdü.”Ah,zavallı! Diye düşündüm.Üstelik öyle de utangaç ki”
 
Önümüzde uzun bir yol vardı.Bozkırda yirmi kilometre kadar ilerledikten sonra boğaza varacaktık,oradan da istasyona…Gidişin iyi tarafı şu ki,hep yokuş inecektik;atlar fazla yorulmayacaktı.
 
Adını Kurkureu ırmağından alan köyümüz ırmak kıyısında,ulu dağların eteğinde kurulmuştu.Boğaza girene kadar ,köy,koyu ağaç kümeleri arasında gözden hiç kaybolmuyordu.
 
Günde ancak bir sefer yapabiliyorduk.Sabahleyin çıktığımız halde ancak öğleden sonra varıyorduk istasyona.
 
Cayır cayır yakıyordu güneş,istasyon ise ana-baba günüydü.Ovanın dört bucağından gelmiş arabalar,kağnılar;dağ çiftliklerinden inmiş çuval yüklü eşekler,öküzler…Bütün bunları üstleri başları kirden kararmış,yüzleri güneşten yanmış,çıplak ayakları taşları vura vura parçalanmış,dudakları sıcaktan ,tozdan çatlamış çocuklar,kocaları askere gitmiş kadınlar getiriyordu.
 
Buğday toplama merkezinin kapısına;”Her başak cepheye gidecek!”diye yazılmıştı.Avlu çok kalabalıktı.İğne atsan yere düşmezdi.Köylerden buğday getirenler bağırıp çağırıyorlardı.Alçacık duvarın ötesinde bacasından koyu,sıcak dumanlar çıkaran bir lokomotif ileri geri gidip gelirken çevresine yanmış kömür kokusu saçıyordu.Kulakları çınlatan düdük sesleri arasında trenler geçiyordu daha ilerden .Yerlerinden kalkmak istemeyen develer salyalı ağızlarını açıp bet bet böğürerek sağa sola öfkeyle bakıyorlardı.
 
Güneşten ısınmış saç bir sundurmanın altından buğday dağlar gibi yığılmış.Çuvalları tahta bir merdivenden tırmanıp sundurmanın altına kadar çıkarmak gerekiyor.Oradan dökülen buğday tozu,toprağı insanın genzini yakıyor.
 
Uykusuzluktan gözleri kanlanmış alım memuru merdivenlerden tırmanan birine bağırıyor aşağıdan:
 
Hey,aslanım,çık daha!sonuna kadar çık!
 
Bu da yetmiyormuş gibi yumruklarını sallıyor,ağız dolusu küfrediyor…
 
Ne diye küfrediyor bu adam?Herkes nereye çıkaracağını bilmiyor mu ?hem de öyle biliyor ki!Kadını,ihtiyarı,çocuğu bir sürü insanın tane tane topladığı ürünü tarladan çuvallara doldurup getirenler onlar değil mi ? külüstür biçerdöverlerin başında o sarı sıcakta yırtınıp duranlar onlar değil mi ?Ateş gibi kızan oraklarıyla iki büklüm çalışan kadınlar,yere düşen her başağı minik elleriyle toplayan çocuklar onlar değil mi?
 
Omzuma vurduğum çuvalların ağırlığını şimdi bile hatırlarım.Aslında güçlü kuvvetli erkeklerin yapacağı bir işti bu.Merdivenin gıcırdayan,ayaklarımın altında bükülen tahta basamaklarında dengemi güçlükle sağlıyor;sırtımdaki çuvalı düşürmemek için ucunu dişlerimin arasında sıkıyordum.Toz genzimi yakıyordu,çuvalın olanca ağırlığı kaburgalarıma çöktüğü için kırmızı halkalar uçuşuyordu gözlerimin önünde.Yarı yolda dizlerimin dermanı kesilip çuvalın sırtımdan kayışını önleyemediğimden,kaç kere yükümü aşağıya atıp kendimde onunla birlikte yuvarlanmak istemişimdir.Ama yapamazsın ki,arkadan başka gelenler var!Başkası değil,benim yaşıtlarım,benim kadar çocukları olan asker karıları taşıyorlar çuvalları.Savaş olmasa onlara hiç bunca ağırlığı taşıtırlar mıydı? Hayır,benimle birlikte aynı işi yapan kadınlardan geri kalmamalıydım.
 
İşte Cemile önümden çıkıyor.eteğini dizinin üstüne kadar topladığı için,düzgün esmer,güzel baldırlarındaki kasların gerildiğini görüyorum.Cemile çuvalın ağırlığı altında belini kırmamaya ,yaya gibi bükülen gövdesini dik tutmaya çalışıyor.Sanki benim her basamakta biraz daha yorulduğunu anlamış gibi durup yüreklendiriyor beni:
 
-Dayan,kiçine bala,az kaldı!
 
Bunları zorla,ıkınarak söylüyor.
 
Çuvallarımızı boşaltıp dönerken basamaklarda Danyar’la karşılaştığımız olurdu.Her zamanki yalnızlığı ve sessizliği içinde ;biraz topallayarak,ölçülü,sağlam adımlarla tırmanırdı merdivenlerden.Tam bizim hizamıza gelince yakıcı,üzgün bir bakışla bakardı Cemile’ye.O sırada yengem belini doğrultmaya çalıştı,buruşan elbisesini düzeltirdi.Danyar ona her seferinde yeni görmüş gibi bakarken o bunu görmezlikten gelirdi.
 
Aralarındaki ilişkinin cinsi iyice belli olmuştu;yengem onunla ya alay ediyor, ya da görmezlikten geliyordu.O anda ki ruh haline bağlıydı bu.diyelim arabalarla yolda gidiyoruz.Cemile’nin birden aklına eser,kırbacını şaklatıp atları haylayarak dört nala kaldırdı onları.Tabii ben de onun ardından.Zavallı Danyar kolay kolay çökmeyen koyu bir toz bulutu içinde kalırdı.
 
Herkesin kaldıramayacağı bir şakaydı bu aslında.Fakat nedense hiç kızmazdı.Biz yanından geçerken,ayağa kalkıp kahkahayla gülen yengeme suskun bir hayranlıkla bakardı.Onu geçtikten sonra başımı geriye çevirdiğimde tozlar içinden onu hala ona bakarken gördüm.Bu her şeyi bağışlayan,babacan bakışlarda sönmek bilmez,gizli bir özlenim izlerini her zaman farketmişimdir.
 
Cemile’nin alayları gibi ilgisizliği de kızdırmazdı.Danyar’ı sanki onun her şeyine katlanmaya ant içmiş gibiydi.İlk zamanlar Danyar’a acıdığım için yengeme birkaç kere ;
 
-Kimseye zararı dokunmayan bir adamla ne diye alay ediyorsun? diye çıkıştım.
 
Ama Cemile güldü geçti:
 
-Bırak canım şu yabaniyi! Şakalarımdan ona ne olur?
 
Sonra ben de eğlenmeye başladım Danyar’la,hem de Cemile’den aşağı kalmıyordum.Adamın yengeme gözünü dikip bakmaları beni bayağı rahatsız etmeye başlamıştı.Cemile sırtına çuval yüklerken ona öyle bir bakışı vardı ki!Ne yalan söylemeli,bu pazar kalabalığı içinde birbirini itip kakan,bağırıp çağıran bu gürültücü insanlar arasında rahat ve kendine güvenen yürüyüşle hiç istifini bozmadan işini yürüten yengem herkesin dikkatini üzerine çekiyordu.
 
Onu seyretmek elde değildi. Cemile arabanın kenarında çuvalı omuzlarına alırken sırtını arabaya dayayıp çuvalla birlikte ona abanırdı. Bu sırada başını öyle bir eğişi vardı ki, uzun saç örgüleri yere değer, boynunun bütün güzelliği ortaya çıkardı. Danyar dinleniyormuş gibi yaparak gözleriyle kapıya kadar izlerdi onu. Herhalde bunu kimse sezmeden yaptığını sanırdı. Oysa hiçbiri kaçmazdı gözümden. Zamanla onun bu bakışları beni tedirgin etmeye, hatta duygularımı incitmeye başladı. Danyar’ı hiçbir zaman yengemin dengi bir erkek saymıyordum.
 
“Bu adam bile bakmaya kalktıktan sonra öbürlerine ne denir!” diye düşünüyor, öfkeden içim içime sığmıyordu. O zamanlar daha etkisinden kurtulamadığım çocuksu bir kıskançlık vardı içimde. Çocuklar da öyle, bir yakınlarını başkalarından kıskanmazlardı? Artık Danyar’a acımak yerine düşmanca duygular beslemeye başlamıştım, birisi onunla evlenecek sinsi bir zevk duyuyordum.
 
Yalnız bizim bu alaylarımız bir gün tatsız bir şekilde son buldu. Buğday koyup taşıdığımız çuvallardan biri kıldan örme olup ötekilerden daha büyüktü. Bir kişi onunla baş edemediği için her seferinde yengemle ikimiz tutup götürürdük. Bir gün harmanda Danyar’a yeni bir oyun oynamayı kararlaştırdık. Büyük çuvalı onun arabasına yükledikten sonra üstüne ötekilerden koyduk. İstasyon yoluna yakın bir Rus köyü vardı, yengemle oraya saparak biraz elma topladık. Yolda giderken hep aynı gülüşmeler, hep aynı şakalar… Cemile Danyar’a elma attı, adamı gene toz duman içinde bırakarak gene arabamızla önüne geçtik. Bize ancak demir yolu geçidinde yetişebildi adamcağız, o da yol kapalı olduğu için. Oradan istasyona hep birlikte gittik.Nasıl oldu bilmem,bu sırada yüz kilodan fazla çeken çuval aklımızdan çıkmıştı.Ancak arabayı boşaltmaya yaklaştığımızda aklımız başımıza geldi.
 
Cemile yaramaz bir çocuk gibi dirseğiyle beni dürterek Danyar’ı gösterdi.Baktım adamcağız arabanın üstünde dikilerek çuvalı gözleriyle ölçüp biçiyor.Nasıl götüreceğini düşünüyordu herhalde.Bir ara gözü bize takıldı.Cemile’nin gülmekten katıldığını görünce bütün meseleyi anladı.
 
Cemile dayanamadı;
-Pantolonunu iyi çek,yoksa giderken düşürürsün!diye bağırdı.
 
Danyar bize öyle bir bakışla baktı ki,yerimizde donduk kaldık.”Dur!”demeye kalmadı,koca çuvalı kaptığı gibi arabanın yan tarafına dayadı,kendisi de aşağıya atladı.Ondan sonra sırtına yükleyip bir eliyle de tutarak yürüdü gitti.Önce bunda olağanüstü bir şey yokmuş gibi tavır takındık.Biz öyle yapınca başkaları haydi haydi işin farkında olmazlar:sırtına çuval yüklemiş giden bir adamda şaşılacak ne var ki?Fakat Danyar tam merdivene yaklaştığı sırada Cemile koştu,arkasından yetişti.
-İndir çuvalı,şaka yaptık sana!
Danyar kelimelerin üstüne basa basa;
-Git buradan!diyerek basamaklara yürüdü.
Cemile şaşırmıştı.Sanki bu işi düşündüğüne iyi etmiş gibi;
A, vallahi taşıyor!dedi
 
Bir yandan da kıs kıs gülüyordu.Fakat bu gülme zamanla soğuklaştı,zorlamalı bir şekil aldı.
 
İlk gözümüze çarpan,Danyar’ın sol bacağı üstüne fazlaca aksaması oldu.Adamın topalladığını nasıl olmuş da unutmuştuk!Bu aptalca şakayı ortaya attığım için kendime ne kadar kızsam gene az.
 
Cemile iyice neşesi kaçmış gülüşle;
-Dön geriye! Diye bağırdı.
 
Danyar istese de dönemezdi artık,çünkü arkasından başka gelenler vardı.
 
Ondan sonra olanları doğru dürüst hatırlamıyorum.Yalnız bütün gördüğüm,Danyar’ın koca çuvalın altında iki büklüm yukarı tırmandığıydı.Başını önüne iyice eğmiş,dudaklarını sımsıkı kapatmıştı.Ağrıyan bacağını güçlükle atarak,yavaş yavaş yürüyordu.Her yeni adımının ona ne büyük acı verdiği her an duraklayıp başını silkişinden belliydi.Üstelik yukarıya çıktıkça yana doğru yalpalanması da artmıştı.Onu böyle sallayan sırtındaki ağır çuvaldı.Duyduğum korku ve utançtan boğazımın kuruduğu hatırlıyorum.Sanki Danyar’ın sırtındaki koca çuvalı ben taşıyormuşum,o dayanılmaz ağrı benim bacaklarımdaymış gibi dehşetten katılıp kalmıştım.İşte gene sendeledi,bacağının sancısından başını salladı.Onunla birlikte ben de sendeledim,gözlerim karardı,toprak altımda gidip gidip gelmeye başladı…
 
Birinin elimi acıtırcasına sıkmasıyla geldim kendime.Önce tanıyamadım,yengemdi elimi sıkan.Yüzü kireç gibi ağarmış,kocaman kocaman açtığı gözlerinin bebekleri korkudan irileşmişti;dudakları deminki gülüşüyle titriyordu.Yalnız biz değil,orada bulunanların hepsi,alım memuru bile koşup merdivenin dibine gelmişlerdi.Danyar iki adım daha attı,sonra sırtındaki çuvalı dengelemek için yavaş yavaş dizinin üstüne çökmeye başladı.
 
Cemile elleriyle yüzünü kapatarak.
At çuvalı!At!diye bağırdı.
 
Danyar atmak istemiyordu çuvalı.Oysa arkadan gelenlere çarpmaması için merdivenden aşağıya bırakıvermek işten bile değildi.Cemile’nin bağırması üzerine Danyar dizinin üstünde gene doğruldu,yekindi,bir adım attı atmadı,başını acıyla silkti.
 
Bu sefer alım memuru dayanamadı:
-Ulan köpoğlu köpek!Atsana çuvalı!
Çuvalı atması için başkaları da bağırdılar.
Danyar hala direniyordu.Birisi alçak sesle;
-Hayır,göreceksin atmayacak,dedi.
 
Artık herkes-Danyar’ın arkasından yürüyenler de,aşağıda duranlar da- atmayacağını,yuvarlanırsa onunla birlikte yuvarlanacağını anlamıştı.Bir ölüm sessizliği çökmüştü ortalığa.Duvarın arkasından geçen bir trenin düdüğü duyuldu…
 
Hiçbir şeye aldırdığı yoktu Danyar’ın.Ayaklarının altında bükülen basamaklarda sallana sallana kızgın sundurmanın altına doğru tırmanıyordu.Dengesini yitirdiği için iki adımda bir duruyor,sonra gücünü toplayıp gene yürüyordu.Danyar’ın arkasından gelenler ister istemez onun çıkışına ayak uydurmuşlardı,o durdukça onlar da durup bekliyorlardı.Durup durup beklemeler onları fazlasıyla yorduğu halde ne bir kızan oldu,ne de ağzını açıp tek kelime söyleyen.Sanki görünmez iple birbirine bağlı,birinin ölümü ötekilerin de ölümü demek olan tehlikeli,kaygan bir geçitten bütün dikkatleriyle geçiyor gibiydiler.Uyumlu suskunluklarında ve tekdüze sallanmalarında ağır bir ritim hakimdi.Danyar adımını attı mı onlar da atıyor;Danyar durdu mu,onlar da duruyordu.Onun hemen arkasından canını dişine takarak yürüyen asker karısının bakışlarındaki yalvarış,acıma görülecek şeydi.Kendi ayakları Kendi ayakları birbirine dolaştığı halde Danyar’a yardım etmesi için yalvarıyordu Tanrı’ya.
 
Yolun çoğu gitmiş azı kalmıştı.Fakat Danyar bir daha sendelendi.İstediği halde ağrıyan bacağı üzerinde toparlanamadı.Çuvalı sırtından atmasa her an yuvarlanabilirdi.Cemile bana;
-Koş!Arkadan tut!diye bağırdı.
 
Sanki Danyar’a bir yararı dokunurmuş gibi şaşkın şaşkın ellerini uzattı.
 
Merdivenlere atıldım.Yukarı doğru koştum.Sırtı çuvallı insanlar arasından kendime zor ol açıyordum.Yanına varınca Danyar bana dirseğinin altından şöyle bir baktı.Terden ıslanmış,güneş yanığı alnında damarları şişmişti;kan çanağına dönmüş gözleri kin doluydu.Çuvalını altından tutmak için elimi uzatınca;
-Defol!diye bağırarak ileri yekindi.
 
İşini bitirdikten sonra derin derin soluyarak ve topallaya topallaya aşağıya indiğinde kolları yanlarında urgan gibi sarkıyordu.Kalabalık, geçmesi için iki yana açıldı, ama alım memur kendini tutamayıp bağırdı;
 
-Aslanım, aklını mı oynattın sen? Biz burada eşek başımıyız? Çuvalını aşağıda boşaltmak istesen “boşaltma” mı derdik? Sonra ne diye böyle büyük çuvallar taşıyorsun?
 
Danyar:
-Orası benim bileceğim iş,diyerek yere tükürdü,arabaya doğru yürüdü.
 
Utancımızdan yerin dibine geçmiştik.Yaptığımız çocukça şakayı bu kadar ciddiye alışından dolayı kendi kendimize kızıyorduk.
 
Ertesi sabah harman yerinde çuvallar yeniden doldurulurken Cemile uğursuz çuvalı eline aldı,bir ucuna ayağıyla basarak boydan boya yırttı.
 
Çuvalı şaşkın şaşkın bakan tartıcı kadının ayakları dibine atarak:
-Al şu paçavrayı!dedi.Kolbaşına da söyle,bir daha böylesini vermesin!
-Ne var?Bir şey mi oldu?
-Yok bir şey.
 
Ertesi gün Danyar kırgınlığını gene belli etmedi.Hiç konuşmuyor,bir şey olmamış gibi davranıyordu.Değişen tek şey,çuval taşırken çoğalan aksamasıydı.Anlaşılan bir gün önce yarasını bir hayli hırpalamıştı.Onu topallar gördükçe ona karşı işlediğimiz suç geliyordu aklımıza.Biraz yüzü gülse,şakalaşsa içimiz rahatlayacak;aramızdaki dargınlık unutulup gidecekti.
 
Cemile de aynı şekilde bir şey olmamış gibi davranıyordu.Hatta gururu elvermediği için neşeli görünmeye çalışıyordu,fakat içinin kan ağladığı her halinden belliydi.
 
İstasyondan dönüşte vakit epey geçmişti.Danyar’ın arabası en öndeydi.Gecenin büyüleyici bir güzelliği vardı.Hani pırıl pırıl yıldızların çok uzakta durdukları halde hemen yakındaymış gibi göründükleri o Ağustos geceleri var ya,o gecelerden biriydi işte.Gökyüzündeki en ufak yıldız bile görülebilirdi.Bakın, kırağılanmış kenarlarından çevresine soğuk pırıltılar saçan şu yıldızcık koyu boşluktan yeryüzüne nasıl da saf bir hayretle bakıyor!Boğazdan geçtiğimiz sürece bu küçük yıldızdan gözlerimi ayıramadım.Atlar eve dönüşte pek istekliydiler,çakıl taşları tekerlerin altında gıcır gıcır ediyordu.Rüzgar ovadan geçerken pelin otlarının genzi yakan çiçek tozlarıyla,çürümeye yüz tutmuş olgun şamamaların hafif mis kokusunu birlikte getiriyordu.Bütün bunlar at koşumlarının beklemiş ter ve katran kokularıyla karışınca başı dönüyordu insanın.
 
Yolun bir kenarında yaban gülü çalıları arasına gizlenmiş kayalar yükseliyordu.Öbür yanımızda, ta aşağılarda ise,söğüt kureu ırmağı vardı.Köprüden arada bir geçen trenin homurtusu arkalardan duyuluyor,tren geçip gittikten sonra tekerleklerinin tıkırtısı uzun süre kesilmiyordu.
 
Serin havada yolculuk yapmak,atların inip kalkan sırtlarını seyretmek,Ağustos gecesinin seslerini dinlemek,mis gibi yaz kokularını içine çekmek hoş şeydi.Cemile benim önümde gidiyordu.Bir ara dizginleri bırakarak hafiften bir türkü söylemeye başladı.Sessizlikten sıkıldığını anladım hemen.Böyle bir gecede susamazdı insan,Türkü söylemeden duramazdı.Onun için de Cemile türkü söylemeye başlamıştı işte.
 
Belki de Danyar’la ilişkilerimizdeki eski içli dışlığa dönmek,ona karşı duyduğu suçluluğu yenmek istiyordu.Canlı çınlayan bir sesi vardı;”İpek mendil salladım”,”Sevdiğim uzak yolda” gibi halk türküleri söylüyordu.Cemile çok türkü bilirdi.Bunları öyle sade,öyle duygulu bir okuyuşu vardı ki bıkmadan dinlerdi insan.Fakat birden türküyü bırakarak;
-Hey Danyar,bize bir türkü söylesene!Sen ne biçim gençsin!diye bağırdı
Danyar ne diyeceğini şaşırdı,arabasını durdurdu.
-Sen söyle,Cemile!kulağım sende,seni dinliyorum.
 
Cemile;
-Bizim kulaklarımız yok mu?Demek söylemek istemiyorsun?Peki,söylemezsen söyleme!diyerek kendisi başka bir türkü tutturdu.
 
Danyar’ın türkü söylemesini ne diye istemiş olabilirdi?Laf olsun diye mi yoksa onu konuşturmak için mi?Onunla konuşmadan duramayacaklar anlaşılan,çünkü az sonra gene laf attı:
 
-Hey,Danyar,sen hiç sevdin mi?
Danyar karşılık vermedi.Bunun üzerine Cemile’de sustu.
“Tam türkü söyletecek adamı buldu” diye düşündüm.
 
Yolumuzu kesen bir dereden, nalları gümüş rengi,ıslak çakıllarda şakırdayarak geçen atlar birden yavaşladılar.Gecenin bitiminde Danyar atları kırbaçladı,beklemediğimiz bir anda türkü söylemeye başladı.Arabanın tekerleri çukurlara düştükçe alçalıp yükselen,tuhaf bir sesi vardı.
Dağlar,dağlar karlı dağlar,
Atalarımın yurdu dağlar!
 
Birden durdu,öksürmeye başladı;ama türkünün arkasının göğüsten gelen,derin,fakat kısık bir sesle getirdi:
Dağlar,dağlar karlı dağlar,
Beşiğimin…
Danyar bir şeyden ürkmüş gibi türküyü gene yarıda kesti.
 
Onun ne kadar utandığını gözümün önüne getirebiliyorum.Fakat ürkerek sonunu getiremediği bu kısa türküden bile ne derece coştuğu,aynı zamanda güzel bir sesinin olduğu ortaya çıkmıştı.Demek,Danyar’dı bu türküyü söyleyen;inanasım gelmiyordu.
Cemile’ye;
-Bak şu Danyar’a! Dedim,kendimi tutamayarak.
Cemile de coşmuştu.
-Şimdiye kadar neredeydin,be kuzum?Haydi,kesme,canının istediği türküyü söyle!
 
Önümüzde bir açıklık belirmişti;boğazdan çıkmış,vadiye geliyorduk.Yüzümüze serin bir yel vurunca Danyar yeni bir türküye başladı.Başlangıçta ürkek çıkan sesi zamanla açıldı,gittikçe güçlenerek boğazı doldurdu,yalçın kayalarda çınladı.
 
Beni en çok şaşırtan söylediği türkünün tutku dolu yakıncılığıydı.Söyleyenin duyduğu coşkuyu başkasında da uyandıran,en gizli düşünceleri canlandıran şeyin bir türkünün neresinde bulunduğunu ne o zaman anlayabildim,ne de şimdi anlıyorum.Türkü söyleyenin sesi miydi bu,yoksa ruhundan kopup gelen bir şey miydi;orasını bilemem.
 
Danyar’ın türküsünü biraz benzeterek söylemeyi çok isterdim.Hemen hemen hiç sözü olmayan,fakat insan ruhunun kapısını sonuna kadar açan bir türküydü bu.İlk olarak ondan duyduğum,ondan sonra da bir daha dinlemediğim bu türkü ne tek başına Kırgız ezgilerine benziyordu,ne de Kazak havalarına;onda ikisini de andıran bir yakıcılık vardı.Danyar’ın müziği her iki kardeş halkın en güzel ezgilerini bir araya toplamış;eşi olmayan,ortak bir türkü yaratmıştı.Kah Kırgız dağları gibi yükselen,kah Kazak ovaları gibi enginleşen bir dağ ve ova türküsüydü bu…
 
Danyar’ı dinledikçe şaşkınlığım artıyordu.”Vay, Danyar vay!Sende neler varmış da bilmiyormuşuz!”diye düşündüm.
 
Düzlüğe çıkmıştık,arabaların gide gele yumuşattığı bir yoldan yürüyorduk.Buraya gelince Danyar’ın türküleri de enginleşti,büyük bir kıvraklıkla ezgiden ezgiye geçerek durmadan değişti.Bu ne zenginlikti böyle!Danyar’a ne olmuştu?Ortaya çıkmak için gününü,saatini mi beklemişti bu adam?
 
Kafamda bir şey birden aydınlanıverdi.Çevresindeki insanları şaşırtan,onu alay konusu yapan o tuhaf suskunluğunun,yalnızlığına düşkünlüğünün,hayalperestliğinin nedenini anlamıştım şimdi.Akşamları tepenin üstünde kalışımın,ırmak kıyısında tek başına geceleyişinin, başkalarının işitmediği seslere kulak verişinin, gözlerinin birden alev alev yanışının, kaşlarının yukarı kalkışının bir sebebi vardır: deli gibi aşıktı Danyar. Anladığıma göre sevdiği biri de yoktu. Onunkisi toprağa, yaşama karşı duyulan bir aşktı, derin bir tutkuydu. Yalnız Danyar sevgisini içine gömmüştü; onu müziği ile dışa vuruyor, onunla yaşıyordu. Yoksa sevmeyen bir insan, sesi ne denli güzel olursa olsun, böyle türkü söyleyemezdi.
 
Türkülerden biri biter gibi olurken bir yenisinin titreyen ezgisi uyuyan bozkırı uykusundan kaldırıyordu. Silkinen bozkır kulağına hoş gelen bu tanıdığı türküyü dinlerken teşekkür ediyordu sanki. Tırpan bekleyen olgunlaşmış sarı ekinler geniş dalgalarla dalgalanıyor, sabahın ilk aydınlığı başakların üstüne düşüyordu. Değirmenin çevresindeki yaşlı söğüt ağaçlarının yaprakları hışırdadı,ırmağın ötesine çadır kuran göçebelerin yaktıkları ateşler söndü.Derken bir atlı gölge gibi süzüldü;bahçeler arasında çıka kaybola,köye doğru,ırmak boyunca,sessizce geçti gitti.Köy yönünden esen yel püsküllü mısırların sütlü bal kokusunu,elma kokusunu,kararmaya yüz tutmuş ılık tezek kokusunu sürükleyip getirdi.
 
Danyar türkü söylerken her şeyi unutmuştu. Büyülenen ağustos gecesi susmuş,onu dinliyordu.Bu büyüyü bozmak istemeyen atlar bile uygun adımlarla yürüyorlardı.
 
Türküsünün ovayı çınlatan,tiz bir perdesine geçtiğine Danyar birden durdu;atlarını dehleyerek dört nala sürdü.
 
Bir an Cemile de onun arkasından hızlanacak sandım.Atlarımı sürmeye hazırlanmıştım ki,baktım;yerinden bile kıpırdadığı yok.Başı bir omzuna eğik,nasıl oturmuşsa gene öyle duruyor.Görenler onu havada dolaşan bir takım sesleri dinliyor sanırdı.
 
Danyar bizden ayrıldıktan sonra köye kadar konuşmadan geldik.Böyle zamanlarda konuşmanın gereği var mıdır?Çünkü insan her şeyi kelimelerle anlatamaz…
O günden sonra yaşantımızda bir değişiklik oldu.Her an sevdiğim,istediğim bir şeyi bekliyor gibiydim.Sabahleyin harmanda çuvalları arabaya yükleyip de istasyona vardık mı,geriye dönmek için can atarak;çünkü yol boyunca Danyar’ın türkülerini dinleyecektik.Sesi içinde iyice yer etmişti,bir an olsun çıkmıyordu.Sabahleyin ayağı köstekli atları getirmek için çiyden ıslanmış yoncalığa koştuğum sırada,güneş dağlarının ardından bana gülümserken Danyar’ın türküleri çınlardı kulaklarımda.Harman savurucuların rüzgara karşı serptiği altın renkli buğday tanelerinin hışırtısında,bozkırın üstünde yalnız başına uçan bir çaylağın süzülüşünde;kısacası işittiğim,gördüğüm her şeyde Danyar’ın müziğini dinliyordum.
 
Geceleyin boğazdan her geçişimizde başka bir aleme dalardım.Gözlerimi kapayıp Danyar’ın türkülerini dinlerken çocukluğumda gördüğüm o unutulmaz sahneler ardı ardına canlanırdı.Bazen turna uçuşu yüksekliğinde süzülen mavimsi,ince bahar bulutlarının göçebe çadırları üstünden geçişini görür gibi olurum.Bazen uğultulu nal sesleri at kişnemelerine karışan yılkıların yazlık otlara doğru yürüyüşünü hatırlardım.Perçemleri kesilmemiş,gözleri ateş saçan genç aygırlar dişilerinin çevresinde dört dönerken sağa sola çılgınca caka satarlardı.Bazen davar sürülerinin bir tepeden öbür tepeye sessiz bir çığ gibi akışı gelirdi gözlerimin önüne.Bazen köpüklerin beyazlığıyla gözleri kamaştıran bir çağlayan dökülüşünü anımsardım.Bazen de ırmağın ötesinde,çiylerin ıslattığı fundaların hemen arkasında güneşin doğuşunu düşünürdüm.Işıklı ufuk şeridi üzerinde tek başına ilerleyen bir atlı,elini uzatsa deği vereceği bir güneşin ardından giderken onunla birlikte fundaların,alacakaranlığın içinde kaybolurdu.
 
Irmağın ötesine uzayıp giden Kazak ovası ıpıssızdır,sert görünüşlüdür,dağlarımızı iki yana itivermiş gibidir.
 
Savaşın patlak verdiği o unutulmaz yaz mevsimi Kazak ovasının her tarafında ateşler yanmış savaş düzeninde ilerleyen süvariler tozu dumana katmış,dört bir yana atlı haberciler salınmıştı.
 
Atına binmiş bir çobanın gırtlakla çıkan bir sesle karşı yakadan haykırışını hiç unutmam.
 
 
-Hey,Kırgız!Bin atına,yurduna düşman girdi!
 
Çoban sonra topraktan yükselen sıcak dumanlar ve atının kaldırdığı toz bulutu içinde kaybolup gitmişti.
 
Bütün bozkır ayağa kalkmış ilk süvari alaylarımız göklere çıkan görkemli uğultularıyla dağlardan aşağıya inmişti.Binlerce özengi şakırdamış,binlerce yiğidimiz kartal bakışlarını bozkıra çevirmişlerdi.Önde sancaklar dalgalanıyor;atların çıkardığı toz bulutunun ardından koşan asker karıları,asker anneleri acıklı çığlıklarıyla yeri göğü inletiyorlardı.”Bozkır yardımcınız olsun!Kahraman Manas’ın ruhu yardımcınız olsun!”
 
Sürü sürü insanların savaşa gittiği yerlerde insana keder veren izler kalmıştı.
 
Yeryüzü güzellikleri ve kaygılarıyla dolu bu dünyayı gözlerimin önüne türküleriyle Danyar seriyordu.Nerden öğrenmişti o bunları,kimden duymuştu?Ancak yıllarca yurdumun özlemini çekmiş,yıllarca yurt sevgisiyle yanıp tutuşmuş birinin bu toprakları böylesine sevebileceğini anlıyordum.Danyar türkü söyledikçe çocukluğunda teptiği bitmez tükenmez bozkır yolları geliyordu aklıma.Yurdumun üstüne söylediği bu türküler o zamanlar mı filizlenmişti ruhumda, yoksa ateşli savaş yollarına düştüğü yollar mı?
 
Danyar türkü söyledikçe toprağa kapanmak,oğulları tarafından bunca sevilen bir anayı kucaklar gibi kucaklamak istiyordum. O zaman daha adını bilmediğim bir duygunun ruhunda uyanışının ilk olarak onu dinlerken fark ettim.Karşı konulmaz bir kendini anlatma dürtüsüydü bu.Dünyayı yalnız kendim görmek ve hissetmekle kalmamalı,gördüklerimi hissettiklerimi,düşündüklerimi başkalarına da sunarak yeryüzü güzelliklerini Danyar’ın coşkunluğuyla anlatmalıydım.Bilinmeyen bir şeye karşı duyulan sınırsız bir ürperti ve sevinçle doluydu kalbim.Fırçayı daha o zaman elime almam gerektiğini anlamıştım.
 
Çocukluğumdan beri resim yapmayı severdim.Okul kitaplarındaki resimlerin kopyasını yaptığımda arkadaşlarım “tıpkısı tıpkısına” benzettiğimi söylerlerdi.Okulun duvar gazetesine çizdiğim resimler öğretmenlerimin pek hoşuna giderdi.Son savaş çıkmış; ağabeylerimin cepheye gidince bende, bütün yaşıtlarım gibi okulu bırakarak çiftlikte çalışmaya başlamıştım. Fırçayı, boyaları unutmuştum; bir gün onları elime alacağım aklımın köşesinden geçmezdi.
 
Danyar’ın müziği ruhumu allak bullak etmişti.Düşte dolaşırcasına şaşkın dolaşıyor, çevremdeki şeyleri ilk kez görüyormuşum gibi, anlamadan seviyordum.
 
Ya Cemile’deki değişikliğe ne demeli? O lafını esirgemeyen, kahkahası bol, şen kadına ne olmuştur? Pırıltısı sönen gözlerine duru bir bahar hüznü gelip yerleşmişti.Yol boyunca susup artık konuşmuyor, kara kara düşünüyordu.Dudaklarımdan bazen belli belirsiz, hülyalı bir gülümseme belirir; yalnız kendinin bildiği mutlu bir olaya sevindiğini anlarımdım o gülümserken.Bazen de sırtında çuvalla duruverirdi;Önündeki coşkun bir dereyi geçmekten korkuyormuş gibi şaşkın şaşkın beklerdi.Danyar’la karşılaşmamaya çalışıyor,bakışlarını ondan kaçırıyordu.
 
Harmanda çalıştığımız bir gün sesimde eziklik ve üzüntüyle Danyar’a yavaşça;
 
-Hadi,fanilanı çıkar da yıkayayım,dedi.
 
Fanilayı ırmakta yıkadıktan sonra yere serdi.Kendisi de yanına oturarak elleriyle şurasını burasını düzeltmeye başladı.Bir ara fanilasının eskiyen omuzlarını gözden geçirdi,başını salladı,sonra gene bakışlarında bir hüzünle sessiz sessiz okşamaya,düzeltmeye koyuldu.
 
Gençlerin kollarında kıvranan Cemile kıkır kıkır gülüyor,başını arkaya atarak kız arkadaşlarından yardım istiyordu.Fakat berikiler kendi canlarının telaşına düşmüşlerdi;Yazmaları ellerinde,habire koşuyorlardı.Delikanlıların kahkahaları arasında Cemile ırmağa uçtu.Sonra dağılmış,ıslak saçlarıyla,fakat eskisinden daha güzel,kalktı geldi.Sırılsıklam entarisi vücuduna yapışmış,yuvarlak,güçlü kalçalarını,kız memesi gibi dik memelerini olanca güzelliğiyle ortaya çıkarmıştı.Cemile’nin bunlardan haberi olmadığı için sarsıla sarsıla gülüyor neşeden parlayan yüzünden sular sızıyordu.
 
Delikanlılar yakasını kolay bırakmayacağa benziyorlardı.
 
-Bir öpücük ver bize!diyerek gene üstüne vardılar.
 
Cemile gençleri öptüyse de bir kere daha suya atılmaktan kurtulamadı.Sonra ıslanmaktan ağırlaşan perçemlerini başıyla geriye sirkeleyerek kahkahalarla çıktı ırmaktan.
Gençlerin şakalaşmalarına harmandakilerin hepsi de katıla katıla gülüyorlardı.Yaşlı harman savurucular yabalarını ellerinden bırakarak gözlerinden inen yaşları sildiler.Güneş yanığı buruşuk yüzlerin bir anlığına canlandı,gençlik anılarıyla neşelenip aydınlandı.Bütün kıskançlığıma rağmen Cemileyi delikanlılardan koruma görevini bir kere unutarak bende içten gelen bir sevinçle gülüyordum.
 
Gülmeyen bir tek kişi varsa da o da Danyar’dı.Onun somutkanlığını fark ederek bende sustum.Harman yerinin kenarında bacaklarını genişçe açmış duruyordu.Onun bu duruşundan,bir atılışta Cemileyi delikanlıların elinden kurtarmaya hazır beklediği sanılabilirdi.Cemileden ayıramadığı yüzün ve hayranlık dolu bakışlarından hem sevinç,hem de burukluk vardı.Mutluluğunun ve üzüntüsünün tek kaynağı Cemile’nin güzelliğiydi.Gençler Cemileyi kendilerine çekerek birer öpücük alırken o başını önüne eğiyor,gidecekmiş gibi bir hareket yapıyor,fakat bir türlü gidemiyordu.
 
En sonunda bunu Cemile’de farketti.Birden gülümsemeyi bıraktı,başını önüne eğdi,taşkınlıklarını sürdürmek isteyen gençlere çıkıştı.
 
-Bırakın artık sululuğu!Fazla oldunuz!
 
Gençlerden biri onu dinlemeyip gene kucaklanmaya kalkınca eliyle itti.
 
-Yeter dedik sana!
 
Saçlarını arkaya sirkeledi,Danyar’a doğru suçlu bir bakış fırlatarak entarisini sıkmak için çalıların arkasına koştu.
 
Danyar’la Cemile arasındaki ilişkilerin cinsini anlamamakla birlikte,ne yalan söyleyeyim,bunu fazla düşünmekten korkuyordum.Fakat gene de,Cemile’nin Danyarla karşılaşmamaya çalışması onunla göz göze gelince bakışlarının hüzünlenmesi bütün neşemi kaçırıyordu.Yengemin eskisi gibi neşeyle güldüğünü Danyar’ı alaya aldığını görmeyi çok isterdim.Gel gelelim,geceleyin köye dönüşte Danyar’ın türkülerini dinlerken ikisi adına anlayamadığım bir sevinç dalgası kaplardı belleğimi.
 
Boğazdan geçtikten sonra Cemile arabasından atlar yaya yürümeye başlardı.Yürürken türkü dinlemek hoşuma gittiği için bende inerdim arabadan.Önceleri bir süre arabalarımızın yanında yürüdük;sonra bir de bakmışız,farkına varmadan Danyar’ın yanına sokulmuşuz sanki bizi ona çeken gizli bir kuvvet vardı.İnsanlardan kaçan asık suratlı Danyar mıydı bu türküleri söyleyen.Bizi büyüleyen bu adamın yüzündeki,gözlerindeki anlatımı görmeye can atıyor gibiydik.
 
Danyar’ın müziğinden duygulanan Cemile’nin elini usulca ona uzattığını görürdüm.Fakat Danyar bunun farkına varmazdı.Başını arkaya atıp bir elini ensesine koyarak gözlerini yükseklerde bir noktaya diker,sallaya sallaya yürümesini sürdürürdü.O zaman Cemile’nin boşta kalan eli çaresizce düşerdi arabanın kenarına.Sonra da titreyerek elini arabadan çeker yolun ortasında kala kalırlardı.Onun,başını önüne eğmiş, şaşkın bir halde Danyar’ın arkasından uzun uzun baktığını, sonra da peşimizden yürüdüğünü görürdüm.
 
Bazen de Cemileyle birlikte aynı,fakat ikimizin de anlayamadığımız bir duyguyla heyecanlandığımızı sanırdım.”Belki de uzun zamandır içimizde saklı kalan bu duygunun açığa çıkma zamanı geldi.”diye düşünürdüm.
Çalışmaya daldığım zamanlar Cemile gene biraz unuturdu kendini,fakat harmanda oyalanıp dinlendiğimiz o kısacık molalarda ne yapacağını bilemezdim.Daha olmazsa,harman savuranların arasında dolaşıp yardım etmek isteğiyle birinin elinden yabasını kapar,samanla buğdayı rüzgara karşı 1-2 kere yüksekçe savurduktan sonra yabayı elinden attığı gibi sap yığınlarına yürürdü.Gölgede bir süre oturduktan sonra yalnızlıktan korkmuş gibi;
 
-Kiçine bala! Hadi,gel,oturalım! Diyerek beni yanına çağırırdı.
 
Bana onu üzen önemli şeyi söylemesini sabırsızlıkla beklerdim.Fakat bu konuda ağzını açmazdı yengem.Başımı sessizce dizine koyduktan sonra gözlerini uzakta bir noktaya diker;titreyen,ateşli parmaklarıyla saçlarımı karıştırır,yüzümü sevgiyle okşardı.Yengemin tasa ve özlem dolu yüzünü aşağıdan yukarıya doğru seyrederken sanki onda kendimi bulurdum.Bende olduğu gibi onun ruhunda da azap verici bir şey;büyüyüp olgunlaştıkça açığa çıkmak isteyen bir şey vardı.Benim gibi yengem de ürkerdi bundan.Tutulduğunu içi sızlayarak hem kabul etmek, hem de reddetmek isterdi.Bende aynı şekilde,onun Danyar’ı hem sevmesini,hem de sevmemesini arzulardım.Çünkü Cemile ne de olsa benim yengem ağabeyimin karısıydı.
 
Fakat bu düşüncelerin kafama girmesiyle çıkması bir olurdu,onu hemen kovardım düşüncelerimden.İşte o zaman Cemile’nin çocuk dudakları gibi aralık dudaklarının,buğulanmış hülyalı gözlerini seyretmek tanda doyulmaz bir zevk olurdu.Tanrım o ne güzellikti öyle!Ruhunun bütün zenginlikleri,aşkının coşkunluğu bu yüzden olduğu gibi okunabilirdi.Ama ben seyrettiğim bu yüzden gene de farklı bir şey anlamazdım.Şimdi bile şu soruyu kendime sık sık sorarım:Aşk denen şey ressamın,ozanın esinlenmesi gibi bir esinlenmemidir acaba?Cemile’nin yüzüne baktıkça bozkırda alabildiğine koşmak,bağırmak,haykırmak gelirdi içimden.Ruhumu dolduran bu anlaşılmaz tedirginliği,bu delice sevince yenmek için ne yapmam gerektiğini yere-göğe , dağlara-taşlara sormak için kalkıp gitmek isterdim.Bir gün bu sorunun cevabını buldum.
 
Her zaman ki gibi istasyondan dönüyorduk.Gece inmiş yıldızlar küme küme toplanmıştı;Ova uykuya dalmak üzereydi.Sessizliği bozan tek şey Danyar’ın alçalıp yükselen yumuşak koyu enginliklerde kaybolan türküleriydi.Cemileyle ben Danyar’ın yanında türküleri yürüyerek dinliyorduk.
 
Yalnız bu sefer Danyar’da da bir değişiklik vardı.Söylediği türkülere öyle içe işleyen bir yalnızlık,öyle dokunaklı bir özlem sinmişti ki,insan bu adama karşı ister istemez bir acıma,bir yakınlaşma duyuyordu.Gözyaşlarım gelip gelip gırtlağımda düğümlenmeye başlamıştı.
 
Başı öne eğik yürüyen Cemile arabanın kenarına sımsıkı tutunmuştu.Danyar’ın sesi tiz bir perdeye yükselince başını arkaya attı,araba yürürken içine sıçradı,geçip Danyar’ın yanına oturdu.Ellerini göğsünde çaprazladı,taştan bir heykel gibi dondu kaldı.Ben hemen yanlarındaydım,bazen ileri çıkıp yüzlerine bakıyordum.Danyar,Cemile’nin yanına oturduğunu fark etmemiş gibi türküsünü kesmedi.Az sonra Cemile’nin kolları ağır ağır kucağına düştü,Danyar’a doğru sokularak başını onun omzuna yasladı.Kamçıyı yiyen rahvan atın birden bire sıçraması gibi Danyar’ın sesi de bir anlık irkilmeden sonra daha bir güçlendi.Şimdi bir aşk türküsü söylemeye başlamıştı.
 
Neye uğradığımı şaşırmıştım.Sanki bozkır birden silkinerek karanlığını üstünden attı,çiçeklerle bezendi.Bu alabildiğine geniş bozkırda iki aşık vardı şimdi.Ama onlar beni görmüyorlardı sanki yanlarında ben yoktum.Dünyada her şeyi unutarak türkümün temposuyla bir ileri bir geri sallanan bu iki insanı artık tanımıyordum.Oysa sırtımda,yıpranmış asker fanilasıyla arabanın önünde oturan Danyar hiç değişmemişti.Yalnız gözlerimin karanlıkta alev alev yandığını sanıyordum.Cemile de öyle,o bildiğimiz Cemile yalnız Danyar’a iyice sokulmuş,gözlerinde yaşlar ışıldarken sessizleşip ürkekleşmiş…Bunlar mutluluğa ermiş,yepyeni iki insandan başkası değildi.Mutluluk buydu işte.Danyar, Cemile’den esinlenerek söylediği türküleri ona adıyor,onun için söylüyor,onun türküsünü söylüyordu…Danyar’ın türkülerini dinlerken kapıldığım o anlaşılmaz heyecan gene bütün benliğimi sarmıştı.Fakat birden heyecanımın nedenini anladım:Onların resimlerini yapacaktım.
 
Düşündüklerimden kendim bile korktum.Ama içimdeki istek korkudan da baskındı.Onları böyle,yan yana,mutlu bir çift olarak resmedecektim.Peki,ya beceremezsem?Korkudan ve sevinçten soluğum kesilecek gibiydi.Tatlı bir sarhoşluk içinde,kendimi bilmeden yürüyordum.Bu atakça istediğimin ileride başıma ne çoraplar öreceğini bilmediğim için bende mutluydum.
 
Toprağı Danyar’ın gözleriyle görmek gerektiğini söylüyordum kendime.Danyar’ın türkülerini renklerle anlatacaktım;benimde dağlarım,bozkırlarım,insanlarım,otlarım,bulutlarım,ırmaklarım olacaktı.Hatta boyaları nerede bulacağımı bile düşündüm.Sanki her şey bitmiş de iş boya bulmaya kalmıştı.
 
Danyar’ın türküsü ansızın yarıda kesildi.Bir de baktım Cemile ona sımsıkı sarılmamış mı?Fazla sürmedi,kollarını çözerek bir an hareketsiz kaldı;sonra kendini yana attı,arabadan indi.Danyar şaşkınlık içindeydi,dizginleri çekerek arabayı durdurdu.O sırada Cemile sırtını ona çevirmiş yolun ortasında dikiliyordu.Danyar’ın arabasının durduğunu anlayınca başını sertçe silkti,ona yarı dönük bir şekilde,gözyaşlarını güçlükle tutarak;
 
-Niye öyle durmuş,bakıyorsun?dedi.Hadi,bakmayı bırak da git yoluna!
 
Arabasına doğru yürürken hırsını benden çıkardı.
 
-Sende görmemiş gibi ne bakıp duruyorsun?Arabana binip sürsene!..Çekeceğim var sizlerden!!
 
Atları sürerken;”Ona da ne oldu?”diye düşündüm.Oysa bunda anlaşılamayacak bir şey yoktu..Hasta kocası bilmem hangi hastanede yatan bir kadın hırçınlaşmayacaktı da kim hırçınlaşacaktı?Ama o sırada bunlara fazla kafa yormak istemiyordum.Yengeme de kızmıştım,kendime de.Hatta o anda Danyar’ın tekrar türkü söylemeyeceğini,onun güzel sesini artık dinleyemeyeceğimi bilsem yengemden buz gibi soğuyabilirdim…
 
Bedenimde büyük bir kırgınlık duyuyor,bir an önce harmana varıp,samanların üstüne uzanmak için can atıyordum.Arabanın çekilmez bir sarsıntısı vardı.Tırısa kalkan atların kalkığ kalkıp inen sırtlarını izlerken dizginler kayıyordu ellerimden…
 
Harmana gelince atların kurşunlarını sıyırıp arabanın altına nasıl attığını bilmiyorum.Hemen oracıkta samanlıkların üzerine devrilivermişim.O gün atları yoncalığa sürmek Danyar’a kalmıştı.
 
Ertesi sabah büyük bir sevinçle açtım gözlerimi..Danyar’la Cemile’nin resimlerini yapacaktım!Onları resimde göstereceğim duruşlarıyla gözlerimin önüne getirdim.Fırçayla paleti elime alsam bu işi hemen bitirecekmişim gibi bir his vardı içimde.
 
Irmağa gidip elimi yüzümü yıkadım,oradan atların kösteklerini çözmeye koştum.Çiğden ıslanmış,soğuk yoncaların bacaklarıma çarpması;çatlamış çıplak ayaklarımın tabanlarını gıdıklaması çok hoşuma gidiyordu.Hem koşuyor hem de çevremde olup bitenlere göz gezdiriyor oluyordum.Güneş dağların arkasından gülümsüyor,su arkının kıyısında biten tek bir gün döndü başını güneşe doğru çevirmiş;çevresini sımsıkı saran beyaz çiçekli baldıran oklarından önce davranarak sarı dilcikleriyle sabah güneşinin ışınlarını yakalayıp sepetindeki sık dizili diri tohumlarına içiriyor..Şurada,arabaların,arkın üstünde gide gele açtığı teker izlerinden sular sızmakta ya şu bele kadar çıkan,mor çiçekli,mis kokulu nanelere ne demeli!Ben sevgili toprakta koştukça kırlangıçlarda tepemde yarışırcasına uçuyorlar.Ah,yanımda boyam olsa da şu sabah güneşini morlu-beyazlı dağları çiğden ıslanmış yoncaları arkın kıyısında boy vermiş gündöndüyü resmedebilsem!
 
Harman yerine dönüp de Cemile’nin yorgun,asık suratıyla karşılaşınca bütün neşem kaçtı.Zavallıcık bütün gece uyumamış olacak ki,gözlerinin altına morlar çökmüştü.Beni görünce ne gülümsedi,ne de tek kelime söyledi.İşçi kolbaşımız Orazmat geldi o sırada.Cemile onun yanına gitti.”Günaydın!”bile demeden;
 
-Arabanızı ne yapacaksanız yapın!Artık istasyona falan gitmeyeceğim,diye surat astı.
 
Orazmat şaşırmıştı,gene de babacan bir tavırla
 
-Ne oldu,Cemile?Yoksa ivez mi ısırdı seni?diye sordu.
 
-İvez dediğin danalarının kuyruğunun altında olur.Bana hiç fazla soru sormayın!Gitmeyeceğim dedim işte!
 
Orazmat’ın yüzündeki gülümseme bir anda silindi,elindeki koltuk değneğini yere vurarak:
 
-İstesen de istemesen de gideceksin!dedi.Söyle,seni birisi darılttıysa şu deyneği kafasında kırayım.Ama öyle bir şey yoksa fazla konuşmadan işinin başına dön!Götürdüğün askerlerin ekmeği,kocan da onların arasında!
 
Ondan sonra sertçe geriye döndü.Koltuk deyneğine dayanarak sıçraya sıçraya çekti gitti.
 
Cemile ne diyeceğini bilemediği için yüzü pancar gibi kızardı,Danyar’dan yana şöyle bir bakarak hafifçe içini çekti.Biraz uzakta,Cemile’ye sırtı dönük duran Danyar o sırada atının hamut kayışını takıyordu.Konuşulanların hepsini de duymuştu.Cemile ayakta kamçı ile bir süre daha oynadıktan sonra elini çaresizce salladı,arabasına doğru yürüdü..
 
O gün her zamankinden erken dönmüştük.Danyar istasyondan harmana gelinceye kadar atları bir an bile dinlendirmedi.Cemilenin suratından düşen bin parça oluyordu,yol boyunca hiç konuşmadı.Güneşin altında kavrulup kararmış bir ovada yolculuk ilk kez o gelişimizde fark ettim.Oysa bir gün önce ne kadar değişikti!Sanki dinlediğim bir masaldan kalmış gibi zihnimi allak bullak eden o mutluluk tablosunu unutamıyordum.Yaşamın en çarpıcı tarafını yakalamıştım da bırakmak istemiyordum sanki.Ayrıntılarını gözümün önüne getirdikçe heyecanım artıyordu.Tartıcı kadından bir yaprak beyaz kağıt çalıncaya kadar bu böyle sürüp gitti.Yüreğim küt küt atarak bir sap yığının arkasına koştum,harman savurucularından aşırdığım düzgün bir yabanın üstüne kağıdı yaydım.Bir zamanlar babam beni ilk kez ata bindirirken söylediği gibi:
 
Hadi,Tanrı yardımcın olsun!diyerek kalemi çaldım.
 
İlk çizgilerden sonra Danyar’ın yüzü kağıtta belirince aklım başımdan gitti sandım.Sanki o ağustos gecesi gördüğüm bozkır gelip kağıdın üstüne yayılmıştı. Danyar’ın türküleri kulaklarımda çınlıyordu.Kendisi de,başını geriye atmış göğsü bağrı açık,karşıma kurulmuştu.Yanında,başını onun omzuna yaslamış duran Cemile vardı.Tek başıma yaptığım ilk resmimdi bu benim.İşte araba, Danyar’la Cemile önde oturuyorlar,dizginleri de yanlarına bırakmışlar.Karanlıkta atların sırtları inip inip kalkıyor,ileride uzayıp giden bozkır,uzakta parıldayan yıldızlar…
 
Resme öyle dalmıştım ki,çevremde olup bitenlerden haberim bile yoktu.Tepemde birinin bağırmasıyla kendime geldim:
 
-Sağır mısın,niçin ses çıkartmıyorsun ?
 
Cemile’ydi bağıran.Elim ayağım dolaştı,elimdeki resmi saklayamadan utançtan yüzüm kıpkırmızı oldu.
 
-Arabaları yükledik,bir saattir seni arıyoruz.Ne yapıyorsun burada ? Nedir o elindeki
?
 
Elimden resmi alıp baktı,”hım!”diyerek omuz silkti.
 
 
Yer yarılıp yerin dibine girsem daha iyi olurdu.Cemile resme uzun uzun baktıktan sonra yaşarmış üzgün gözlerini bana çevirdi.
 
Onu bana verir misin kiçine bala ?Senden bir anı olarak saklarım…
 
Sonra kağıdı ikiye katlayıp koynuna soktu.
 
Yola çıktığımızda hala kendimi toparlayamamıştım,sanki düşte gibiydim.Tanığı olduğum şeye benzer bir şeyin resmini yaptığıma bir türlü inanamıyordum.Bununla birlikte ta derinden çocuksu bir sevinç,hatta gurur duyuyordum.Birbirinden çekici,birbirinden atak hayaller başımı fır fır döndürüyordu.İleride yapacağım resimleri şimdiden tasarlamaya başlamıştım.Yalnız bunlarda yağlı boya kullanacaktım.Bu hayaller içinde hızlı giden,Cemile de ondan aşağı kalmıyordu.Cemile,yüzünde insanın içine dokunan,suçlu bir gülümsemeyle arada bir çerçevesine dokunuyordu.O zaman ben de gülümsüyordum.Demek,Cemile bana da kızmamıştı, Danyar’a da. Danyar’dan gene türkü söylemesini isterdi belki de…
 
İstasyona her zamankinden çok daha erken varmıştık,buna karşılık atlar da kan ter içinde kalmışlardı.Daha arabalar durmadan Danyar çuvallardan birini sırtladı.Bu adama ne olmuştu,niye böyle acele ediyordu?Trenler gerçekten onun birkaç kere durup onlara dalgın gözlerl,uzun uzun baktığını gördüm.Onun aklından geçenleri öğrenmek istercesine Cemile de aynı yöne bakıyordu.
 
Bir ara;
 
- Danyar bak,hayvanın nalı sallanıyor.Gel de çekmeye yardım et,diye seslendi.
 
Danyar atın ayağını bacakları arasında sıktı,sallanan nalı koparıp aldı.Doğrulduğunda Cemile,gözlerinin içine bakarak,yavaşca;
 
-Niye öyle bakıyorsun ? dedi.Anlamıyor musun beni ?Yoksa yer yüzünde tek benim mi yalnız kaldığımı sanıyorsun ?
 
Danyar bir şey söylemeden bakışlarını yana çevirdi.Cemile içini çekerek;
 
-Sanma ki,benim için kolay diye ekledi…
 
Danyar’ın kaşları yukarı doğru kalktı;Cemile’ye sevgi ve hüzün dolu gözlerle bakarak bir şey fısıldadı,sonra keyifli keyifli arabasına yürüdü.Onun ne dediğini işitmemiştim.Arabasına doğru hızlı hızlı yürürken elindeki nalı sevgiyle okşayan bu adam Cemile’nin sözlerine ne bakımdan sevinmiş olabilirdi;”Sanma ki benim için kolay?”sözünün ne anlamı olabilirdi?
 
Tam arabaları boşaltmış,gitmek üzereydik ki,sırt çantalı,kaputu buruşmuş,zayıf yüzlü,yaralı bir asker avludan içeri girdi.Çevresine bir süre bakındıktan sonra;
 
-Kurkureu köyünden kimse yok mu burada diye seslendi.
 
Adamı tanımamakla birlikte;
 
-Ben oralıyım!Karşılığını verdim.
 
Asker;
 
-Sen kimlerdensin,kardeş?diyerek bana doğru yöneldiği sırada gözleri Cemile’ye takıldı.Birden sevinçli ve şaşkın bir gülümseme belirdi yüzünde.
 
Cemile de şaşırmıştı.
 
-Kerim sen misin?diyerek bir çığlık attı.
 
Asker ona doğru koştu,ellerine sarıldı.
 
-Aa,Cemile bacı! Ne işin var buralarda?
 
Asker,anlaşılan,Cemile’nin köylüsüydü.
 
-İyi ettim de rastladım sana.Biliyor musun,doğrudan doğruya Sadık’ın yanına geliyorum.Aynı hastanede yattık onunla.Bir iki ay sürmez o da çıkar.Ayrılırken ”Karım’ bir mektup yazayım da götür” dedi.İşte,mektubu sapasağlam teslim ediyorum.
 
Kerim böyle diyerek Cemile’ye üç köşeli bir zarf uzattı.
 
Mektubu Kerim’in elimden kaparcasına alan Cemile’nin kızarıp bozardı. Danyar’ı kaçamaklı bir bakışla şöyle bir süzdü.Danyar o sırada,harman yerindeki duruşuyla,bacaklarını iki yana açmış duruyor Cemile’ye umudu kırılmış bir bakışla bakıyordu.
 
Bu arada sağdan soldan koşuşmalar oldu;askerin hımsı,tanıdığı çıkan bazı insanlar onu soru yağmuruna tuttular.Cemile daha delikanlıya mektup için teşekkür etmeye fırsat bulamadan Danyar’ın arabası önümüzden fırtına gibi savuştu,çukurlarda zıplayarak,tozu dumana katarak avludan çıktı gitti.
 
-Adam aklını oynatmış!diye söylenenler oldu arkasından...
 
 
Asker birileriyle gitmişti.Cemile ile ben Danyar’ın akrabasını arabasının çıkardığı toza bakarak avlunun ortasında dikilip kaldık.
 
-Haydi,gidelim,yenge dedim.
 
Cemile çok üzgün görünüyordu.
 
-Sen git,ben yalnız geleceğim,dedi.
 
İlk yalnız yolculuğumuzdu bu bizim.
 
Kuruyan dudaklarım susuzluktan kavruluyordu.Gün boyunca güneş altında çatır çatır yanarak yarılmaya yüz tutan toprak biraz soğuyarak tuzlu beyaz bir tabakayla örtülmüş gibiydi.Aynı tuzlu beyazlıkla örtülü güneşin kendisi de bütün biçimsizliği ve titrekliğiyle batıya doğru eğilmiş duruyordu.Turuncu-kırmızı fırtına bulutları ufka yakın bir yerde üst üste yığılmışlardı.Arabada bir esen kuru rüzgar atların yüzlerine beyaz bir köpük gibi çarparken yellerini savuruyor,geçtiği tepelerin üstündeki pelin otlarını hışırdatıyordu.
 
“Yağmur mu yağacak ne?”diye düşündüm.
 
Kendimi öyle yalnız,öyle kimsesiz hissettim ki içime bir karamsarlık çöktü.Atlar hızlarını kesmesin diye durmadan kamçılıyordum.Uzun bacaklı,sıska toy kuşları arabadan ürkerek bir derenin içine doğru uçtular.Rüzgar bir küme kurumuş dulavrat otu yaprağını önüne katarak yoldan sürükleyip götürdü.Bizim buralarda bu çöl bitkisi yetişmezdi,olsa olsa Kazak topraklarından gelme yapraklardı bunlar.Güneş batmıştı,günün kavurucu sıcağından bitkin düşen bozkırda in cin top oynuyordu.Harman yerine geldiğimde hava iyice kararmış,rüzgar dinmişti;ortalıktan çıt çıkmıyordu.”Danyar! Danyar!” diye seslenince bekçi cevap verdi:
 
-Danyar ırmağa gitti.Öf,bu ne sıcak böyle!Kimse kalmadı,millet evlere dağıldı.Rüzgar olmazsa harmanda ne yapsınlar?
 
Atları otluğa sakladıktan sonra ırmağa doğru yollandım.Danyar’ın yarın üstündeki sevgili yerini biliyordum nasıl olsa.
 
Danyar oturduğu yerde öne eğilip başını dizlerinin üstüne dayamış,aşağıda çağıldayan ırmağın sesini dinliyorum.Birden yanına yaklaşıp sarılmak,tatlı birkaç söz söylemek isteği kabardı içimde.Ama ona ben ne söyleyebilir,gönlünü nasıl alabilirdim ki?Bir süre ayakta dikildikten sonra harmana dönmeye karar verdim.
Sapların üstüne uzanmış yatıyor,bulutlardan kararan gökyüzüne bakarak; “yaşam niye böyle anlaşılmaz, karışık şeylerle dolu?”diye düşünüyordum.
 
Aradan bir hayli zaman geçtiği halde Cemile görünürlerde yoktu.Nereye gitmişti bu kadın?Bütün yorgunluğuma rağmen uyku tutmuyordu gözlerime.Ta yukarılarda,bulutların içinde üst üste şimşek çakıyordu.
 
Ben uyumaya çalıştığım bir sırada Danyar döndü.Harman yerinde bir ileri,bir geri dolaştıktan,gözleri yolda,uzun zaman birini bekledikten sonra gelip sap yığınının üstüne,yanıma uzandı,”Başını alıp bir yerlere gider,artık köyde durmaz.Peki ama nereye gidecek?Kimi yok,kimsesi yok;yanına sığınacak birini de bulamaz.”diye düşünüyordum.Gözlerim kapalı,tam uykuya vardığım sırada bir araba takırtısı duydum Cemile gelmiş olmalıydı.Ne kadar uyuduğumuzu bilmiyordum: ıslak bir kuş kanadının dokunuşu gibi sapların üstünde birinin çıkardığı çıtırtılarla gözlerimi açtım.Cemile’ydi sapların üzerinde yürüyen.Irmakta yıkadığı entarisini ıslak ıslak üstüne giymişti.Yanımıza yaklaştıktan sonra durdu,çevresine ürkek ürkek bakıldı,sonra gelip Danyar’ın baş ucuna oturdu.
 
-Danyar ben geldim,isteyerek geldim,dedi yavaşça.
 
Çıt çıkmıyordu,bir şimşek sessizce aşağılara doğru kıvrıldı.
 
-Gücendin mi bana ? Çok mu gücendin? diye fısıldadı Cemile.
 
Yine sessizlik kapladı ortalığı,ırmağın dibini oyduğu bir toprak yığınının fazla gürültü çıkarmadan suya çöküşü duyuldu.
 
Bu sessizlikte Cemile’nin fısıltısı geliyordu.
 
-Bunda ne ben suçluyum,ne de sen…
 
Uzaklarda,yüksekçe bir yerde gök gürledi.Üst üste çakan şimşeğin parıltısında Cemile’nin yüzünü yandan gördüm.Cemile bir kere daha arkasına bakarak dönüp Danyar’a sarıldı,sonra boylu boyuna yanına uzandı.Onu sımsıkı kucaklayan Danyar’ın kollarının arasında omuzları titriyordu.
 
Bozkırdan, önüne kattığı samanları sürükleyip getiren kavurucu bir rüzgar esti,harman yerinin kıyısında duran çadıra olanca gücüyle çullandıktan sonra yol boyunca döne döne uzaklaştı.Bunun ardından bulutlarda yeniden mavi şimşekler çaktı,gökyüzü tok gümbürtülerle inledi.Son yaz fırtınasının çıkmış olmasından dolayı hem seviniyor,hem de korkuyordum.
 
Cemile ateşli ateşli fısıldıyordu:
 
-Seni ona değişeceğimi mi sandın?Hayır,yapamazdım bunu.Çünkü Sadık hiçbir zaman sevmedi beni.Tanrı selamını bile mektubun en sonuna kordu.Gecikmiş sevgisi kendinin olsun,artık istemiyorum onu.Başkasının ne diyeceğine de aldırdığım yok.Sevgilim sensin,garibim,seni kimselere vermem.Çoktandır vurgunum sana;meğer bilmeden de sever,beklermişim seni.Beklediğimi bilmiş gibi bana geldin işte…
 
Birbiri ardından çakan mavi şimşekler zikzaklar çizerek ırmağın dik yamacından aşağı kayıyordu.Buz gibi iri yağmur damlaları eğik düşüşlerle sapları hışırdatmaya başlamıştı.
 
Danyar Kırgız ve Kazak dillerindeki en tatlı aşk kelimelerini birbiri ardından sıralıyordu.
 
-Cemile’m, Cemile’ciğim! Dön bana,güzel gözlerini göreyim,yüzünü seyredeyim…
 
Arkasından fırtına çıktı.
 
Çadırdan kopan bir keçe parçası,uçarken vurulan bir kuşun kanat çırpışlarıyla çadırı dövüyordu.Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur sayısız şapırtılarla toprağı öpmeye başladı.Derken korkunç bir gök gürültüsü bozkırda bir baştan bir başa yuvarlanarak geçip gitti.Dağların tepesinde çakan şimşekler göz kamaştırıcı birer ışık demeti olmuştu.Rüzgar yar boyunca kudurmuşçasına uğulduyordu.
 
Hışınla yağan yağmurun altında samana gömülmüş yatıyor,elimi göğsümün üstünde tutarken yüreğimin vuruşlarını duyuyordum.Çok mutluydum.Uzun bir hastalık devresinden sonra güneşi ilk kez seyrediyor gibiydim.Şimşek çakmaları,yağmur suları sapların altına işleyip bana kadar geldiği halde hiç rahatsız olmuyor;tepemdeki hafif gürültünün Danyar’la Cemile’nin fısıldaşması mı,yoksa gittikçe azalan sağanağın sapların dövüşümü olduğunu ilemeden keyif içinde uyukluyordum.
 
Güz iyice yaklaşmıştı,artan yağmurların ardı arkası kesilmezdi.Nemlenmiş pelin ve ıslak saman kokusu doldurmuştu havayı.Sonbaharda bizi ne gibi olaylar bekliyordu?İşte bunu hiç düşündüğüm yoktu.
 
İki yıllık aradan sonra o sonbahar yeniden okula gittim.Dersler biter bitmez ırmak kıyısındaki dik yarın başına gidiyor,eski harman yerinin yanına oturuyordum.Burası iyice ıssızlaşmış,ilk öğrencilik resimlerimi yaptığım bir yer olmuştu.O zaman ki anlayışıma göre bile yaptığım şeyler bir işe yaramazdı.
 
“Ah,boyalarda iş yok! Elime iyi cins boya geçse,ben bilirim yapacağımı!”diyor,fakat nasıl bir boya istediğimi dahi bilmiyordum.
 
Ancak aradan uzun bir zaman geçtikten sonra kurşun tüplerde satılan gerçek yağlı boyaları görebildim.
 
Boya gene neyse ama iyi resim yapmak için bunun okuluna gitmem gerektiğini söyleyen öğretmenler yerden göğe kadar haklıydılar.Gel gelelim resim okulu benim düşünemeyeceğim bir şeydi.Ağabeylerimden hiçbir haber gelmediğine göre annem “İki evin babayiğidini ve ekmek parası getiren adamını” elinden çıkarır mıydı hiç? Bu konuda ağzımı açıp tek kelime bile söylemedim.Aksine öyle güzel bir sonbahar oldu ki o yıl!
 
Kurkureu’nun buz gibi soğuk suları iyice çekilmiş,açıkta kalan kayalar baştan başa koyu yeşil,turuncu yosunlarla kaplanmıştı.Narin söğütler erken düşen soğuklardan dolayı çıplanıverdikleri halde kavaklar etli,sarı yapraklarını hala koruyorlardı.
 
Geçen yazın yanık rengi,kuru otlarıyla kaplı yaylaklarında kurulu çoban çadırları yağmurlardan,isten,kararmıştı.Soba deliklerinden tezek kokulu boz dumanlar kıvrılıyordu şimdi.Karınları çekilmiş aygırların kişnemeleri pek bir cırlak çıkıyordu.Kısraklar ise dört bir yana dağılmışlardı.Yılkıcılar ise onları bahara kadar sürüde toplamak için akla karayı seçerlerdi.Dağdan inen sığırlar,davarlar biçilmiş tarlalarda başı boş dolaşıyorlardı.Sonbahar rengine bürünen eski ekin tarlaları hayvan izlerinden yol yol açılmıştı.
 
Çok geçmeden poyraz çıktı,hava bulutlarla örtüldü ve karın habercisi olan soğuk yağmurlar başladı.Havanın uygun gittiği gün kendimi gene ırmak kıyısında buldum.Yaprakları ateş rengi olmuş bir dağ üvezi orada sanki gözümün içine bakıyor gibiydi.Üvez ağacının biraz gerisinde,söğütlerin arasına,geçide yakın bir yere oturdum.Akşam karanlığı çıkmıştı.Birden iki kişi belirdi,görünüşe bakılırsa geçitten yürüyorlardı.Tanımıştım onları,Danyar ile Cemile’den başkası değillerdi.
 
Gözlerini kaygılı asık yüzlerinden ayıramıyordum..Danyar’ın sırtında öteberisini koyduğu bir torba vardı:düğmeleri çözük kaputunun etekleri adım attıkça eskimiş keten çizmelerini dövüyordum.Cemile beyaz yazmasını bağlamıştı başına,yalnız yazma geriye doğru kaymıştı.Sırtında da pazarlarda giyip boy gösterdiği en iyi giysisi,basma bir entari vardı.Bunun üstüne kadife ceketini geçirmişti.Cemile bir elinde bir ufak bohça taşıyor,öteki eliyle Danyar’ın torbasına tutunuyordu.Yürürken bir şeyler konuştukları belliydi.
 
Irmağı geçtikten sonra çalılar arasından bir vadiyi aştılar.Ben arkalarından baka kalmıştım,ne yapacağımı bilemiyordum.Senlensemiydim onlara?Fakat dilim damağıma yapışmıştı sanki.
 
Güneşin son kızıl ışıkları dağların üstünde sıra sıra ilerleyen alacalı bulutları son bir kez aydınlattıktan sonra hava birden kararmaya başladı.Danyar’la Cemile geriye dönüp bakmadan tren yolu kavşağından doğru yürüyorlardı.Başları çalılıklar arasında birkaç kere daha göründükten sonra gözden silindiler.
 
Avazım çıktığı kadar;
 
-Cemile-e-e! Cemile-e-e-e! diye bağırdım.
 
Sesim bomboş dağlarda;”e-e-e!”diyerek yankılandı.
 
Son bir kez daha;”Cemile-e-e!” diye haykırdıktan sonra geçit yerine filan aldırmadan ırmağa dalıp arkalarından koştum.
 
Sıçrattığım su damlaları üstümü başımı ıslatıyor, yüzüme değdikçe donduruyordu.Ben böyle paldır küldür koşarken ayaklarım nasıl takıldıysa tepe taklak yere yuvarlandım.Bir süre başımı kaldırmadan yattım düştüğüm yerde,gözlerimden yaşlar geldi.Gecenin karanlığı omuzlarıma çöktü sandım.Çalıların esnek dallarında rüzgar ince ince ıslık çalıyordu.
 
Gözyaşlarımı yutarken;
 
-Cemile! Cemile! Diye hıçkırıyordum.
 
En candan en yakın insanlardan ayrı düşmüştüm.Ancak o zaman,boylu boyunca yerde yatarken Cemile’yi sevdiğimi anladım.Benim ilk aşkım,çocukluk aşkımdı bu.
 
Kapaklandığım yerde,dirseklerim ıslak toprağa dayalı bir halde,uzun süre yattım.Yalnız Cemile ile Danyar’dan değil böylece çocukluğumdan da ayrılıyordum.
Gecenin karanlığında eve vardığımda avluda bir gürültü patırtıdır gidiyordu.Özengi şarkırtıları arasında biri atını eyerlerken,Osman atının üstünde kurumlanıyor,sarhoşluğun verdiği ataklıkla bağırıp çağırıyordu:
 
-Bu hergeleyi çok önceden köyden kovacaktık.Melez kerata,rezil etti hepimizi!Hele bir elime geçsin,verilecek cezaya kalmadan öldüreceğim namussuzu! Bakalım yabanın serserisi kadınlarımızı nasıl baştan çıkarmış!Haydi,aslanlarım istasyona varmadan yakalayalım şu serseriyi!
 
Bu adamların böyle ize düşeceklerini görünce tüylerim ürperdi.Ama onların tren yolu kavşağına değil de istasyona gideceklerini anlayınca rahatladım.Ağladığımı göstermemek için babamın kürkünü başıma kadar çekerek kimseciklere görünmeden eve girdim.
 
Köydeki komşuları,dedikoduları dinlemeliydiniz!Kadınlar birbiriyle yarışırcasına kötülüyorlardı Cemile’yi!..
 
-Ne kadar aptal olduğu belli!Böyle bir aileden gitmekle mutluluğu kendi ayağıyla tepti.
 
-Herifin nesine kandı bilmem ki!Yırtık çizmeleriyle eski kaputundan başka nesi var?
 
-Evinde davarı sığırı yok elbet.Sırtında ne varsa bütün malı o!Güzelimin aklı başına gelir ama o zaman da vakit çok geç olur.
 
-Gördün mü şu akılsızın yaptığını!Sanki Sadık köyün en baba yiğit adamı değilmiş gibi kaçtı gitti.Sanki ondan iyi koca mı bulacak.
 
-Ya kaynanası!Kırk yıl arasa böyle bir kaynanayı bulabilir mi?Tam hanımefendi,canım!Aptal karı,en büyük kötülüğü kendi kendine etti.
 
Belki de eski yengemi kınamayan tek insan bendim.Danyar’ın yırtık çizmeleriyle eski kaputundan başka bir şeyi yoksa da kimse de bulunmayan zenginlikte bir ruhu vardı.Cemile’nin onunla mutsuz olacağına inanmıyordum.En çok acıdığım da annemdi.Cemile’nin gitmesiyle bütün gücü elinden alınmıştı sanki.Zavallı kadın kısa zamanda zayıflayıp çökmüştü.Kurulu düzenin böyle allak bullak edilmesine bir türlü gönlü razı gelmiyordu.Fırtına ulu bir ağacı kökünden sökerse bir daha belini doğrultamaz.Annem kimseye iğnesine iplik geçirtmeyecek kadar gururlu bir kadındı.Bir gün okuldan döndüğümde elimde iğne ipliği deliğe geçiremediği için onu hüngür hüngür ağlar buldum.
 
-Al şu ipliği geçiriver.O Cemile’nin boyu devrilsin,emi?Evinin kadını olacakken başını aldı da gidiverdi… Derdi neydi,bilmem ki?Bir eksiği,noksanı mı vardı da gitti?
 
Annemi kucaklayarak,Danyar gibi iyi bir insanla gittiği için avutmak istedim.Fakat onu kıracağımı bildiğim için sesimi çıkarmadım.
 
Bütün suçsuzluğuma rağmen bu olaydaki payım gene de ortaya çıktı…
 
Sadık’ın dönmesi çok sürmedi.Sarhoş kafayla Osman’a;
 
-Kaçtıysa cehennemi dibine kadar yolu var! Köpeğin öleceği yer sokak ortası.Kadın bolluğuna kıran mı girdi?Sırma saçlısını beş paralık bir erkeğe değişmem demesine rağmen içinin yandığı belliydi.
 
-Doğru söylüyorsun,arkadaşım!Neye üzülüyorum,biliyor musun?Öldürmeden kaçırdım elimden.Saçından yakaladığım gibi atın kuyruğuna bağlayacaktım.Ya güneydeki pamuk tarlalarına;ya da kuzeye Kazakistan’a gittiler.Herif serseri,ilk kez mi aylak dolaşıyor.Yalnız aklımın almadığı bir şey var: Bu işin böyle olacağını kimse bilmediği gibi hiçbirimizin aklından da geçmezdi.Ah,o alçak karı yok mu ya! Bütün bunları o kendisi düzenledi.Ah elime bir geçirsem!
 
Böyle konuştuğunu duydukça Osman’a;”Seni aşağılık herif! Harmanda seni azarladığı senin aklından çıkmıyor,değil mi?”diye bağırasım geliyordu.
 
Bir gün evde okulun duvar gazetesi için resim yapıyordum.Annem fırının başında iş görüyordu.Ansızın Sadık girdi içeri.Beti benzi atmıştı.Öfkeyle kısdığı gözlerini dikerek yanıma sokuldu.Elindeki kağıt parçasını gözüme sokarcasına uzattı.
 
-Bu resmi sen mi yaptın?
 
Apışım kalmıştım.İlk yaptığım resimdi bu.
 
Danyar’la Cemile canlıymış gibi gözlerini bana dikmiş bakıyorlardı.
 
-Ben yaptım,dedim.
 
Sadık parmağıyla kağıdı dürttü.
 
-Kim bu adam?
 
-Danyar.
 
-Vay seni hayın!
 
Sadık resmi kapıp ufak parçalara ayırdıktan sonra kapıyı arkasından çarparak çıktı.
 
Annemle aramızda azap verici bir sessizlik başlamıştı.En sonunda sessizliği o bozdu.
 
-Olanları biliyor muydun?
 
-Evet,biliyordum.
 
Annemin arkasını fırına dayayıp bana sitem dolu,şaşkın bakışlarla bakışını hiç unutmam.Ben;”Ne olacak resimlerimi gene yaparım” deyince çaresizlik içinde ve acıyla salladı başını.
 
Yere saçılmış kağıt parçalarına baktıkça içim içime sığmıyor,boğulacak gibi oluyordum.”Hayın sayarlarsa saysınlar beni.Kime hayınlık etmişim? Ailenize mi?Soyunuza sopunuza mı ? Ama hiç olmazsa yaşama karşı,yaşam gerçeğine bu iki insanın aşklarına karşı hayınlık yapmadım.Kimseye anlatamazdım bunu.Annem bile anamadı beni.” Diye düşünüyordum.
 
Gözlerimin önünde her şey karışık dönmeye başladı.Kağıt parçaları sanki canlıymışlar gibi kıpır kıpır oynuyorlardı.Danyar ile Cemile’nin dikkatli bakışları zihnimde öyle derin yer etmişti ki, Danyar’ın o unutamadığı ağustos gecesi söylediği türküler kulaklarında çınlıyordu.İkisinin yan yana köyden gidişlerini hatırladım.İçimden onlar gibi cesaretle ve kararımdan dönmemek üzere köyden çıkıp gitmek geldi.Ben de onlar gibi zorlu mutluluk yolculuğuna çıkacaktım.
 
-Anne,ben okumak istiyorum dedim.Babama söyle ressam olmaya karar verdim.
 
Savaşta ölen oğullarının arkasından bir de benim gideceğimi duyunca annemin çileden çıkacağını,ağlamaya başlayacağını sandım.Oysa ki hiç de öyle olmadı.Yalnız üzgün bir sesle,yavaşça;
 
-Sende git dedi.Hepiniz tüylendiniz artık,istediğiniz yere kanat çırpabilirsiniz.Ancak yükseklere uçup uçamayacağınızı ben bilmem.Belki de siz haklısınız…Git bakalım sonradan aklını başına toplarsın belki.Resim yapmak,fırça kullanmak meslek değil bence.Biraz okula gidince anlarsın…Ama baba evini unutmamalısın.
 
O günden sonra küçük ev bizden ayrıldı.Aradan çok geçmedi ben de okula gittim.
 
İşte anlatmak istediğim öykünün hepsi bu.
 
Resim okulundan sonra güzel sanatlar akademisine girdim.Akademiyi bitirirken diploma çalışmam olarak vermeyi tasarladığım tablo çoktandır düşlediğim tablonun ta kendisiydi.
 
Bu tabloda Danyar’la Cemile’nin bulunduğunu söylemeye gerek yok artık.Bir sonbahar günü yolda ilerleyen iki kişi.Önlerinde engin,aydınlık bir düzlük var.
 
Tablom kusurluymuş,aldırdığım bile yok.Çünkü ustalık birden bire kazanılan bir şey değildir.Fakat bir sanatçı huzursuzluğu sonucu yaratıldığını bildiğim bu tablonun benim için ayrı bir değeri vardır.
 
Şimdi bile başarısızlığa uğradığım,zorluklarla uğraşınca kendime olan güvenimi yitirdiğim zamanlar oluyor.İşte böyle zamanlarda sevgili tablomdaki Danyar’la Cemile’ye doğru içimden bir şey çeker beni.Onları uzun uzun seyreder,sanki karşılıklı konuşurum.
 
Dostlarım neredesiniz şimdi,hangi yollarda yürüyorsunuz? Bugün öyle de çok yol açıldı ki! Kazakistan bozkırlarından Altaylara, Sibirya’ya kadar uzanıyor.Bir nice yürekli insan ekmeği çıkarmak için bu yollara düşmüştür.Kim bilir,belki sizler de onların arasındasınız.Cemile’m, engin bozkırda geriye dönüp bakmadan gittim.Belki de yoruldun,ya da kendine güvenini yitirdin.Yorulunca yaslanıver Danyar’a. Sana aşkının,toprağın,yaşamın türküsünü söylesin.Bozkır kımıldanmaya,bütün renkleriyle oynamaya başlasın.O ağustos gecesi gelsin hatırına.Yürü,Cemile;pişmanlık duyma;zor mutluluğunu bulduğun için sevin!
 
Onlara baktıkça Danyar’ın sesi çınlıyor kulaklarında.Bu ses beni de çağırıyor,yola çıkmamı istiyor.Öyleyse bozkırların kucağımdaki köyüme gideyim,oralarda yeni renkler bulayım.
 
Vurduğum her fırçada Danyar’ın ezgileri yankılansın,vurduğum her fırçada Cemile’nin yürek atışları duyulsun.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
{{endspoiler}}