Redüksiyonizm: Revizyonlar arasındaki fark

[kontrol edilmemiş revizyon][kontrol edilmemiş revizyon]
İçerik silindi İçerik eklendi
Değişiklik özeti yok
Etiket: Geri alındı
Değişiklik özeti yok
Etiket: Geri alındı
48. satır:
 
Taksim Kararı. 1939’da patlak veren II. Dünya Savaşı siyonizm için yeni dönemeçleri ortaya çıkardı. Bu bağlamda ilerideki sonuçları bakımından en kayda değer gelişme, savaş sırasında artan Hitler’in zulmünden dolayı dünya kamuoyunda desteğini arttıran siyonistlerin yoğun çabalarıyla Amerika Birleşik Devletleri’nin Biltmore şehrinde toplanan siyonist konferansıdır. 11 Mayıs 1942’deki bu olağan üstü toplantı ve kararlaştırılan Biltmore Programı bir yandan siyonizmin devlet talebini daha da resmîleştirdi, diğer yandan İngiltere ile bozulan ilişkilerin ardından siyonist hareketin stratejik bağımlılık ibresinin günümüze kadar sürecek şekilde Amerika Birleşik Devletleri’ne kaymasının işareti oldu. Savaş resmen bittiğinde yeni bir uluslararası düzen ve bağlayıcı organı olarak Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın yanı sıra güç politikasında Amerika Birleşik Devletleri dünya sahnesine çıktı. Filistin üzerinde çakışan çıkarlar ve siyonist liderlerin bilinçli çabaları Amerika Birleşik Devletleri’nin iyiden iyiye yahudi meselesine eğilmesi sonucunu getirdi. Zira bir bakıma Birleşmiş Milletler demek Amerika Birleşik Devletleri demekti. New York’taki teşkilâtla ilgili Amerikan denetimi Filistin’e dair müzakerelerin sonucunu belirlemede fazlasıyla yeterli idi. Washington’da inanmış bir hıristiyan siyonist olarak Truman baştaydı (Anderson, sy. 10 [2001], s. 10). Söz konusu çabaların da ürünü olarak Truman’ın 1945’te Filistin’e Avrupa’dan 100.000 yahudinin daha göç etmesi talebi üzerine kurulan İngiliz-Amerikan ortak soruşturma komisyonu 1946’daki raporunda talep edilen göçü uygun görmekle birlikte hayata geçmeyecek olan bir “iki milliyetli tek devlet” tavsiyesinde bulundu. Gelişmeler bu arada Arap-yahudi çatışmalarını ve yahudi terör faaliyetlerini iyice hızlandırdı. Bu sebeple 1946’da sıkıyönetim ve ilgili savunma kanunlarını Filistin’de uygulamaya başlayan İngiltere nihayet sorunu Birleşmiş Milletler’e devretti. Genel kurulun bu konuda araştırma için oluşturduğu özel komitenin 1947’deki sonuç raporunda ancak bir çoğunluk planı olarak bir ekonomik birlik altında bölgenin iki halka taksimi önerildi. Her iki taraftan itirazlara rağmen bu karar 29 Kasım 1947’de oylanmak üzere genel kurul önüne geldiğinde gerekli üçte iki oy çokluğunu sağlamak için kurul üyesi küçük devletlerde mevcut plana karşı yaygın direnç Amerikan şantaj ve rüşvet gücünün altında kaldı (a.g.e., a.y.) ve kurul tarihî taksim kararını verdi. Buna göre Filistin, öngörülen bir milletlerarası statü ile Kudüs ve çevresi hariç tutularak yedi kısma ayrıldı; üçer bölge Araplar’a ve yahudilere, Yafa ise yahudi bölgesinde kalmış ayrı bir parça olarak yine Araplar’a taksim edildi. Oranlamaya bakıldığında bu, Filistin topraklarının yarıdan fazlasının (% 56,4) % 31’lik nüfusa sahip yahudilere verilmesi demekti. Siyonist hareketin başlangıcından o güne ve hatta İsrail’in doğuşuna kadar uzanan süreçte ortaya çıkan gerçeğe Edward Said şöyle dikkat çekmektedir: “1882’den itibaren yahudi sömürgecileri Filistin’e düzenli bir şekilde geldikleri halde İsrail Devleti’nin 1948 yılı baharında kurulmasından hemen iki hafta sonrasına kadar orada büyük bir Arap çoğunluğundan başka bir şey olmadığının idraki içinde olmamız önemlidir” (Filistin Sorunu, s. 36).
 
İsrail Devleti’nin İlânı. Nüfus gerçeği dikkate alındığında Arap cephesinde kabullenilmesi mümkün görünmeyen taksim kararını siyonistler kayıtlı da olsa benimsedi. Sürdürdükleri terörü şiddetlendirerek kendilerine verilecek bölgelerdeki Araplar’ı yerlerinden etmeye devam eden siyonistler için (9 Nisan 1948’deki 250’den fazla sivilin öldürüldüğü Deir Yâsin katliamı en iyi bilinen örnektir) kararın ardından İngiltere’nin manda idaresini 15 Mayıs 1948’de bütünüyle sona erdireceğini açıklaması bulunmaz bir fırsat doğurdu. 14 Mayıs günü İngiltere’nin Filistin’deki son askerleri çekilirken Tel Aviv’de toplanan bir grup siyonist önder İsrail adını verdikleri devletlerinin kurulduğunu dünyaya ilân ettiler. Bu ilân bildirisinde devletin yahudi halkının tabii ve tarihî haklarına dayanılarak kurulduğu iddiası mevcuttu. Bu tarihî haklar kavramı siyonist propagandada önemli olup Kitâb-ı Mukaddes kaynaklı “vaad edilmiş topraklar” kavramına dayanmaktadır (bk. ARZ-ı MEV‘ÛD).
 
Amerika Birleşik Devletleri’nin hemen tanıdığı bu devlet ilânının ardından başlayan ilk Arap-İsrail savaşı sonunda 1949 Temmuzunda ulaşılan diğer bir tarihî nokta, İsrail’in Kudüs’ün batısı dahil olmak üzere taksim kararının ayırdığı sınırları aşan topraklara sahip olması, Filistin’den geriye kalan Gazze ve Batı Şeria’nın ise Mısır ve Ürdün’ün eline geçmesiydi. Filistin’in yaklaşık % 78’inin İsrail’in eline geçmesi demek olan bu yeni fiilî durum, ateşkes anlaşmalarıyla hukukîleşmekle kalmayıp aynı yıl siyonizm açısından bir ileri başarıya daha işaret etmek üzere bu yeni sınırlarıyla İsrail Birleşmiş Milletler’e üye kabul edilerek uluslararası düzenin resmî bir parçası oldu. İsrail’in bu yeni sınırlarına ulaşmasını kolaylaştıran önemli bir husus da siyonist ideolojinin birincil hedefi ve önermesi olarak kuracakları devletin salt yahudi karakterli olması doğrultusunda (Rodinson, s. 228) çeşitli yahudi güçlerinin planlı tedhiş eylemleriyle Filistinli yerleşik nüfusun 1949’da toplamı 750.000’i bulacak şekilde İsrail’in ele geçirdiği topraklardan sistemli biçimde sürülüşüdür. 1930’ların ortalarından itibaren siyonizmin örtülü varsayımı zaten kendisine devlet için seçtiği topraklardan zorla dışarı atma yoluyla Araplar’ın temizlenmesi idi, çünkü onların varlığı temel aldığı türdeş millî devlet hedefiyle uyuşmazlık içinde olacaktı. Dolayısıyla yahudi bağımsızlık savaşı, bir devlet olarak İsrail’in o günden bu yana dayanak alacağı kitlesel bir etnik temizleme ameliyesinin önünü açmış oldu (Anderson, sy. 10 [2001], s. 11-12).
 
Devlet Sonrası Süreç. İsrail’in bir devlet olarak ilânı ve doğuşu siyonist hareketin özgün siyasî hedefinin gerçekleşmesi anlamına gelmekte, bununla beraber bir ideoloji, hatta kurumsal yapı olarak sona ermesini ifade etmemektedir. Zira siyonizmin bir ideoloji olarak varlığını sürdürmesi, bu defa İsrail’e yahudi göçünün devamını destekleme ve yeni devletle dünya yahudileri arasında kültürel bağları ilerletme doğrultusunda faaliyet göstermekte yatıyordu. Dünyanın birçok ülkesinde dalları bulunmaya ve oralardan seçilmiş delegeleriyle 1948’den sonra düzenli kongrelere devam eden siyonist teşkilât artık çalışmalarını yeni devletin gelişmesini sağlayacak bir fonksiyon icrasına odakladı. Bu çerçevede İsrail Parlamentosu 1952’de İsrail için Dünya Siyonist Teşkilâtı-Yahudi Ajansı Statü Kanunu’nu kabul etti; 1954’te İsrail hükümetiyle Siyonist İcra Kurulu arasında teşkilâtın temel sorumluluklarını belirleyen bir sözleşme imzalandı. Böylece teşkilâtın bundan sonraki temel fonksiyonu devletin temsilcileriyle ortak olarak İsrail’e yahudi göçünün devamı, yerleştirilmesi ve özellikle tarımsal kalkınmanın planlanma ve icrasının yürütülmesi olagelmiştir. Bu noktada Yahudi Ajansı da iki temel malî unsuru olan Filistin Kuruluş Fonu ve Yahudi Millî Fonu aracılığıyla İsrail’e yeni göçmenlerin ulaştırılmasını düzenleme ve onların ilk yerleşim masraflarıyla konut edinmelerini ve toplumla bütünleşmelerini sağlama sorumluluğunu üstlendi. 1967 savaşı ve doğurduğu işgaller de bu kurumlarla ilişkiler bakımından önemlidir. Ülkenin genişleyen sınırlarını korumak için daha fazla göçmene ihtiyaç olduğu inancı doğrultusunda 1970 yılına gelindiğinde yeni bir düzenleme ile teşkilât artık gelişmiş ülkelerden İsrail’e yahudi göçünü düzenleme sorumluluğunu alırken ajans daha ziyade yahudilerin zulüm gördüğü ülkelerden göçlerine yardımcı olmaya devam etti.
 
Bu noktada devlet sonrası siyonist anlayış bağlamında İsrailli sözcülerle önde gelen diyaspora siyonistleri arasında süregelen bir tartışma kayda değerdir. İsrail’dekiler bütün siyonistlerin yahudi devletine gelip yerleşmesi gerektiğini öne sürerken dışarıdakiler ise çoğu yahudinin devletin dışında yaşamayı sürdüreceğini ve siyonizmin amacının artık onların içinde İsrail’e dönük canlı bir kültürel ve beşerî ilginin devamını sağlamak olduğunu savunmaktadır (Grolier Universal Encyclopedia, XX, 316). Bu tartışmalardan da anlaşılacağı gibi siyonizmin ana hedefine yönelik çeki taşı niteliğindeki aliyah İsrail’in kurulmasıyla sona ermiş olmayıp göçün teşviki âdeta oy birliğiyle resmî politika haline geldi; bu bağlamda 1950’de çıkarılan Göç Kanunu ve 1952’de kabul edilen Vatandaşlık Kanunu, İsrail’e yahudi göçüne sınırsız hak ve bu yolla göç eden her yahudiye vatandaşlık tanıyan muhtevalarıyla “aliyah”nın sürdürülmesinde önemli pay sahibi oldu. Böylece 1948-1986 yılları arasında 1.800.000 civarında yahudi İsrail’e göç ederek vatandaşlığa geçti. Bilinen son önemli dalga olarak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından itibaren 1 milyona yakın yahudi daha göç edip İsrail’e katıldı. Böylece 1999 yılı itibariyle devlet ilânından bu yana İsrail’e kabul edilen göçmen sayısı 2.790.000’i geçmiş bulunmaktadır. Bu arada 1947’ye kadar göçmenlerin % 80’i geniş anlamda Avrupa’dan gelmişken devlet sonrası ağırlık % 60 oranında Asya ve Afrika’ya kaymış durumdadır.
 
İsrail Devleti’nin iç siyasî yapılanması söz konusu olduğunda da siyonizm bir şekilde varlığını sürdürmektedir. Bu yapılanma büyük ölçüde sistemli göç dalgalarıyla gelenlerin kompozisyonunu, sosyal ve siyasal ideallerini yansıtmaktadır. Özellikle ilk üç dalga ile gelen öncüler emek gücü, tarımsal yerleşim ve ortaklaşa yaşam biçimi idealleriyle Filistin’e yerleşen yahudi toplumunun devlet kurucu önderleri olarak sosyalist kanadın İsrail’in erken yıllarında öne çıkmasını sağladı. İlerleyen yıllarda ülkedeki sosyal tabakalaşma ve siyasal hareketler değişim göstermekle birlikte işçi partileri İsrail toplumunda ağırlığını korumaya devam etti. Bu kanadı temsilen ve manda dönemi boyunca da varlık süren Mapai, devlet sonrası -İşçi Partisi adıyla- siyasal hayatın ön sıralarında bulundu. Devlete uzanan süreçte ilk sistemli tarımsal yerleşimleri gerçekleştirerek genel işçi federasyonu Histadrut’u kurumlaştırdı ve özellikle manda döneminde resmî olmayan yahudi ordusu Haganah’yı kurup yönetmiş olmak itibariyle, Mapai’ın İsrail toplumunda kayda değer bir siyasal-toplumsal ağırlığı oldu. Devletin ilk başbakanı David Ben Gurion ile tek kadın başbakanı Golda Meir bu partiye mensuptu. Mapai’ın yanında kayda değer bir diğer örnek, Marksist ideolojiye yakın olup sosyalist ülkeler ve programlarla bağ kurmayı savunan Mapam’dır (Birleşik İşçi Partisi). Siyonizm içinde daha uç sağda bulunan revizyonist siyonizmin temsilcisi Tenuat ha-Herut ise kökenini bu kanadın kurucusu Jabotinsky’nin öğretileri ve Irgun gibi devlet öncesi silâhlı hareketlerden almaktadır. Nitekim 1970’lere girerken Likud adıyla sağ kanattan benzer çizgide başka oluşumların bir blokuna dönüşen Herut’un liderliğine gelen Menahem Begin aynı zamanda Irgun’un da lideriydi. Şeria nehrinin sadece batı yakasını değil doğu yakasını da (Ürdün) tarihî hakları bulunan Filistin topraklarının parçası kabul eden anlayış İsrail sağı içinde en iyi temsilini Likud’da buldu. Merkez sağ çizgide ayrıca 1961’de birleşerek Liberal Parti’ye dönüşen Genel Siyonist Teşkilât ile İlerici Parti mevcuttu; oy tabanı orta sınıf esnaf ve sanayicilerden oluşan bu kanat daha ziyade Amerika Birleşik Devletleri’ndeki siyonistlerden destek aldı. Bir de ılımlı ve diğer partilerle iş birliğine yatkın Millî Dinî Cephe (Mafdal) söz konusudur. Ortodoks siyonist yahudilerin temsilcisi Mizrahi’nin ağırlıkta olduğu bu cephe yahudi din ve geleneğinin günlük hayatta canlı tutulması ve yeni devletin bütün kurumlarında yansıma bulmasını hedeflemiştir. Öte yandan aşırı Ortodoks ve başlangıçta siyonist karşıtı, günümüzde ise nötr çizgide bulunan Agudat Yisrael’in ağırlıkta olduğu Tevrat Dini Cephesi ve sonraki ismiyle Birleşik Tevrat Yahudiliği gibi marjinal partiler de mevcuttur. İsrail Devleti’nin varlık sebebini farklı yönlerden sorgulayan tamamen anti siyonist karakterli azınlık oluşumlar ise Hasidî kesimden çıkan Neturei Karta ile artık varlığını sürdürmeyen aşırı sol görüşlü Mazpen’dir.
 
Araplar’ın Siyonizm Algısı. Siyonizmin Araplar tarafından algılanışına gelince, İsrail’in kuruluşunu takip eden ve Arap-İsrail savaşlarının sürdüğü yıllar boyunca çevre Arap ülkelerinin radyolarında İsrail siyonist düşman olarak anıldı. 1964’te Filistinliler’ce âdeta bir anayasa niteliğinde kabul edilen Filistin (Millî) Sözleşmesi -Oslo antlaşmaları uyarınca bu türden maddelerinin Aralık 1998 itibariyle hükümsüz sayılışına kadar- siyonizm için Filistin’e yönelik tarihî bir dayanak oluşturan Balfour Bildirgesi’ni ve ona dayalı yapılagelen şeyleri birer hile diye ilân etti. Siyonizmi ise süreci itibariyle sömürgeci, hedefleri açısından saldırgan ve yayılmacı, oluşumu bakımından ırkçı ve ayırımcı, maksat ve vasıtaları yönünden de faşist bir hareket olarak tanımladı. Bu algının dolaylı bir neticesi İsrail’i ima ettiği bilinen, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10 Kasım 1975 tarihinde aldığı, bağlayıcı olmayan bütün ırkçı ayırımcılıkların ortadan kaldırılmasına yönelik karardır. Yine aynı karar -16 Aralık 1991’de yürürlükten kaldırılmadan önce- siyonizmi “ırkçılık ve ayırımcılığın bir biçimi” şeklinde tanımlamıştır. Bir diğer nokta ise siyonizm ile büyük güç arasında kurulan bağdır. Bağımsızlık mücadelesi veren başka halkların gözünde siyonizmi millî kurtuluş hareketinden ziyade sömürgeciliğin bir türü konumuna sokan bu algı, İsrail’in kuruluşundan sonra onu emperyalizmin bir uzantısı görmek şeklinde devam etti. Burada özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin İsrail’i himayesi, başka bir deyişle Amerika Birleşik Devletleri üzerindeki siyonist nüfuz önemle kaydedilmelidir. Buna göre iş veren, hükümet ve basın-yayın âleminde köklü yer edinmiş olarak Amerikan siyonizmi, ancak çok ender vesilelerle zaafa uğramak üzere 1960’lardan bu yana orada İsrail’e karşı resmî politika ve kamuoyu oluşumunun manivelalarını elinde tutagelmiştir (Anderson, sy. 10 [2001], s. 15).
 
Devlet sonrası siyonizmin konumu bağlamında karşımıza devletin sınırları meselesi çıkmaktadır. Siyonist ideolojide bir yandan tarihî hak iddiası, bir yandan temel bir ilke olarak Yahudiliği bir dinin ötesinde ulus/devlet şekline sokmak ve dünyaya dağılmış yahudileri bu devletin tâbiiyetinde görmek emeli bulunduğundan gerek önceki gelişim süreci boyunca gerekse devlet kurulurken ve kurulduktan sonra yahudi halkına hayat sahası açmak üzere devletin belirgin sınırlarını tanımlamaktan kaçınmak bilinçli bir siyaset olarak yürütüldü. İsrail’in kuruluşundan sonra bile “aliyah”nın arkasının kesilmemesi bu sebebe dayanmaktadır. Ayrıca devletin ilânından itibaren -1949’un Âcil Durumlarda Toprak Müsadere Kanunu, 1950’nin Sahipsiz Mülk Kanunu, 1953’ün Toprak İktisap Kanunu, 1958’in Mürûrüzaman Kanunu gibi- bir dizi yasal düzenleme yoluyla İsrail’in giderek toprak alanını genişletme politikası da bunun önemli bir göstergesidir. Bu noktada 1967’deki işgallerin yeni bir dinî uyanışla bir tür dinî-mesîhî siyonizmin yolunu açarak 1949 sınırlarını işgal bölgelerine ve ötesine taşıran Büyük İsrail anlayışını belli çevrelerde daha da yaygınlaştırdığını, bu bağlamda İsrailliler arasında siyonist düşlerin gerçekleşmesi için İsrail egemenliğinin kalan Filistin topraklarına da yayılmasını savunan ve dolayısıyla 1950’lerden bu yana oralarda kalıcı yerleşim merkezlerinin kuruluşunda önemli rol oynayan Guş Emunim gibi fundamentalist siyonist hareketlerin taraftarlarını arttırdığını hatırlamak yerinde olur. Nihayet 1967 sonrası işgal altındaki Filistin topraklarında yürütülen uygulamalar ve hem sol hem sağ iktidar partilerince o günden bu yana -1993’ten beri gündemde tutulan Oslo barış süreci boyunca dahi- tedrîcî olarak sürdürüldüğü gözlenen, Filistinliler’in yaşam alanlarını daralttıkça daraltan ve bölük pörçük hale getiren sistemli yahudi yerleşim merkezlerinin kuruluşu bu bağlamda verilebilecek örneklerin belki de en önemlisidir.
"https://tr.wikipedia.org/wiki/Redüksiyonizm" sayfasından alınmıştır