Materyalizm: Revizyonlar arasındaki fark

[kontrol edilmemiş revizyon][kontrol edilmiş revizyon]
İçerik silindi İçerik eklendi
Değişiklik özeti yok
Etiket: Geri alındı
Ufukart (mesaj | katkılar)
195.142.81.188 tarafından yapılan 24915477 sayılı değişiklik geri alınıyor. Vandalizm
Etiket: Geri al
1. satır:
'''Maddecilik''', '''özdekçilik''' veya '''materyalizm''', her şeyin '''[[madde]]'''den oluştuğunu ve [[bilinç]] de dahil olmak üzere bütün [[görüngü]]lerin maddi etkileşimler sonucu oluştuğunu öne süren, [[a priori]] olan hiçbir [[metafizik]]sel [[kavram]]ı kabul etmeyen [[felsefe]] [[kuram]]ıdır. Bir diğer deyişle madde, var olan tek [[töz]]dür. Maddecilik "fiziksel maddenin tek veya esas gerçeklik olduğu" yönündeki [[kuram]]dır.
 
Kuran evrensel değildir
Bu 17 sayfalık makalede, Kuran’ın evrenselliği üzerine bir değerlendirme yapılacaktır. Yine tabi ki sadece Kuran ayetleri incelenecek, hadislere değinilmeyecektir.
 
Kuran’ın getirdiği ‘din’, sadece Araplara ve hatta sadece 7-8. yüzyıl Araplarına hitap eder. Günümüz insanlarıyla ya da Araplar dışındaki milletlerle kesinlikle alakası yoktur. Bunun sebebi ise kullanılan ‘dil’dir. Ve bunun kanıtı da ‘falanca’ ya da ‘filanca’ kaynak değil; Kuran’ın bizzat kendisidir. Şimdi bu kanıtları görelim:
 
1) Kuran’ı ‘anlayıp düşünecek’ olanlar
 
Kuran’ın Araplara ‘indiğini’ göz önünde bulundurursak, Arapça ‘indirilmiş’ olması da son derece normaldir tabi ki. Buna herhangi bir itiraz getirmiyoruz zaten. Nitekim ayetlerde de bu vurgulanıyor:
 
Rad, 37:
Ve böylece biz onu Arapça bir hüküm (hikmetli bir söz) olarak indirdik.
 
Taha, 113:
(Resulüm!) Biz onu böylece Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda ikazları tekrar tekrar açıkladık.
 
Şuara, 195:
Apaçık Arapça bir dille.
 
Zümer, 28:
Korunsunlar diye, pürüzsüz Arapça bir Kur’an indirdik.
 
Bu ayetlerde herhangi bir çelişki ya da mantıksızlık görülmüyor. Arapların dili neyse, onlara inecek kitabın dili de o olmalıydı elbette.
 
Ancak Kuran’da bu konuyla ilgili 2 ayet var ki, diğer ayetlerden oldukça farklı. İlk olarak şu 2 ayete bakalım:
 
Zuhruf, 3:
Biz, ANLAYIP DÜŞÜNMENİZ İÇİN onu Arapça bir Kur’an kıldık.
 
Yusuf, 2:
ANLAYASINIZ DİYE biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.
 
Konuyla ilgili diğer ayetlerden farklı olarak, bu ayetlerdeki ‘anlayıp düşünmeniz için’ ifadesi, bir çelişkiye yol açıyor. Arapça bir Kuran’ı ‘anlayıp düşünmek’ ya da ‘anlamak’ için, Arapça bilmek gerekir. Ancak biz Türkler, dünyadaki pek çok millet gibi, Arapça bilmiyoruz. Ana dilimiz Türkçe.
 
Peki, biz Türkler olarak, Arapça olan Kuran’ı nasıl anlayıp düşüneceğiz? Çünkü ayette, hem ‘anlayıp düşünmek’ ifadesi vurgulanıyor, hem de Kuran’ın Arapça indirilişinden bahsediliyor. Bu ikisinin bir arada bulunması, bir mantıksızlık oluşturuyor.
 
Mesela bu ayetlerde sadece ‘Anlayıp düşünmeniz için indirdik.’ deseydi, problem yoktu. Ama ‘Anlayıp düşünmeniz için Arapça indirdik.’ denildiği zaman, burada sadece ‘Arapça bilenlere/konuşanlara’ hitap edildiği görülüyor.
 
Şimdi bu ayetlerdeki mantığı, farklı örneklerle görelim:
 
– Biz, Türklerin anlaması için onu Arapça bir Kur’an kıldık.
– Biz, Çinlilerin anlayıp düşünmesi için onu Arapça bir Kur’an kıldık.
– Biz, Rusların anlayabilmesi için Arapça bir Kur’an indirdik.
– Biz, tüm dünyanın anlayabilmesi için Arapça bir Kur’an indirdik.
 
Oldu mu? Olmadı.
 
Demek ki Kuran’ın muhatabı Türkler ya da Araplar dışındaki diğer milletler değil. Araplara ‘Arapça’ indirilmiş olması normaldir, ama biz Türklere ya da Araplar dışındaki diğer milletlere, ‘anlayıp düşünmemiz için’ Arapça indirilmiş olması kabul edilemez. Çok açıktır ki, ‘anlayıp düşünecek’ bir durumumuz yok, çünkü Arapça bilmiyoruz.
 
Peki, bu işin bir çözümü yok mu? Tüm dünya Arapça öğrensin madem, olmaz mı?
 
Maalesef bu da olmaz. Çünkü Kuran böyle bir mantığa da itiraz ediyor. İşte kanıt:
 
Fussilet, 44:
Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki, “Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab’a yabancı dilden (kitap) olur mu?”
 
Ayette ‘apaçık’ şekilde görülüyor ki, Arab’a yabancı dilden kitap indirilseymiş eğer, Arapların buna itiraz hakkı doğacakmış. Eğer Arab’a yabancı dilden kitap olmuyorsa, Türklere de olmaz, Fransızlara da, Çinlilere de… Aksi halde bu ayet, kendi içinde çelişmiş olur.
 
Şimdi biz, Türkler olarak soruyoruz, hani tıpkı ayetteki gibi: ‘Türklere yabancı dilden (Arapça) kitap olur mu?’
 
Mademki Arapların bu durumu göz önünde bulunduruluyor, diğer milletler için de bu durum göz önünde bulundurulmalıydı. Bunun ise tek yolu olabilirdi. Türklere de peygamber gelecekti, Fransızlara da, İngilizlere de… ‘Türkçe kutsal kitap’ indirilecekti mesela. Ama İslam inancına göre Muhammed son peygamber. Yani bizim bu hakkımız da baştan elimizden alınmış. Bu ise açık bir çelişkidir.
 
Bir de ilave olarak şunu ekleyelim. Bildiğiniz gibi, Kuran’ın başka dillere yapılan çevirilerinde ve özellikle de Türkçeye yapılan çevirilerde; ‘meal hatası’, ‘çeviri hatası’ gibi itirazlar, Müslümanların dilinden hiç düşmez. Ortada herhangi bir çelişki ya da bilimsel, dilbilgisel vs. hata gördükleri anda, ‘meal hatası’ vs. diyerek hemen işin içinden sıyrılmaya çalışırlar. Ama bunun haricinde de, pek çok ayette gerçekten de çeviri hataları vardır.
 
Yani Kuran’ı Türkçeye daha ‘tam doğru’ olarak çevirebilen yok. Sırf bu bile, Kuran’ın evrensel olmadığını anlamaya yeter. Yoksa bugün bile hala daha, ‘O ayette öyle demek istemiyor.’, ‘O ayet yanlış çevrilmiş.’ diye insanlar birbirleriyle kavga eder miydi? İlginçtir ki, insanlar, Kuran’ın ne dediğini anlamayı bırakmış, ‘hangimiz daha doğru çevirdik’ diye birbirleriyle kavga ediyorlar artık. Sadece ilahiyatçılar değil, sokaktaki insan da bunu yapıyor.
 
Bazı kitleler de, Kuran’ın Türkçeye tam olarak çevrilemeyeceğini savunur. Böyle bir savunma, Kuran’ın evrensellik iddiasını zaten baştan bitirir. Yani böyle bir iddiayı ortaya atan birisiyle bu konuyu tartışmaya gerek kalmamıştır, zira kendisi de Kuran’ın evrensel olmadığını kabul etmiştir zaten. İnsanlar hiç düşünmez mi ki, Allah, başka dillere tam olarak çevrilemeyecek kitabı niye göndermiştir? Bunun sorulmaması ve sorgulanmaması çok tuhaf.
 
Daha da önemlisi, ben Allah’ın/Tanrı’nın emirlerini öğrenmek için neden başka bir dil öğrenmek zorundayım? Ya da bu kitleler, Allah’ın buyruklarını öğrenmek için; falanca hocaya, filanca ilahiyatçıya ya da onların meallerine/çevirilerine neden muhtaç olsunlar ve onlar da bu sayede köşeyi dönsün? Var mı böyle bir adalet?
 
Ayrıca onlara nasıl güveneceğiz? Nereden bilelim bize yalan/yanlış şeyler öğretmediklerini? Bu insanlara tam güvenmek, onları ‘putlaştırmak’ olmaz mı? Bir ilahiyatçı ‘Kuran’da kadına dayak yoktur.’ derken, öbürü ‘vardır’ diyor. Hangisi doğru söylüyor? Biz, gerçeği bulmak için yazı tura mı atacağız?
 
Ve doğrusunu öğrenmek için, illa ki başka bir dil (yani Arapça) öğrenmemiz gerekiyorsa, Fussilet suresinin 44. ayetinde vurgulanan şey ne olacak? Arab’a yabancı dilden kitap olmuyorsa, Türklere olmasının hiçbir mantığı yoktur. Aksi halde bu ayetin (Fussilet 44) hiçbir anlamı yok demektir.
 
Gördüğünüz gibi, Zuhruf suresinin 3. ayeti ve Yusuf suresinin 2. ayeti bile, Kuran’ın evrensel bir kitap olmadığını kanıtlamaya yetmektedir.
 
2) Kuran’ın hitap ettiği coğrafya
 
Şimdi şu 2 ayete bakalım:
 
Enam, 92:
Bu (Kur’an), Ümmü’l-kurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı mübarek bir kitaptır.
 
Şura, 7:
Şehirlerin anası (olan Mekke’de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur’an vahyettik.
 
Gördüğünüz gibi, Kuran’ın diğer dünya ülkeleriyle pek alakası yok. Hatta Arap coğrafyasıyla bile tam olarak alakası yok. ‘Mekke ve çevresi’ne hitap ediyor. Bu ayetteki ‘Ümmü’l-kura’, Mekke’nin diğer adıdır. Mekke’nin başka adları da var, Bekke gibi mesela. Yine mesela, Medine’nin diğer adı Yesrib’dir. Şehirlerin birden fazla isimleri var o dönemde. Nitekim, Kuran’da çok fazla ‘Mekke’ kelimesi geçmez, genellikle ‘Bekke’ diye geçer.
 
Ama yorumcular, bu ayetlerdeki durumu fark etmiş olacaklar ki, bu ifadeye ‘sözlük anlamını’ vererek ‘şehirlerin anası’ demişler. Bunu deyince de, ‘şehirlerin anası ve çevresi’ şeklinde bir ifade ortaya çıkmış, bu da (her nasıl olduysa artık) ‘bütün dünya’ anlamına gelivermiş!
 
Ne kadar inandırıcı öyle değil mi?
 
Şehirlerin anası ve çevresi… Yani bütün dünya, hatta bütün evren… Tabi.
 
Çünkü bir şeyin ‘çevresi’ demek, ‘bütün dünya’ ya da ‘bütün evren’ demektir. Sadece ‘kendi çevresi’ değildir. Bu işler böyledir. Yani çocuğunuza ‘Evin çevresinde oyna.’ dediğiniz zaman, çocuğunuz dünya turuna çıkabilir!
 
Bu ayetlerde ‘Mekke’ kelimesi geçmediği için, Müslümanlar genellikle bu açıktan faydalanmaya çalışır, bu konuyu savunurken. Ayetlerde ‘Mekke’ kelimesinin geçmemesi neyi değiştirir? Ayette ‘çevresi’ diye belirtilmiş açıkça. Bir şeyin çevresi, adı üstünde, bir şeyin ‘çevresi’dir. ‘Bütün dünya’ anlamına gelmez. İster şehirlerin anası olsun, ister babası olsun. Bu mu kurtaracak bu ayetteki mantıksızlığı?
 
Ayrıca, Şura suresinin 7. ayetindeki şu ifadeye tekrar bakalım:
 
Şehirlerin anası (olan Mekke’de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman… için, sana böyle Arapça bir Kur’an vahyettik.
 
Şimdi burada, bir an için, ‘Şehirlerin anası ve çevresi’ ifadesinden ‘bütün dünya’ anlamını çıkardığımızı varsayalım. Yine 1. bölümde gördüğümüz türde bir hatayla karşılaşıyoruz. ‘Bütün dünya’yı uyarmak için Arapça indirilmiş bir kitap olması mümkün mü?
 
Bu ayetten ‘bütün dünya’ anlamının çıkıp çıkmayacağını kontrol edelim:
 
– Biz, İstanbul’dakileri uyarman için sana Arapça bir Kuran vahyettik.
– Biz, Paris’tekileri uyarman için sana Arapça bir Kuran vahyettik.
– Biz, Barcelona’dakileri uyarman için sana Arapça bir Kuran vahyettik.
– Biz, tüm dünyayı uyarman için sana Arapça bir Kuran vahyettik.
 
Oldu mu? Yine olmadı.
 
Burada da gördüğünüz gibi, Kuran’ın ‘Arapça indirilmesinde’ tek başına bir problem olmamasına rağmen, Kuran’ın ‘hitap ettiği kitle’ ve bu kitleye ‘hitap şekli’, ciddi çelişkilere neden oluyor. İlk 2 bölümde bu hatalar net şekilde görülüyor. Kuran, sadece ‘ana dili Arapça olanlar’a hitap ediyor. Türkler ise ne yazık ki, dünyadaki pek çok millet gibi, bu gruba girmiyor.
 
Ayrıca ‘Mekke ve çevresi’ ifadesinden ‘bütün dünya’ gibi bir mananın çıkmayacağını şu ayetten de anlayabiliyoruz:
 
Ankebut, 67:
Çevrelerinde insanlar kapılıp GÖTÜRÜLÜRKEN, bizim (Mekke’yi) güven içinde kudsî bir yer yaptığımızı görmediler mi? Hâla bâtıla inanıp Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?
 
Gördüğünüz gibi, Mekke’nin çevresindeki insanlar götürülüyormuş. ‘Bütün dünya’ gibi bir anlam çıkmıyor.
 
3) Kuran sadece bir ‘kavim’ için indirilmiş/açıklanmış ve bu ‘kavim’ ibret almalıymış
 
Şimdi şu ayetlere bakalım.
 
Bakara, 118:
Gerçekleri iyice bilmek isteyen bir KAVİM için âyetleri apaçık gösterdik.
 
Bakara, 164:
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir KAVİM için (Allah’ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok deliller vardır.
 
Bakara, 230:
Allah bunları bilmek, öğrenmek isteyen bir KAVİM için açıklar.
 
Nisa, 78:
Bu KAVME ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!
 
Maide, 50:
İyi anlayan bir KAVİM için, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?
 
Enam, 97:
Gerçekten biz, bilen bir KAVİM için âyetleri geniş geniş açıkladık.
 
Enam, 98:
Anlayan bir KAVİM için âyetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık.
 
Enam, 99:
Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir KAVİM için ibretler vardır.
 
Enam, 105:
Böylece biz âyetleri geniş geniş açıklıyoruz ki, «Sen ders almışsın» desinler de biz de anlayan KAVİM için Kur’an’ı iyice açıklayalım.
 
Enam, 126:
Bu (din), Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz, öğüt alacak bir KAVİM için âyetleri ayrıntılı olarak açıkladık.
 
Araf, 32:
İşte bilen bir KAVİM için âyetleri böyle açıklıyoruz.
 
Araf, 52:
Gerçekten onlara, inanan bir KAVİM için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik.
 
Araf, 58:
İşte biz, şükreden bir KAVİM için âyetleri böyle açıklıyoruz.
 
Araf, 203:
Bu (Kur’an), Rabbinizden gelen basîretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır); inanan bir KAVİM için hidayet ve rahmettir.
 
Tevbe, 11:
Biz, bilen bir KAVME âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.
 
Yunus, 5:
O, bilen bir KAVME âyetlerini açıklamaktadır.
 
Yunus, 6:
Gece ve gündüzün değişmesinde (uzayıp kısalmasında) Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, (Onu inkâr etmekten) sakınan bir KAVİM için elbette nice deliller vardır!
 
Yunus, 24:
İşte iyi düşünecek KAVİM için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.
 
Yunus, 67:
Şüphesiz bunda dinleyen bir KAVİM için ibretler vardır.
 
Yunus, 101:
De ki: «Göklerde ve yerde neler var, bakın (da ibret alın!)» Fakat inanmayan bir KAVME deliller ve uyarılar fayda sağlamaz.
 
Yusuf, 111:
Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi açıklayan (bir kitaptır); iman eden KAVİM için bir rahmet ve bir hidayettir.
 
Rad, 3:
Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir KAVİM için ibretler vardır.
 
Rad, 4:
İşte bunlarda akıllarını kullanan bir KAVİM için ibretler vardır.
 
Nahl, 11:
İşte bunlarda düşünen bir KAVİM için büyük bir ibret vardır.
 
Nahl, 13:
Yeryüzünde sizin için rengârenk yarattıklarında da öğüt alan bir KAVİM için gerçek bir ibret vardır.
 
Nahl, 65:
Şüphesiz ki bunda dinleyen KAVİM için bir ibret vardır.
 
Nahl, 67:
İşte bunlarda da aklını kullanan bir KAVİM için büyük bir ibret vardır.
 
Nahl, 79:
Kuşkusuz bunda inanan bir KAVİM için ibretler vardır.
 
Enbiya, 106:
İşte bunda, (bize) kulluk eden bir KAVİM için bir mesaj vardır.
 
Neml, 52:
Anlayan bir KAVİM için elbette bunda bir ibret vardır.
 
Neml, 86:
İman eden bir KAVİM için elbette bunda birçok ibretler vardır.
 
Kasas, 3:
İman eden bir KAVİM için (faydalı olmak üzere) Musa ile Firavun’un haberlerinden bir kısmını sana gerçek şekliyle nakledeceğiz.
 
Kasas, 46:
Bilakis, senden önce kendilerine uyarıcı (peygamber) gelmeyen bir KAVMİ uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdik); ola ki düşünüp öğüt alırlar.
 
Ankebut, 24:
Doğrusu bunda, iman eden bir KAVİM için ibretler vardır.
 
Ankebut, 35:
Andolsun ki, biz, aklını kullanacak bir KAVİM için oradan apaçık bir ibret nişânesi bırakmışızdır.
 
Ankebut, 51:
Elbette iman eden bir KAVİM için onda rahmet ve ibret vardır.
 
Rum, 21:
Doğrusu bunda, iyi düşünen bir KAVİM için ibretler vardır.
 
Rum, 23:
Gerçekten bunda, işiten bir KAVİM için ibretler vardır.
 
Rum, 24:
Doğrusu bunda, aklını kullanan bir KAVİM için (alınacak) dersler vardır.
 
Rum, 28:
İşte biz âyetlerimizi, aklını kullanacak bir KAVİM için böylece açıklıyoruz.
 
Rum, 37:
Şüphesiz imanlı bir KAVİM için bunda ibretler vardır.
 
Zümer, 42:
Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir KAVİM için ibretler vardır.
 
Zümer, 52:
Şüphesiz bunda inanan bir KAVİM için ibretler vardır.
 
Fussilet, 3:
(Bu,) bilen bir KAVİM için, âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır.
 
Zuhruf, 44:
Doğrusu Kur’an, sana ve KAVMİNE bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız.
 
Casiye, 4:
Sizin yaratılışınızda ve (Allah’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir KAVİM için ibret verici işaretler vardır.
 
Casiye, 5:
Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah’ın gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan bir KAVİM için dersler vardır.
 
Casiye, 13:
Elbette bunda düşünen bir KAVİM için ibretler vardır.
 
Casiye, 20:
Bu (Kur’an), insanlar için basiret nurları, kesin olarak inanan bir KAVİM için hidayet ve rahmettir.
 
Bu ayetler hakkında şüphesi olanlar için baştan belirtelim ki, ayetlerde bahsedilen, eski peygamberlerin kavimleri falan değil, Muhammed’in kavmidir. Ayetlerin geçtiği sureleri baştan sona okuyabilirsiniz.
 
Mealciler, bu ayetlerdeki ‘kavim’ kelimesini genellikle ‘toplum’ ya da ‘topluluk’ diye çevirmişlerdir. Tabi onlar da durumun farkındalar. O yüzden tek çare, meallerdeki kelimeleri böyle değiştirmek. İstisnasız olarak bu ayetlerin tümünde ‘li kavmin’ diye geçmektedir, yani ‘kavim’ diye belirtilmektedir. Topluluk olarak çevirsek bile, bu ‘topluluk’ zaten Araplardır, diğer milletler değil.
 
Gördüğünüz gibi, Kuran, ‘bilen bir KAVİM’ için açıklanmış ve ‘indirilmiş’ bir kitaptır. Bu da tabi ki Arap kavmidir, Muhammed’in kavmidir.
 
Yine aynı şekilde görüyoruz ki, Kuran’dan ibret alması gerekenler, ‘bütün dünya’ falan değil, bir ‘kavim’ sadece. Yani Amerika’da yaşayanların ibret almasına gerek yok. Sürekli Arap kavmi ile ilgileniyor Allah.
 
Özellikle, bu ayetlerde, seslenen kişinin Muhammed değil de Allah olması dikkat çekmektedir. Yani mesela bu ayetlerde Muhammed konuşsa/konuşturulsa, ‘kavim’ kelimesi belki mantıklı olabilirdi. Mesela Araf suresinin 188. ayetinde olduğu gibi:
 
Araf, 188:
De ki: “…Ben sadece inanan bir KAVİM için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”
 
Diğer ayetler de böyle olsaydı, o zaman derdik ki: ‘Sonuçta Muhammed, kendi kavmine seslendiği için, “kavim” kelimesi kullanılması normaldir.’
 
Ama diğer ayetlerde de Allah’ın hitap ettiği kitle, bir ‘kavim’den ibaret. Sadece Muhammed’in değil, Allah’ın görüş alanı da ‘Mekke ve çevresi’nde yaşayan bir ‘kavim’, yani Muhammed’in bağlı bulunduğu kavim sadece.
 
Mesela Kuran’da ‘Ad kavmi’, ‘Semud kavmi’, ‘Lut kavmi’ vs. derken, siz bunu ‘bütün dünya’ olarak mı anlıyorsunuz? Elbette hayır. Peki, Araplardan bahsedilirken kullanılan ‘kavim’ kelimesinden neden bu anlam çıkarılıyor?
 
Tabi ki din tüccarlarının tahtı sarılmasın diye.
 
4) Kuran ‘hangi amaçla’ indirilmiş?
 
Bakın, Kuran’ın ‘indirilme gerekçesini’, Kuran’ın kendisi nasıl anlatıyor:
 
Nahl, 64:
Biz bu Kitab’ı sana SIRF hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir KAVME de hidayet ve rahmet olsun diye indirdik.
 
Meryem, 97:
(Resûlüm!) Biz Kur’an’ı, SADECE, onunla Allah’tan sakınanları müjdeleyesin ve şiddetle karşı çıkan bir KAVMİ uyarasın diye senin dilinle (indirilip okutarak) kolaylaştırdık.
 
Secde, 3:
“Onu Peygamber kendisi uydurdu” diyorlar öyle mi? Hayır! O, senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı (peygamber) gelmemiş bir KAVMİ uyarman için -doğru yolu bulalar diye- Rabbinden gönderilen hak (Kitap)tır.
 
Yasin, 5-6:
(Bu Kur’an) üstün ve çok merhametli Allah tarafından indirilmiştir. Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir.
 
Zuhruf, 44:
Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız.
 
Demek ki Kuran, sadece ‘Muhammed’in kavminin sorunlarını çözmek için’ indirilmiş. Evrensel bir yönü var mı? Hayır.
 
Özellikle, Meryem 97’deki ‘sadece’ ve Nahl 64’teki ‘sırf’ kelimeleri önemlidir bu noktada. Demek ki Kuran’ın başka bir amacı yok. Bunu Kuran’ın kendisi söylüyor. Kuran’ın tek amacı, Muhammed’in kavminin sorunlarını çözmek.
 
Bu ayetleri okuyan ve idrak eden mealciler/ilahiyatçılar (yani Arap olmayanlar/ana dili Arapça olmayanlar), hala daha Müslüman kalabilmişler midir sizce? Ne dersiniz?
 
5) Allah’ın tehdit ettiği kitle de bir ‘kavim’ sadece
 
Tevbe, 80:
(Ey Muhammed!) Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu, onların Allah ve Resûlünü inkâr etmelerinden ötürüdür. Allah fâsık KAVMİ hidayete erdirmez.
 
Tevbe, 96:
Onlardan razı olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz onlardan razı olsanız bile Allah fâsık KAVİMDEN asla razı olmaz.
 
Tevbe, 109:
Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalim KAVMİ doğru yola iletmez.
 
Saf, 5:
Bir zaman Musa kavmine: Ey kavmim! Benim, Allah’ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz? demişti. Onlar yoldan sapınca, Allah da kalplerini saptırmıştı. Allah, fâsık KAVMİ doğru yola iletmez.
 
Saf, 7:
İslâm’a çağırıldığı halde Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir! Allah, zalim KAVMİ doğru yola erdirmez.
 
Gördüğünüz gibi, Allah’ın tehditleri de Muhammed’in kavmine özel. Bu ayetlerde de ‘kavim’ kelimesi kullanılıyor yine. Diğer ayetlerden farklı bir durum yok ortada.
 
6) Muhammed ‘mahşer günü’ sadece kendi kavminden şikayetçi olacakmış
 
Furkan, 30:
Peygamber der ki: Ey Rabbim! KAVMİM bu Kur’an’ı büsbütün terk ettiler.
 
Gördüğünüz gibi, Muhammed’in de dünyadaki diğer insanlarla pek ilgisi yok. Kendi kavmiyle meşgul daha ziyade. Ne ilginç değil mi? Tesadüf hep bunlar.
 
Yine şu ayet de bu konuyla ilgili fikir verecektir:
 
Araf, 47:
Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de, ‘Ey Rabbimiz! Bizi zalim KAVİM ile beraber bulundurma!’ derler.
 
7) Her kavme kendi dilinde peygamber gönderilmiş
 
İbrahim, 4:
(Allah’ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi YALNIZ KENDİ KAVMİNİN DİLİYLE gönderdik.
 
Gördüğünüz gibi, her kavme kendi dilinde peygamber gönderilmiş. Olması gereken de bu zaten. Peki, Türklerin Türkçe konuşan peygamberleri var mı? Ya da oldu mu? Hani bizim Türkçe kutsal kitabımız? Bu ayet, kendi kendini yalanlamış olmuyor mu?
 
Daha da önemlisi, bu ayet; Muhammed’in sadece Arapça konuşan insanlara (yani Arap kavmine) gönderildiğini kanıtlamaz mı? Buna ‘Ama Muhammed öyle değil.’ diyemezsiniz, çünkü ayette ‘her peygamber’ diyor. ‘Muhammed hariç her peygamber’ demiyor. Yakında meal parantezlerinin içinde bu ifadeyi de görürseniz şaşırmayın tabi.
 
8) Kuran’daki ‘Ey iman edenler!’ ifadesi
 
Kuran’da ‘Ey iman edenler!’ diye seslenilen kitle de sadece Muhammed’in kavmidir. Tüm dünya falan değildir. Görelim:
 
Tevbe, 38-39:
EY İMAN EDENLER! Size ne oldu ki, “Allah yolunda savaşa çıkın!” denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır. Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir KAVİM getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir.
 
Maide, 54:
EY İMAN EDENLER! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir KAVİM getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.
 
Muhammed, 33-38:
EY İMAN EDENLER! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın. İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah asla bağışlamaz. Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmeyecektir. Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve sakınırsanız Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden mallarınızı (tamamen sarfetmenizi) istemez. Eğer onları (tamamını) isteseydi ve sizi zorlasaydı, cimrilik ederdiniz ve bu da sizin kinlerinizi ortaya çıkarırdı. İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağırılıyorsunuz. İçinizden kiminiz cimrilik ediyor. Ama kim cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O’ndan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir KAVİM getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar.
 
Gördüğünüz gibi, Kuran’da ‘Ey iman edenler!’ denildiği zaman, sadece ‘Arap kavminden/ana dili Arapça olanlardan’ bahsedilmektedir. Dünyadaki diğer insanlar ile bir alakası yoktur.
 
9) Kuran’daki ‘insanlar’ ifadesi
 
Bu konuyla ilgili bazı ayetler var. Mesela şu ayet:
 
Al-i İmran, 138:
Bu (Kur’an), BÜTÜN İNSANLIĞA bir açıklamadır; takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür.
 
Bu ayette ‘bütün insanlık’ diye bir ifade yok, sadece ‘insanlar’ diyor. Meallerde bilinçli olarak tahrifat yapılmış. Ellerinden gelse ‘bütün evren’ diyecekler. Doğrusunu biz yazalım:
 
Al-i İmran, 138 (doğrusu):
Bu (Kur’an), İNSANLARA bir açıklamadır; takvâ sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür.
 
Peki, bu ‘insanlar’ kimlerdir? Tabi ki Arap kavmidir.
 
Şimdi de ‘bütün insanlar’ diye belirtilen ayete bakalım:
 
Sebe, 28:
Biz seni BÜTÜN İNSANLARA ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.
 
Aslında bu ayet de doğru çevrilmiş sayılmaz. Ayette ‘bütün insanlar’ demiyor, ‘insanların hepsi’ diyor. Bu insanlar da yine Arap kavmi tabi ki. Yani ‘Mekke ve çevresindeki insanların hepsi’ anlamındadır. ‘Dünyadaki insanların hepsi’ anlamında değildir.
 
Şimdi de bu iddiamızı bazı ayetlerle kanıtlayalım:
 
Tevbe, 3:
Hacc-ı ekber (en büyük hac) gününde Allah ve Resûlünden İNSANLARA bir bildiridir: Allah ve Resûlü müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz bilin ki, siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz. (Ey Muhammed)! o kâfirlere elem verici bir azabı müjdele!
 
Bildiğiniz gibi, Tevbe suresi, bir ‘ültimatom’ ile başlıyor. Yani burada tehdit edilen kitle, sadece belli bir kitledir. Tüm dünya falan değildir. Buna rağmen neden ‘insanlar’ diye tabir edilmiş? Çünkü bu kelimenin Kuran’da ‘evrensel’ bir manası yok.
 
Enam, 91:
(Yahudiler) Allah’ı gereği gibi tanımadılar. Çünkü «Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi» dediler. De ki: Öyle ise Musa’nın İNSANLARA bir nûr ve hidayet olarak getirdiği Kitab’ı kim indirdi?
 
Bu ayetten ‘bütün dünya’ gibi bir anlam çıkar mı? Çıkmaz elbette. Bu ayetteki ‘insanlar’ kelimesi, Musa’nın kavmi için kullanıldığına göre; yukarıdaki ayetlerde de Arap kavmi için kullanılmış demektir. Dünyadaki diğer insanlarla bir ilgisi yoktur. Aksi halde, bu ayete bakarak, Musa’nın da tüm zamanlara ve tüm dünyaya gönderilmiş bir peygamber olduğunu söylememiz gerekir.
 
Araf, 144:
(Allah) Ey Musa! dedi, ben risaletlerimle (sana verdiğim görevlerle) ve sözlerimle seni İNSANLARIN başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol.
 
Allah ne yapmış? Musa’yı insanların başına seçmiş. Musa, (Kuran’a göre) tüm dünya halklarının mı peygamberidir ya da tüm zamanlara mı gönderilmiştir? Hayır elbette.
 
Kasas, 43:
Andolsun biz, ilk nesilleri yok ettikten sonra Musa’ya, -düşünüp öğüt alsınlar diye- İNSANLAR için apaçık deliller, hidayet rehberi ve rahmet olarak o Kitab’ı (Tevrat’ı) vermişizdir.
 
Demek ki Kuran’daki ‘insanlar’ kelimesi, evrensel bir anlam içermiyor.
 
Zaten mantıksal olarak baktığımızda da, Kuran, ‘bütün insanlığa’ gönderilmiş olamaz. Kutuplarda ibadet ile ilgili ayet yoktur mesela. O yüzden de İslam âlimleri, kendi kafalarından çözümler üretmişlerdir. Hani ‘Bu meseleyi Allah unutmuş, o halde biz halledelim.’ demiş insanlar, asırlar boyunca. Tuhaf bir durum tabi.
 
10) Kuran’daki ‘âlem’ kelimesi
 
Müslümanlar, Kuran’ın tüm dünyaya hitap ettiğini söylemek için şu ayetleri kullanırlar:
 
Enam, 90:
Bu (Kur’an) âlemler için ancak bir öğüttür.
 
Yusuf, 104:
Kur’an, âlemler için ancak bir öğüttür.
 
Sad, 87:
Bu Kur’an, ancak âlemler için bir öğüttür.
 
Kalem, 52:
Oysa o (Kur’an), âlemler için ancak bir öğüttür.
 
Ya da şu ayeti:
 
Enbiya, 107:
(Resulüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.
 
Bu ayetlerde ‘âlemîne’ diye tabir ediliyor. Acaba bu, bildiğimiz anlamda ‘âlemler’ mi, yoksa başka bir anlamı var mı?
 
Öncelikle, bu ayetlerdeki ‘ancak’ kelimesine odaklanmamız gerekir. Neden böyle söylenmiş? Elbette bunun bir sebebi var. Çünkü bu mealler doğru değil. Doğrusunu verelim:
 
Enam, 90:
Bu (Kur’an) ancak BİLENLER için bir öğüttür.
 
Yusuf, 104:
Kur’an, ancak BİLENLER için bir öğüttür.
 
Sad, 87:
Bu Kur’an, ancak BİLENLER için bir öğüttür.
 
Kalem, 52:
Oysa o (Kur’an), ancak BİLENLER için bir öğüttür.
 
Enbiya, 107:
(Resulüm!) Biz seni ancak rahmetimizi BİLMELERİ için gönderdik.
 
Bu ayetler bu şekilde olmalıdır. Çünkü bu ayetlerdeki bu kelimeleri, bildiğimiz anlamda ‘âlemler’ diye alamayız. Diyelim ki dünya dışında başka bir gezegende de canlılık var. Bu canlılar, Kuran’dan sorumlu mu? Hayır. Çünkü 1400 sene geçmiş ve daha Kuran’ı bilmiyorlar bile. O halde Kuran’ın bu canlılara hitap etmesi gibi bir durum yoktur. Zaten Kuran, dünya dışında bir canlılıktan da bahsetmez.
 
Bu ayetler, Kuran’ın ‘kimlere’ indirildiğini değil, ‘hangi amaçla’ indirildiğini söylüyor bize. Kuran’ın kimlere indirildiğini, özellikle ilk 7 bölümde görmüştük. Sürekli ‘bilen bir KAVİM için’ indirildiğini söylüyordu. Bu ayetlerin de bu şekilde çevrilmesi gerekir.
 
Demek ki bu ayetlerden ‘tüm evren’ gibi bir mana çıkmaz. Eğer ‘tüm evren’ gibi bir mana çıkmıyorsa, ‘tüm dünya’ gibi bir anlam da çıkmaz. Çünkü bu durumda; hem ilk 7 bölümde işlediğimiz ayetlerin tümüyle çelişir, hem de bu kelimenin Kuran’daki kullanımı zaten buna müsait değildir.
 
Çünkü ‘âlem’ kelimesi, Kuran’da başka ayetlerde de kullanılıyor. Ama bildiğimiz anlamda ‘âlemler’ diye kullanılmıyor. Mesela 3. bölümde gördüğümüz ayetlerden bazıları buna örnek olarak verilebilir:
 
Enam, 97:
Gerçekten biz, BİLEN bir toplum için âyetleri geniş geniş açıkladık.
 
Araf, 32:
İşte BİLEN bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.
 
Tevbe, 11:
Biz, BİLEN bir kavme âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.
 
Yunus, 5:
O, BİLEN bir kavme âyetlerini açıklamaktadır.
 
Fussilet, 3:
(Bu,) BİLEN bir kavim için, âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır.
 
Bu ayetlerin tümünde, ‘bilen’ anlamında ‘ya’lemûne’ kelimesi kullanılmıştır. Yukarıda gördüğümüz ayetlerde de ‘âlemîne’ şeklindeydi. Her iki kelimenin içinde de ‘âlem’ ifadesi var. Bu da bize, Kuran’daki ‘âlem’ kelimesinin ‘bilen’ anlamına geldiğini gösteriyor.
 
Başka örnekler verelim:
 
Zümer, 9:
Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç BİLENLERLE BİLMEYENLER bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.
 
Bu ayetlerde de ‘bilen’ anlamında ‘ya’lemûne’ kelimesi kullanılmıştır.
 
Mesela şu ayette de durum aynıdır:
 
Enbiya, 7:
Biz, senden önce de, kendilerine vahiy verdiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer BİLMİYORSANIZ zikir ehline sorunuz.
 
Enbiya suresinin 7. ayetinde ‘ta’lemûne’ diye veriliyor. Bunu bildiğimiz anlamda ‘âlem’ diye alabilir miyiz? Elbette hayır.
 
Yusuf, 77:
(Kardeşleri) dediler ki: «Eğer o çaldıysa, daha önce onun bir kardeşi de çalmıştı.» Yusuf bunu içinde sakladı, onlara açmadı. (Kendi kendine) dedi ki: Siz daha kötü durumdasınız! Allah, sizin anlattığınızı çok iyi BİLİR.
 
Yusuf suresinin 77. ayetinde ‘Allah… çok iyi bilir.’ deniyor. Buradaki ‘çok iyi bilir’ ifadesinin Arapça verilişi ‘a’lemu’ şeklindedir.
 
Sad, 88:
Onun verdiği haberin doğruluğunu bir zaman sonra çok iyi bileceksiniz/öğreneceksiniz.
 
Buradaki ‘bileceksiniz’ kelimesi de Arapça metinde ‘talemunne’ olarak veriliyor.
 
Bu konudaki kafa karışıklıklarını gidermek için, söz konusu kelime üzerinde biraz durmak gerekiyor. Önce şu paragrafı okuyalım:
 
Bütün varlıklar (mahlûklar) Allahın varlığına ALAMET olduğu için, onun varlığını gösterdiği için mahlûkatların hepsine ÂLEM denilmeye başlanmıştır (Hz. Muhammed’den çok sonra, Kuran’dan çok sonra böyle denilmeye başlanmıştır.). Daha sonra da varlıkların ayrı ayrı olan cinslerinin her birine ÂLEM denilmeye başlanmıştır. Örneğin İnsanlar Âlemi, Melekler Âlemi, Hayvanlar Âlemi, Cansızlar Âlemi vs. Hatta bazı düşünürler her varlık ve her cisim ayrı bir âlemdir demeye bile başlamışlardır. (ŞERH-İ MEVAKIF-ŞERİF ALİ CÜRCANİ)
 
Görüldüğü gibi, Kuran’daki ‘âlem’ kelimesi, bariz bir şekilde ‘bilenler’ anlamını taşımaktadır. Daha sonraki zamanlarda, bildiğimiz anlamda ‘âlemler’ olarak kullanılmaya ve tercüme edilmeye başlamıştır. Bunun amacı da belli.
 
Demek ki Kuran, sadece, ‘bilenler’ için, hatta biraz daha detaylandırırsak, sadece ‘bilen bir kavim’ için ‘indirilmiş’ bir kitaptır. ‘Âlemler’le falan alakası yoktur.
 
Hadi diyelim ki gerçekten de bu ayetlerdeki bu Arapça kelime, ‘âlemler’ anlamına gelsin. Peki, bundan önceki bölümlerde gördüğümüz diğer ayetler ne olacak? ‘Arab’a yabancı dilden kitap olur mu?’ ifadesi bile tek başına yeterlidir bu konuda. Kaldı ki tek kanıt bu da değil zaten, gördüğünüz gibi bu konuda çok sayıda ayet var. İlk 7 bölümde işlediğimiz tüm ayetleri çöpe atıp, bunlar gibi 3-5 ayete mi sarılacağız? Bunun, gözlerimizi kapatıp kendimizi kandırmaktan bir farkı olmaz.
 
Ayrıca Kuran, mantıksal olarak baktığımızda da, âlemlere rahmet olamaz. Düşünün ki günün birinde, Dünya üzerinde hayat bitti, insanlar da ‘falanca’ gezegende yaşamaya başladı. Peki, hac ibadeti nasıl olacak? Başka gezegenlerde Kâbe var mı? Ya da melekler yenisini yapar mı acaba? O zamana kadar kıyamet kopar mı dersiniz? Masallar bitmez tabi, doğru. Hiçbir şey bulamazlarsa, ‘kıyamet masalı’nı anlatırlar.
 
Ne olacak tüm yaşam başka bir gezegene taşınırsa? Buna benzer bir örneği Kuran’da niye bulamıyoruz? Çünkü Kuran, 7. yüzyıl zihniyetiyle yazılmış ‘insan ürünü’ bir kitap. O devirde, Dünya dışında, ‘falanca’ gezegende canlılık mümkün görülmüyordu. Ya da insanların ‘falanca’ gezegene gidebileceği öngörülmüyordu. En azından Araplar için bunu söyleyebiliriz. Ay’a gidilebileceğine bile inanmayan insanlardan bahsediyoruz.
 
Görüldüğü gibi, Kuran’ın hitap ettiği kitle ve zaman, oldukça kısır kalmıştır.
 
Tekrar etmekte fayda görüyorum. Kuran’ın ‘âlemlere’ gönderildiğini iddia etmek demek; hem bu bölümde işlediğimiz tüm detayları görmezden gelmek demektir, hem de ilk 7 bölümde işlediğimiz tüm ayetlerin ‘nesh’ edildiğini ve çöpe atılması gerektiğini kabul etmek demektir.
 
11) Konuyu destekleyici bazı ayetler
 
Bu konuda bizi haklı çıkaracak bazı ayetler var. Mesela, Müslümanların 21. yüzyılda ‘mızrak’ ile imtihanı:
 
Maide, 94:
Ey iman edenler! Allah sizi ellerinizin ve MIZRAKLARINIZIN erişeceği bir avlanma ile (onu yasak ederek) dener ki gizlide (kimsenin görmediği yerde, gerçekten) kendisinden kimin korktuğu ortaya çıksın.
 
Bu ayetteki ‘rimâhu-kum’ kelimesi, ‘mızraklar’ anlamında kullanılıyor. Kuran’da böyle bir ayet varken, hangi evrensellikten bahsedeceğiz? Sadece ‘Allah sizi avlanma ile dener.’ deseydi, sorun olmazdı. Ama ‘Allah sizi MIZRAKLARINIZIN erişeceği bir avlanma ile dener.’ diyor. 21. yüzyılda ‘mızrak’ mı kalmış? Av tüfeği kullanıyoruz artık.
 
Yine şu ayet de ilginçtir:
 
Enfal, 60:
Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen ATLAR hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz.
 
Ayette ‘Cihad için bağlanıp beslenen ATLAR hazırlayın.’ diyor. Bu devirde ‘AT’ mı kaldı? İnsanlar bu iş için, tank ya da diğer motorlu taşıtları kullanıyor artık. Çünkü bu ayette de durum aynı. Sadece ‘Cihad için hazırlanın.’ deseydi, problem olmazdı. Ama ayette özellikle atların belirtilmesi, bir çelişkiye yol açıyor.
 
Son olarak, şu ayete bakalım:
 
Hac, 27:
İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek YAYA OLARAK, gerekse nice uzak yoldan gelen argın DEVELER ÜZERİNDE sana gelsinler.
 
İşte bu noktaya kadar işlediğimiz tüm ayetlerde haklı olduğumuzu kanıtlayan bir ayet daha. Bu ayete göre, hacca gitmek isteyenler; ya yaya olarak gidecek, ya da develer üzerinde. Ayette özellikle develerin belirtilmiş olması, yine bir çelişkiye yol açıyor. Sadece ‘Hacca gidin.’ deseydi sorun olmazdı. Ancak ayette ‘deve’nin de zikredilmesi, Kuran’ın evrenselliği ile çelişmektedir.
 
Hatta bu ayette, ‘feccin’ ve ‘amîkın’ kelimeleri de önemlidir. ‘Uzak dağ yolu’ anlamına gelmektedir. Bu ayete bakıp da Kuran’ın tüm dünyaya hitap ettiğini söylemeniz imkânsızdır. Ama bu ayete bakarak, Kuran’ın ‘Mekke ve çevresi’ne hitap ettiğini de göz önünde bulundurursanız, tüm parçalar yerine oturuyor. Çünkü Mekke ve çevresinde yaşayanların, hac ibadeti için deve ile yolculuk yapması mümkün. Dünyadaki pek çok insan için ise bu mümkün değil.
 
Bu durumda, Türkiye’den uçakla hacca gidenlerin tümümün hacılığı geçersizdir.
 
Böyle ayetler barındıran bir kitabın tüm zamanlara hitap ettiğini düşünmek ya da evrensel olduğunu iddia etmek mantıklı olur mu? Mealcilerin de bu ayetleri düzeltmeye çalışmaktan belleri bükülmüştür gerçi, o da ayrı konu.
 
12) Konuya ilave bilgiler
 
Kuran’ın evrensel olmamasıyla ilgili bunca kanıt verdikten sonra, bir de şunlara bakalım.
 
– Kutuplarda namaz ve oruç hakkında hiçbir ayet olmaması
– Arapların bildiği meyveler dışında başka meyve isimlerinin Kuran’da yer almaması
– Arapların bildiği hayvanlar dışında başka hayvan isimlerinin Kuran’da yer almaması
 
Kuran’da bunlar gibi onlarca eksik vardır.
 
Bunların olması gerekir miydi? Elbette gerekirdi. 600 sayfalık bir kitapta, sürekli incir, üzüm, hurma… muhabbeti yapılıyorsa, sürekli olarak ‘deve’ örneği veriliyorsa, bu sizi şüphelendirmelidir. Buna ‘Kutup ayısını mı anlatacaktı?’ diye itiraz etmek amatörlük olur. Evet, bunca ‘deve’ örneğinin arasında, bir ‘kutup ayısı’, bir ‘kanguru’ vs. olmalıydı. Belki o zaman böyle bir konu yazmaya gerek de duymazdık. Bir tane bile yetebilirdi. Ama yok maalesef.
 
13) Yapılan savunmalar
 
Bu konuda yapılan savunmalar ise oldukça zayıftır. Mesela ‘Mekke ve çevresi’nin ‘bütün dünya’ anlamına geldiğini söyleyenler vardır. Yani yapılan savunmalar bu kadar saçma ve yüzeyseldir. Ki bunun yanlış olduğunu da 2. bölümde gösterdik.
 
Bu konuda yapılan bir başka savunma ise, işin ne kadar dramatik boyutta olduğunu gözler önüne seriyor. Kutuplarda ibadetle ilgili ayetler olmadığı için, bazı Müslümanlar, kutuplarda yaşayanların bu ibadetlerden ‘sorumlu olmadığını’ söyleyerek, işin içinden sıyrıldıklarını zannediyorlar.
 
Böyle bir savunma kabul edilebilir mi? Bunu kabul etmek demek, zaten Kuran’ın evrensel olmadığını kabul etmek demektir. Yani bırakın ‘evren’i falan, tüm dünyaya bile hitap edemediğini zaten kabul etmiş oluyorsunuz. Hem bunu söyleyip, hem de ‘Kuran evrenseldir.’ demek, aklını cebine koyup konuşmaktan farksızdır.
 
Ya da kutuplarda yaşayanların, Mekke’ye göre ibadet yapacağı söylenir. Ama bu da doğru değildir. Çünkü Kuran’da böyle bir belirtme yoktur. Koskoca Allah, kutuplar için 1 ayet bile indirememiş, bu eksikliği kul tamamlıyor.
 
Şimdi Allah mı insanları koruyor? Yoksa insanlar mı Allah’ı koruyor?
 
14) Sonuç
 
Müslümanlar, Kuran’ın Arapça ‘indirilmiş’ olmasını alaycı bir dille savunup, ‘Çince mi inecekti?’ gibi itirazlar öne sürerler. Elbette burada ele aldığımız konu, Kuran’ın ‘Arapça inmiş olması’ falan değildir. Kuran, tabi ki Arapça olacaktı. Çünkü gönderildiği kavim Arapça konuşuyordu.
 
Sorun şu ki; burada sadece Arapça bilen/konuşan bir ‘kavim’ muhatap alınmakta. Özellikle Fussilet suresinin 3. ve 44. ayetleri bunu net şekilde kanıtlamaktadır.
 
Yani gördüğünüz gibi, İslam dininin, Türklerle falan alakası yoktur. Diğer milletlerle de alakası yoktur. Ne yazık ki ortada ‘kraldan çok kralcılık’ durumu vardır. Çünkü din, bir ticaret yuvasıdır ve kimse de bu kurumun ölmesini istemiyor. Yoksa bu ayetlerdeki gerçeği İslam âlimleri de çok iyi biliyorlar. Hatta muhtemelen pek çoğu bunları fark ettikten sonra İslami terk ettiler. Ama bunu gizliyorlar elbette. Birincisi, ölmemek için; ikincisi, bu ticaret yuvasından nemalanmaya devam etmek için.
 
Ayrıca Kuran; sadece Araplara hitap etmekle kalmaz, sadece 7. yüzyıl insanlarına hitap eder. Yani günümüz Araplarıyla bile ilgisi yoktur. Günümüz Araplarına hitap etmez, çünkü günümüzde konuşulan Arapça ile 7. yüzyıl Arapçası farklıdır. Kuran’daki bazı kavramları çözebilmeniz için, 7. yüzyıl Arapçasına vakıf olmanız gerekir. Bunu İslam âlimlerinin kendisi söylüyor zaten.
 
Bu da Kuran’ın, ‘tüm zamanlara’ gönderilen bir kitap olduğu iddiasını çürüten başka bir detaydır.
 
Siz, haklı olarak, ‘Bunu Türk ilahiyatçılar göremiyor mu?’ diye sorabilirsiniz. Görüyorlar elbette. Gördükleri anda da İslam’ı terk ediyorlar. Neden ses çıkarmadıkları ise bellidir. Din, bir ticaret yuvası. Bunu kim yıkmak ister ki, öyle değil mi? Ayrıca ses çıkarsalar, başlarına gelecek olan da belli. Nitekim bu sesi Turan Dursun çıkardı ve başına gelenler belli. Durum bu.
 
Tüm bu gerçekleri gördüğünüz halde, hala daha ‘falanca âlim’in sözüne aldanarak kendinizi kandırmaya devam edebilirsiniz.
 
Share this:
TwitterFacebook
 
Şubat 13, 2013
« Önceki
Sonraki »
Ara
Son Yazılar
Kutuplarda ibadet
Tahrim suresi tefsiri
Ahzab suresi tefsiri – 2
Ahzab suresi tefsiri – 1
Kuran evrensel değildir
Kuran’da sübyancılık-2
Kuran’da sübyancılık
İslamiyet hurafedir
Kuran’daki çelişkiler
Kuran’daki dilbilgisi hataları
Kuran’daki bilimsel hatalar – 4
Kuran’daki bilimsel hatalar – 3
Kuran’daki bilimsel hatalar – 2
Kuran’daki bilimsel hatalar – 1
Arşivler
Şubat 2013
Kategoriler
Uncategorized
Meta
Kayıt Ol
Giriş
Yazı beslemesi
Yorum beslemesi
WordPress.com
Tam Siteyi Görüntüle
 
WordPress.com'da ücretsiz bir web sitesi ya da blog oluşturun.
 
:)
== Genel Bakış ==
Maddeci kuram, [[monizm|monist]] [[ontoloji|varlıkbilim]] sınıfına aittir. Böylelikle, [[düalizm]] veya [[plüralizm]]den ayrılır. Görüngübilim üzerine kurulmuş [[idealizm]] ve [[tinselcilik]] düşünce sistemlerin karşıtıdır.
"https://tr.wikipedia.org/wiki/Materyalizm" sayfasından alınmıştır