İşçi sendikası: Revizyonlar arasındaki fark

[kontrol edilmiş revizyon][kontrol edilmemiş revizyon]
İçerik silindi İçerik eklendi
Pinar (mesaj | katkılar)
k taslak
Değişiklik özeti yok
7. satır:
 
Sendikal yapı, iş yeri temsilcilikleri temelinde şekillenmektedir. Şube ya da bölge merkezleri çatısı altında birleşen bu birimler en üstte Genel Merkez çatısı altında toplanmaktadır.
 
DÜNYA’DA VE TÜRKİYE’DE SENDİKAL HAREKETİN KISA TARİHİ I. BÖLÜM
 
DÜNYA’DA SENDİKALARIN DOĞUŞU VE GELİŞİMİ
 
17. yüzyılın sonunda kapitalizm ortaya çıktı.
Buharın bulunması, dokuma tezgâhlarının ve benzeri mekanik makinelerin yapılması, üretimin
verimliliğini artırırken, büyük fabrikaların kurulmasını beraberinde getirdi. Çok sayıda işçi, tarımdan
koparak fabrikalarda çalışmaya başladı.
Kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte toplum sermaye sahipleri (kapitalistler) ve işgücünden başka
satacak hiçbir şeyi olmayan işçiler olarak iki temel sınıfa bölündü.
Kapitalistler, daha da büyüyebilmek ve gelişebilmek için, işçileri mümkün olduğu kadar düşük
maliyetle çalıştırmak istiyorlardı.
İş bulmak büyük bir nimetti. İşçi çok, iş alanı azdı. Bu durum işçi ücretlerinin olabildiğince
düşürülmesine yol açıyordu. Üstelik, makinelerde çalışmak eskisi gibi hüner ve kol gücü
gerektirmiyordu. Kapitalistler bu nedenle, daha ucuza çalıştıkları için çocukları ve kadınları tercih
ediyorlardı.
İş bulmak kurtuluş değildi! 1800’lü yıllarda yaşama ve çalışma koşulları bugün hayal
edemeyeceğimiz oranda ağırdı.
O dönemde işçiler, hastalık ve kaza sigortası, emeklilik, yıllık ve haftalık izin, işten atılma
tazminatı, iş güvenliği ve iş güvencesi gibi haklara sahip değillerdi. Günde 16 saat, bazen daha fazla
çalışıyorlardı. İşçilerin yaşadığı bu ağır koşullar sık sık hastalanmalarına, sakat kalmalarına ve
ölmelerine yol açıyordu.
Kapitalistler kadın, çocuk, yaşlı demeden işçilerin alın teri ve kanıyla sömürü çarklarını
döndürüyor, zenginleşiyor, sermaye biriktiriyorlardı. Devlet, kapitalistlerin çıkarlarını korumaktan
ibaret bir güvenlik örgütü gibiydi. İşçilerin en ufak bir hak talebi, büyük şiddet ve terörle
bastırılıyordu.
Her şeye rağmen, işçiler yaşadıkları sefalete ve makineyle özdeşleşen kapitalist düzene karşı
isyanlarını ortaya koydular. Sınıfsal tepki ve öfkelerini makineleri kırarak ve parçalayarak gösterdiler.
Adına Ludizm denilen ve Makine Kırıcıları anlamına gelen bu ilk işçi hareketi, işçi sınıfının bilincine
ve örgütlülüğüne önemli katkılarda bulundu. Ludizm, vahşi kapitalizme karşı işçi sınıfının ayağa
kalkışını ve tahakküme karşı özgürlük tutkusunu gösteriyordu. Hükümetler, makineleri parçalayanlara
ölüm cezası vererek bu tür eylemleri önlediler.
Kapitalizm bütün vahşiliğiyle gelişiyor, fabrikalar kuruluyordu. Bu, aynı zamanda işçilerin
sayısının artması demekti. Benzer kederler yaşayıp, aynı kaderi paylaşan işçiler yavaş yavaş sınıf
bilinci kazanarak, ortak davranma eğilimleri içine girdiler. İşçiler arasında birlik ve dayanışma
duygusu gelişmeye başladı. İşçiler önceleri dayanışma dernekleri, yardım sandıkları kurmaya
başladılar. Başlıca amaçları hastalık, kaza, işsizlik gibi her işçinin her an başına gelebilecek olaylara
ya da olası bir ölüm sonrasında, ölen işçinin eşinin dul, çocuklarının yetim kalmasına karşı üyelerine
yardımcı olmaktı. İlk başta böylesi bir içerikte kurulan bu oluşumlar zamanla, ücretlerle ve çalışma
koşullarıyla ilgilenmeye başladılar. İşçi sınıfı yaparak öğreniyor, öğrenerek de yapıyordu.
Bir müddet sonra dayanışma dernekleri ya da yardım sandıkları, sendikal yapılara dönüştü.
Dayanışma dernekleri veya yardımlaşma sandıklarının kurulmaları ve faaliyetlerini yürütmeleri
kolay olmadı. Bu ilk işçi örgütlenmeleri işverenlerin ve devletin baskılarıyla karşılaştıklarından gizlice
kuruluyor, faaliyetlerini de gizlice yürütüyorlardı.
Benzer uygulamalar sendikalara karşı da uygulandı. Çıkarılan yasalarla sendikalar yasaklanmaya
ve faaliyetleri durdurulmaya çalışıldı. İngiltere’deki 1799-1800 tarihli Birleşme Yasaları bunlardan
biriydi. Yasa, sendikal faaliyet yürütenlerin ağır para cezasına çarptırılmasını içeriyordu.
Sendikalar, ilk olarak İngiltere’de ortaya çıktı. Sanayi Devrimi’nin beşiği olan İngiltere, aynı
zamanda sendikal hareketin geliştiği coğrafya oldu. 18. yüzyılın ortasından sonra İngiltere’de sendikal oluşumlar görülmeye başlandı. İlk sendikalar meslek sendikaları biçiminde kurulsa da, yaygınlaşması
ve bütün işçileri kapsaması uzun sürmedi.
Sendikaların doğmasıyla birlikte, işçi sınıfının mücadelesi daha da gelişti. İşçiler yaşama ve
çalışma koşullarını düzeltmek amacıyla taleplerini daha örgütlü ve ısrarlı savunur hale geldiler.
Yaptıkları her eylem bir birikim oldu. Her birikim yeni bir eylemin rahmine dönüştü. İşçiler, bu
mücadele içinde taleplerini karşılamak istemeyen işverenlere karşı, bir mücadele silahı olan grevi
keşfettiler. Bu tarihsel silah, sınıf bilincinin, birlik ve dayanışma duygusunun gelişmesine paralel
olarak güçlendi. İşçi sınıfı bir başka silahı olan genel grevi ortaya çıkardı.
İngiltere’de 1824 yılında sendikalar devlet tarafından yasal olarak tanındı. Bu durum sendikal
hareketi geliştirse de siyasi iktidarlar, sendikal faaliyetlere engeller oluşturmaya devam etti.
Sendikaların lokal düzeyden çıkarak ulusal düzeyde örgütlenişi de İngiltere’de oldu. 1831 yılında
kurulan Emeğin Korunması İçin Ulusal Dernek bu yönde atılmış ilk örgütlenme adımlarından biriydi.
1834 yılında Robert Owen, Büyük Ulusal Sendikalar Birliği’ni kurdu.
Fransa’da da işçi hareketi gelişmekteydi. 1831’ de Lion, 1834’de Paris işçileri, ekonomik ve politik
amaçlı sert mücadeleler yürüttüler.
1871 yılında işçiler, Paris’te ilk işçi yönetimini kurarak siyasi mücadeledeki yerlerini ortaya koyan
bir pratik gerçekleştirdiler. Fakat bu işçi yönetimi egemen sınıflar tarafından büyük bir terörle
bastırıldı. Sert sınıf mücadelelerinin yaşandığı Fransa’da işçi sınıfı sendikal örgütlenme hakkını ancak
1884’te elde edebildi.
Önemli sınıf mücadelelerine sahne olan bir diğer ülke de Almanya’ydı. Almanya’da sendikal
hareketin ortaya çıkması 19. yüzyılın ortalarında gerçekleşti.
1864’te Uluslararası İşçi Derneği, diğer adıyla I. Enternasyonal kuruldu. Enternasyonalin 1866
Cenevre Kongresi’nde 8 saatlik işgünü çağrısı yapıldı.
Amerika Birleşik Devletleri’nde sendikal hareketin doğumu 1860’lı yıllarda oldu. İşçi hareketine
önemli katkıları olan, Emeğin Şövalyeleri örgütü ise 1884’te kuruldu.
1 Mayıs 1886 tarihinde Amerika’da Chicago’lu işçiler, ücret düşüklüğünü ve işçilerin
örgütlenmesinin baskıyla önlenmesini, iş gününün uzunluğunu protesto etmek amacıyla ve 8 saatlik
işgünü talebiyle eylemler yaptılar. Eylemlerin kapitalistler tarafından şiddetle bastırılması sonucu
birçok işçi yaşamını yitirdi. Yüzlerce işçi ise tutuklandı.
İşçi sınıfı bu katliamı ve genel grevi hatırlatmak için 1 Mayıs’ı işçi sınıfının birlik, mücadele,
dayanışma günü ilan etti. O günden bu yana 1 Mayıslar kitlesel biçimde dünyanın her yerinde
kutlanageldi. 1 Mayıs, işçi sınıfının taleplerini haykırdığı, gücünü dosta düşmana gösterdiği gün oldu.
Amerika’da ilk işçi konfederasyonu AFL-Amerikan Emek Federasyonu 1881 yılında kuruldu. İlk
sendikalar, meslek sendikası olarak örgütlendi. Zamanla AFL içinde görüş ayrılıkları yaşandı;
bölünmeler oldu. CIO-Sanayi Örgütleri Kongresi’nin yapılması bunlardan biriydi ve işkolu esasına
göre örgütlenmeyi savunmaktaydı. Bu iki yapı 1955’te tekrar birleşti.
Sendikalarla siyaset ilişkisi tarihsel süreç içinde değişik biçimlerde kendini dışa vurdu. Özellikle
işçi sınıfının genel oy hakkını elde etmesiyle pek çok sendika siyasi parti kurma eğiliminde hareket
etti. Bu gün Batıdaki birçok işçi partisi ve sosyal demokrat parti, sendikalar tarafından kurulmuştur.
Sendikalar 20. yüzyılda etkin örgütlenmeler haline geldi. Kapitalizm 1900’lü yıllara girerken yeni
bir aşamaya gelmişti. Serbest rekabetçi dönem kapanmış, “kapitalizmin en yüksek aşaması” diye
tanımlanan “emperyalizm çağı” başlamıştı. Bu dönemin en karakteristik özelliklerinden biri, bazı dev
şirketlerin bir araya gelerek daha da güçlenmesi ve tekellerin doğmasıydı.
Kapitalizmin bu aşamasında, işçi sınıfının üstündeki sömürü daha çok arttı. İşsizlerin sayısı
durmadan çoğaldı. Bir avuç tekelci kapitalist zenginliklerine zenginlik katarken, emekçi yığınlar hızla
yoksullaştı.
Eski tip sömürgeciliğin yerini yeni tip emperyalist sömürgecilik aldı. Gelişmiş kapitalist ülkelerin
tekelci şirketleri “üçüncü dünya” ülkelerine sermaye yoluyla girerek bu ülkelerin ekonomilerini
kontrolleri altına aldı.
Elbette rekabet kalkmadı. Kapitalistler arası rekabet daha üst boyutlara çıktı. Tekeller dünya
pazarlarını paylaşmak için kıran kırana yarışa giriştiler.
Emperyalist tekeller arasındaki bu çekişme yüzünden I. Dünya Savaşı patlak verdi. Bu savaşın asıl
nedeni dünya pazarlarının paylaşılmasıydı. Bu süreçte, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi de gelişti. 1910 yılında dünyada 3 milyon işçi
sendikal örgütlülük içinde yer alıyordu. Bilinçli ve örgütlü işçiler savaşa karşı çıktılar ve barış
istediler. Esas savaşın kapitalistlere karşı yürütülmesi gerektiğini savundular.
1912 yılında Fransız Genel-İş Konfederasyonu-CGT yaptığı olağanüstü kongrede, yaklaşmakta
olan savaşın, emperyalistler arası çıkar çatışmasından kaynaklandığını açıkladı ve savaşa karşı genel
grev çağrısı yaptı. Ve bu eylemi hayata geçirdi.
I. Dünya Savaşı’nın son yıllarında Rusya’da, işçi sınıfının diğer emekçi yığınlarla birleşerek
iktidara gelmesi 20. yüzyıla damgasını vuran en önemli siyasal-toplumsal gelişme oldu. 1917 Ekim
Devrimi’yle Rusya’da dünyanın ilk sosyalist devleti kuruldu.
1918 yılında I. Dünya Savaşı bitti.
Savaş sonrasında kapitalizm yeni bir gelişme gösterdi. Adına Fordizm de denilen bant ve yürüyen
zincir sistemlerinin fabrikalarda yaygın bir şekilde kullanılmasıyla sömürüyü artırmanın yeni yolları
hayata geçirilmeye başlandı. Bu gelişme, uluslararası tekellerin daha da güçlenmesini beraberinde getirdi.
 
Ne var ki, kapitalizmin bunalımı bir süre sonra yeniden kendini gösterdi.
Uluslararası işçi sınıfının mücadelesi hızla gelişiyordu. 1920 yılında, dünyada sendikalara üye işçi
sayısı 50 milyonu bulmuştu.
1919-1920 yıllarında başta Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya olmak üzere Avrupa işçi
hareketi ayaktaydı. Ne var ki, işçi sınıfının iktidara yürüyüşü, yenilgiyle sonuçlandı.
 
1920’lerin ortalarına gelindiğinde İngiltere’de işçiler harekete geçiyordu. İngiliz işçi sınıfının 1926
yılında gerçekleştirdiği genel grev, ülkedeki tüm toplumsal dengeleri sarstı. Grev, dünya işçi sınıfının
mücadelesine yeni birikimler kazandırdı.
Kapitalist sistem, kendi iç çelişkileri yüzünden buhranlardan kurtulamıyordu. Bir avuç tekelcinin
kâr hırsı nedeniyle bir yandan kapitalizmin genel buhranı durmadan derinleşiyor, öte yandan her 10-15
yılda bir keskin bunalımlar patlak veriyordu.
1929 yılında kapitalist ülkelerde büyük bir ekonomik bunalım başgösterdi. İşsizlerin sayısı
olağanüstü büyüdü. Mal stokları yığılmıştı. Kapitalistler üretimi yavaşlattılar, yer yer durdurdular. Bu
duruma karşın, geniş halk yığınları sefalet içinde kıvranıyordu. Fakat kapitalistler ve onların siyasi
iktidarları, halkın satın alma gücünü yükseltmeye yanaşmıyorlardı.
 
1930’lu yılların sonuna doğru dünya hızla yeni bir savaşın eşiğine geldi. 1939’da II. Dünya Savaşı
başladı. II. Dünya Savaşı’nın çıkış nedeni birincisiyle aynıydı. Dünya pazarlarının emperyalist tekeller
tarafından yeniden paylaşılması...
 
Tekelci sermayenin en baskıcı ve en kanlı diktatörlüğü demek olan Faşizm İtalya’da Mussolini ile,
Almanya’da Hitler’le, İspanya’da Franko ile iktidardaydı. Büyük provokasyonlar düzenleyerek
iktidarı ele geçiren faşist rejimler, geniş ordular kurdular ve istilaya giriştiler. Alman Nazi orduları
1939’da Avrupa’nın çeşitli ülkelerini işgale başladı.
Uluslararası işçi sınıfı hareketi, sendikaların yasadışı ilan edilmesine rağmen anti-faşist direnişte
önemli rol oynadı. Avrupa’da Nazilerin işgal ettiği pek çok ülkede işçi sınıfı faşizme karşı direnişe
geçti.
Faşizm yüzünden milyonlarca insan can veriyordu. Ancak faşizmi kaçınılmaz bir yenilgi
bekliyordu. Nazi Almanya’sına son öldürücü darbe 1 Mayıs 1945’te indirildi.
1945’te savaş bittiğinde faşizmin belkemiği kırılmıştı. İnsanlık yaşadığı karanlık bir olaydan
kurtularak, demokratik bir havayı solumaya başladı.
 
1945 yılında dünyada 64 milyon işçi sendikalarda örgütlüydü. Yaşanan savaş ve etkileri, işçi sınıfının uluslararası birlik ve dayanışmasını daha da güçlendirmesi erektiğini ortaya koymuştu.
Daha savaşın içinde (1943’te) bu yönde İngiliz ve Sovyet sendikaları tarafından çalışmalar
yürütülmeye başlandı. Bu yönde ortak bir komite kuruldu. Komite, ICFTU - Uluslararası Sendikalar
Federasyonu’na dünya çapında bir kongre toplanması çağrısında bulundu.
Bu federasyonun kökleri, 1903 yılında kurulan Uluslararası Sendikalar Sekreterliği’ne
dayanmaktaydı. Sekreterlik 1913 yılında Uluslararası Sendikalar Federasyonu’na dönüştü.
Federasyonun I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla faaliyetleri zorunlu olarak durdu. Yeniden faaliyete
başlaması 1919 yılında gerçekleşti. Bu dönemde federasyonun Avrupa ve ABD’deki üye sayısı 18
milyona yaklaşmıştı. Bu sayı 1939’da 20 milyona ulaştı. Böylesi bir gelişim süreci yaşayan Uluslararası Sendikalar Federasyonu’nun öncülüğünde 1945 yılında bir kongre toplandı.
 
Şubat 1945’te gerçekleşen kongreye, 35 ülkeden 50 milyon işçiyi temsil eden sendikalar katıldı. 3 Ekim 1945’te, Paris’te, 58 ülkeden 64 milyon işçiyi temsil eden 272 sendikanın katıldığı genel kurulda, Uluslararası Sendikalar Federasyonu feshedilerek, WFTU - Dünya Sendikalar Federasyonu kuruldu. Dünya Sendikalar Federasyonu, kapitalist ülkelerdeki sendikalar ile sosyalist ülke
sendikalarını aynı uluslararası örgütün çatısı altında toplama başarısı gösterdi. Fakat uluslararası sendikal hareketin bu birlikteliği,
ABD ve Sovyetler Birliği arasında 1947’de başlayan soğuk savaşla sona erdi.
 
II. Dünya Savaşı sonrası, ABD emperyalizmi dünyanın efendiliğine soyunarak, uluslararası düzeyde hegemonik bir güç olma yönünde politikalar izledi. Ünlü Marshall Planı bu dönemde devreye sokuldu. ABD, Marshall Planı’yla Kıta Avrupası’nın
savaş sonrasında ekonomik yeniden yapılanmasını sağlayarak, kendi egemenliğini pekiştirmeyi
amaçlamaktaydı. Bağımsız ve ilerici sendikalar Marshall Planı’nın bir emperyalist politika olduğunu ve Sovyetler Birliği ve Avrupa ülkelerinin varlığına yönelik bir saldırı içeriği taşıdığını ileri sürerek, plana karşı tavır aldılar. Fakat, Dünya Sendikalar Federasyonu içindeki ABD, İngiltere ve Hollanda kökenli sendikalar, planı destekleyen bir tutum içine girdiler.
Marshall Planı’na yaklaşım ve Soğuk Savaş politikaları uluslararası sendikalarda bölünmelere yol
açtı.
 
1949 yılında ABD, İngiltere ve Hollanda kökenli sendikalar, Dünya Sendikalar Federasyonu’ndan ayrılarak yeni kurulan bazı sendikalarla birlikte ICFTU-Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu kurdular.
 
II. Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası sendikal örgütlenmelerden biri de, 1946 yılında
kurulan Uluslararası Hırıstiyan Sendikalar Konfederasyonu’ydu. Konfederasyon, 1920 yılında kurulan
ve 10 ülkeden 3,5 milyon işçiyi temsil eden IFCTU-Uluslararası Hıristiyan Sendikalar Federasyonu’na
dayanmaktaydı. Örgütün adı, 1968 yılında yapılan kongresinde WCL - Dünya Emek Federasyonu
olarak değiştirildi.
Soğuk Savaş dönemi içinde (1947-1990 arasında) uluslararası sendikal örgütlenmeler arasında
ciddi sorunlar ve rekabet yaşandı.
Soğuk Savaş’ın sendikal alana yansımasının bir sonucu olan bu durum, ağırlıkla kendini Dünya
Sendikalar Federasyonu’yla Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu arasında gösterdi.
1990’lı yıllara kadar bünyesinde 11 uluslararası işkolu federasyonunu ve 206 milyon işçiyi
barındıran Dünya Sendikalar Federasyonu, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki rejimlerin
çöküşüyle hızlı bir zayıflama sürecine girdi.
Bugün dünyada üç önemli uluslararası sendikal örgütlenme bulunmaktadır.
Bunlardan bir tanesi Dünya Sendikalar Federasyonu’dur. Diğerleri ise Uluslararası Hür İşçi
Sendikaları Federasyonu ve Dünya Emek Federasyonu’dur.
Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Federasyonu bugün 141 ülkeden 206 sendikal merkezde örgütlü
125 milyon işçiyi temsil etmektedir. Ayrıca Konfederasyonla bağlantılı çeşitli işkolu federasyonları
vardır. Ülkemizde Türk-İş, DİSK, Hak-İş ve KESK Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Federasyonu’na
üyedir.
Dünya Emek Federasyonu ise 113 ülkede 26 milyon civarında işçiyi temsil etmektedir.
Konfederasyona bağlı 9 uluslararası işkolu federasyonu bulunmaktadır.
Bugün Dünya Sendikalar Federasyonu’nun etkisizleşmesiyle, sendikal aktivite ağırlıkla
Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Federasyonu tarafından yürütülmektedir. İki konfederasyonun
sendikal mücadele içinde yer yer işbirliği görülmektedir.
Kapitalizmin yeniden yapılandığı ve işçi sınıfına yoğun saldırılar gerçekleştirdiği günümüz
koşullarında, uluslararası sendikal hareket ciddi bir kriz yaşamaktadır.
Sendikal hareketin geleneksel refleksleriyle bu krizi aşması mümkün değildir. Sendikal hareket,
sınıflar mücadelesinin yeni momentine uygun politikalar ve örgütlenme modelleri geliştirmelidir.
Bugün dünyanın birçok ülkesinde sendikal özgürlükler kısıtlansa da, binlerce sendikal aktivist
üzerinde baskılar sürse de, hatta bazıları katledilse de, işçi sınıfının en temel örgütlenmelerinden biri
olan sendikalar, işçi sınıfı var olduğu sürece varlığını sürdürecektir. Unutulmasın ki, sınıflar mücadelesinin her momenti, farklı zenginliklerin ve yaratıcılıkların ortaya
çıktığı süreçleri ifade eder. Şimdi görev, yaşadığımız yeni momentin ve 21. yüzyılın sendikal
oluşumlarını ortaya çıkarmaktır. İşçi sınıfının tarihi ve deneyimleri bugüne ışık tutmaktadır.
 
II. BÖLÜM
 
TÜRKİYE’DE SENDİKAL HAREKETİN GELİŞİMİ(CUMHURİYET ÖNCESİ)
 
Türkiye’de sanayileşme, Batı ülkelerinden daha sonra gerçekleşti. İlk fabrika 1835 yılında kuruldu.
Türkiye işçi sınıfı, doğuşundan itibaren, yaşama ve çalışma koşullarını geliştirmek için mücadeleye
başladı. Mücadele daha filizlenme halindeyken çeşitli resmi engellemelerle karşılaştı.
1845 yılında çıkarılan Polis Nizamnamesi bu baskılardan ilkiydi. Bir baskı yasası niteliğinde olan
nizamname, işçi derneklerinin yok edilmesini, topluca işi bırakanların cezalandırılmasını
içermekteydi.
İlk fabrikanın kuruluşundan on yıl sonra çıkan bu düzenleme Kıta Avrupası’nda burjuvazinin
kazandığı deneyimlerin Osmanlı topraklarına yansımasından başka bir anlam taşımıyordu. Osmanlı
topraklarında sanayinin geliştiği sektörlere bakıldığında ve bu sektörlerde yabancı sermayenin
belirleyici rolü görüldüğünde, daha embriyo halindeki işçi sınıfının üzerine sert önlemlerle
gidilmesinin nedenleri de ortaya çıkmaktadır.
Fakat çıkarılan yasalar tarihsel ve toplumsal gelişimi engelleyemedi. Yasağa rağmen, işçi sınıfı
bağımsız çizgisinde yürümeye, çeşitli eylemler ve örgütlenmelerle gelişmeye devam etti.
Önce yardımlaşma dernekleriyle bir araya gelen işçiler, giderek kendi örgütlenmelerini yaratmaya
başladılar. Birçok kaynakta 1871 yılında kurulduğu ileri sürülen ve ilk işçi örgütü olduğu iddia edilen
Ameleperver Cemiyeti, gerçek bir işçi örgütü değildi. Bu örgüt, 1 Nisan 1866 tarihinde kurulmuş olan
bir yardımsever derneğiydi ve gerçek adı Amelperver Cemiyeti’ydi.
Bilinen ilk sendika türü örgütlenme ise, İstanbul’da Tophane fabrikasındaki işçilerce gizli olarak
kurulan Amele-i Osmani (Osmanlı Amele) Cemiyeti’dir.
Osmanlı topraklarında yapılan ilk grev ise 1872 yılında gerçekleşti. Kasımpaşa tersanesi’nde
çalışan 600 işçi, ücretlerini alamadıklarından dolayı greve başladı. İşçiler grevi başarıyla bitirdi.
1872’den 1908’e kadar İkinci Meşrutilet’in ilanına kadar geçen dönemde, 23 grev olayı yaşandı.
Bu grevler ağırlıkla tersanelerde, demir ve deniz yollarında, mağazalarda, tütün işletmelerinde
gerçekleşti. Ücretlerin düşüklüğü, ustabaşı baskıları ve hafta sonu tatil talepleri grevlerin nedenlerini
oluşturdu.
1908 yılı Temmuz’unda II. Meşutiyet ilan edildi. Yani padişahın mutlak iradesi, yerini, aynı
zamanda meclisin de bulunduğu meşruti bir rejime terk etti. Yani kısıtlı da olsa, demokratik bir
gelişme söz konusuydu. 1908 yılının bir başka özelliği de, emperyalizmin Türkiye’de önemli ölçüde
kök salmış olmasıydı. Birçok yabancı şirket, değişik alanlarda faaliyet gösteriyordu.
1908 yılının Ağustos ve Eylül ayları grevlerle geçti. İki ay içinde 30’a yakın grev oldu. Grevlerin
bir kısmı, yabancı sermayeye ait işyerlerindeydi. Yabancı sermaye bu grevlerin engellenmesini istedi.
Grevleri yasaklayan Polis Nizamnamesi yürürlükteydi ama yetmiyordu. Zamanın iktidarı daha
kuvvetli bir mevzuata ihtiyaç duydu. İhtiyaç, Tatil-i Eşgal Kanunu Mukavkati ile sağlandı.
Bu kanun, kamuya yönelik hizmetlerde çalışan işçilerin sendikalaşmasını yasakladı. Grevleri
yasaklamasa da sınırlamalar getirdi. Greve çıkabilmek bir ön uzlaşma sürecinden geçme koşuluna
bağlandı.
1909 yılında 31 Mart olayı üzerine ilan edilen sıkıyönetim de, iktidarın işçi sınıfı üzerinde çeşitli
kısıtlamalar getirmesine uygun zeminler hazırladı.
I. Dünya Savaşı sırasında çalışma koşulları çok ağırlaştı. İşçilerin mücadelesinde gerilemeler
görüldü. Bunun nedeni, Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı’nın etkisiyle ülkede yaşanan antidemokratik ortamdı. Bunun yanı sıra, işçi sınıfının nicel durumu ve işçiler arasında din ve etnik köken
farklılıklarının bölünmelere yol açması, işçilerin kır’la temaslarının sürmesi, topraktan tam olarak
kopmaması, ağırlıkta ilk kuşak işçi olmaları, işçilik geleneğinin ve bilincinin yerleşmemesine neden
olmaktaydı.
Her şeye rağmen işçi sınıfı emperyalist işgale ilk karşı koyan güç oldu. İstanbul, İzmit ve İzmir’de
kurulan silahlı işçi çeteleri emperyalist işgalcileri rahat bırakmadı. Bu gruplar, cephanelikleri bastılar,
Anadolu’ya silah kaçırdılar. İşçi sınıfı bu örgütlenmelerle birlikte, yabancı sermayeyle kurulmuşişyerlerinde işgali protesto eden anti-emperyalist içerikli grevler yaptı. İşgal yıllarında 1 Mayıs
kutlamaları gerçekleştirildi.
I. Dünya Savaşı’nın bitmesinin ardından İstanbul ve yöresinde sendikal faaliyette yeniden bir
canlanma görüldü.
1919 yılından itibaren işgal altındaki İstanbul’da çeşitli sendikalar kuruldu. Bunların bir bölümü
siyasi yönlendirme altındaydı, bir bölümünü işverenler denetliyordu, bir bölümü ise, Ulusal Kurtuluş
Savaşı’nı destekleyen sendikalardı.
İstanbul’daki işgal kuvvetleri arasındaki çelişkiler ve işgal kuvvetlerinin kendi ülkelerinde sendikal
hakların önemli ölçüde tanınmış olmasının getirdiği hoşgörü ortamı, sendikaların çalışmalarını
kolaylaştırdı.
Ayrıca yaşanan savaşların çalışma ve yaşama koşullarında meydana getirdiği gerileme de,
sendikalara duyulan ihtiyacı artırmıştı.
Bu ve benzeri nedenlere bağlı olarak, 1919-1922 yıllarında sendikalar kuruldu ve önemli grev ve
grev dışı eylemler gerçekleşti.
 
CUMHURİYET DÖNEMİ:
 
1923-1946 YILLARI
 
İmparatorluk yıkılmış, yerine Cumhuriyet kurulmuştu. Devleti yönetme artık babadan oğla
geçmeyecek, halk kendi yöneticilerini seçecek, yasalar mecliste yapılacaktı.
1923 yılında İzmir’de yapılan İktisat Kongresi bir anlamda Türkiye’nin izleyeceği yolu -kalkınma
yolunu- belirliyordu. Türkiye’nin izleyeceği yol kapitalizm olarak kararlaştırıldı.
Ülkenin doğusunda patlak veren bir isyanın hemen ardından, 1925 yılında Takrir-i Sükûn Kanunu
çıkarıldı. Bu kanunla “sükûnu sağlamak” üzere hükümete her türlü cemiyeti kapatmak yetkisi verildi.
İşçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütleri yasaklandı.
Daha önceki yıllarda işçi bayramı olarak kutlanan 1 Mayıs da 1925’de yasaklandı. 1 Mayıs 1935
yılında çıkarılan bir kanunla “Bahar ve Çiçek Bayramı” olarak ilan edildi.
Ceza Kanunu’nda yapılan değişikliklerle de, örgütlenme özgürlüğünü sınırlayan yasaklar
pekiştirildi. Mussolini’nin iktidarda olduğu faşist İtalya’da Zanardelli Kanunu adıyla anılan kanundan
aynen aktarılan Türk Ceza Kanunu’nda iki defa değişiklik yapıldı. 1933’te yapılan değişiklikle,
grevleri teşvik edenler için ağır cezalar getirildi. 1936’da yapılan değişiklik ise 141.-142. maddelerin
ceza yasasına girmesi yolundaydı. Sendikalar dahil, her türlü sınıfsal örgütlenme ve propaganda
yasaklanıyordu.
1936’da İş Kanunu çıkarıldı. Bu kanunla, sendikaların yerine işçi temsilcilikleri getiriliyordu.
1938’de Cemiyetler Kanunu çıkarıldı. Cemiyet kurmak serbest oldu. Ama sınıf esasına dayanan
cemiyetlerin kurulması yasaktı. Yani her türlü cemiyet kurulabilirdi; fakat işçi örgütü kurulamazdı.
1939’da başlayan II. Dünya Savaşı boyunca, işçiler için zorunlu fazla mesai uygulaması getirildi.
Çalışma koşulları daha da ağırlaştı.
II. Dünya Savaşı’ndan tüm dünya işçi sınıfının ve faşizme karşı güçlerin zaferle çıkmasından sonra,
1946 Haziran’ında, Cemiyetler Kanunu’nda değişiklikler yapılarak sınıf esasına dayanan cemiyetlerin
kurulması serbest bırakıldı. İşçilerin sendika kurma özgürlüğüne kavuşmalarıyla ortaya çıkan çok
sayıda sendika, iktidarı telaşa düşürdü. 1946 Aralık ayında sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetim bütün
işçi kuruluşlarını kapatma ve yöneticilerini mahkemeye verme kararı aldı.
1925-1946 döneminde işçilerin üzerindeki bu baskıların yanında, yaşanan konjonktürün etkileri ve
sınıfın bazı özellikleri, sendika kurma doğrultusunda güçlü bir eğilimin doğmasını engelledi.
Bu etkenleri kısaca belirtirsek: Trablus ve Balkan Savaşlarının ardından I. Dünya Savaşı ve Ulusal
Kurtuluş Savaşı’nın yaşanması ülkeyi ekonomik olarak çökme noktasına getirmiş, on binlerce genç bu
savaşlarda yaşamını yitirmiş, birçok insan savaşlar süresinde hastalıktan ölmüştü. Bu yıllarda nüfus az,
toprak çoktu.
Yine o yıllarda vasıflı bir işçi çok rahatlıkla kendi dükkânını açabiliyor, eli kürek ve saban tutabilen
bir kişi, kolayca toprak sahibi olabiliyordu.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde, vasıflı işçilerin büyük bölümünü oluşturan Rumlar ve
Ermeniler savaş sonrasında ülkeyi terk etmişlerdi.
Sendikaların genellikle vasıflı işçiler tarafından kurulduğu düşünülürse, Cumhuriyetin
kuruluşundan sonra, işçi sınıfı içindeki en nitelikli, becerili ve vasıflı kesimler “memur” adı altında ayrıldı. Bu kesime, 1926 yılında kabul edilen Memurin Kanunu ve sonrasında kabul edilen bazı
kanunlarla ayrıcalıklar tanındı. Bu kanunlarla memur olan olan kişinin hayatı güvence altına alınmış
oluyordu.
İşçi sınıfının en eğitimli ve becerili kesiminin “memur” adı altında bölünerek, önemli ayrıcalıkları
olan “işçi aristokratı”na dönüştürülmesi, sendikalaşma eğilimini ciddi biçimde geriletti.
Bu yıllarda işçi sınıfının önemli bir kesimi kamu işletmelerinde işçi olarak çalışıyordu. Kamu
kesimi işyerlerinde işçilik yapmak da, belirli bir ayrıcalık olarak görüldü. Kamu sektöründe yeni
fabrikaların açılması, işçi ihtiyacını beraberinde getiriyordu. Bu fabrikalara işçi çekebilmek ve
işyerinde tutabilmek için, işçilere iç yönetmeliklerle düzenlenen bazı haklar tanınmak zorunda
kalınmıştı. Kamu işyerlerinde, hukuk dışı uygulamaların nispeten azlığı (ya da dikkat edilmesi)
yasaların işçi lehine olan hükümlerinin büyük ölçüde uygulanmasını beraberinde getirdi. Bu ve
benzeri özellikler, kamu kesiminde çalışan işçilerde bilinç ve örgütlenme anlamında bazı
yanılsamalara neden oldu.
Ayrıca, bu dönemdeki işçilerin önemli bir bölümü ilk kuşak işçiydi. Sendikal mücadele geleneği ve
alışkanlığı yoktu. İşçi sınıfı 20. yüzyılın ikinci yarısına bu birikim ve özellikleriyle girdi.
1946’DAN 1960’A
Türkiye işçi sınıfının yüz yıllık mücadelesi yanında, dünya işçi sınıfının kazanımları ve II. Dünya
Savaşı’nda Nazi Almanyası ve Mussolini İtalyası’nın yenilmesinin uluslararası düzeyde yarattığı
demokratik atmosfer, egemen sınıfları sendika kurma hakkını tanımak zorunda bıraktı.
Sınıf esasına dayalı cemiyet kurma yasağı kaldırıldı. 1946 yılında kurulan Çalışma Bakanlığı’nın
hazırladığı taslağın kabulüyle, 1947 yılında Sendikalar Kanunu çıkarıldı. Sendikalar yasal olarak
tanındı.
1947 yılında 5018 sayılı İşçi Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkındaki Kanun, iki İngiliz
uzmanın tavsiyeleri göz önünde tutularak hazırlandı.
Yasa, sendikaları tanısa da, sendikalara toplusözleşme ve grev hakkı tanımayarak, onları temel
işlevlerinden yoksun bırakmaktaydı. Ayrıca sendikaların siyasal faaliyet yürütmelerine önemli
yasaklar getiriyor, sendikaların uluslararası kuruluşlara üye olmaları Bakanlar Kurulu’nun iznine
bağlanıyordu. Yasa bir anlamda sendikaları siyasi iktidarın denetimi altında tutmayı amaçlamaktaydı.
Yine de yasa, istenilen sendikaya üye olunmasını ve aynı işkolunda birden fazla sendika
kurulabilmesini güvence altına almaktaydı.
Yasanın çıkmasından sonra uzun süre sendikal örgütlenmelere karşı çıkan CHP, bu tavrını hemen
değiştirerek(!) İşçi Bürosu adı altında bir örgütlenmeye gitti. CHP, bu büro aracılığıyla sendikaları
kendi paralelinde örgütlemeyi hedefledi. Özellikle İşçi Bürosu aracılığıyla kamu kesimi işyerlerinde
sendikalar örgütlenmeye başladı.
CHP, işçi sınıfının bağımsız örgütlenmesinin önünde engel olarak, kendi güdümünde ya da etki
alanında sendikalar oluşturmaya çalıştı.
Çalışma Bakanlığı’nın kasasındaki ceza paralarından sendikalara kaynak aktardı. Halkevleri ve
benzeri kuruluşlardan sendikaların masa ve sandalye ihtiyaçları karşılandı. Yeni kurulan sendikaların
tüzükleri, bu kuruluşların tüzükleri örnek alınarak hazırlandı. İşçi yardımlaşma dernekleri vb.
kuruluşların bazıları sendikalara dönüştürüldü.
1946 yılı ve sonrasında kurulan sendikalar ağırlıkla işyeri sendikasıydı. Bir kısmı ise belirli yerdeki
ya da yöredeki işçileri örgütleyen yerel sendikalardı. Bu yapılar aynı zamanda iki tür üst örgütlenme
içinde oldular.
İşkolundaki sendikalar federasyon örgütü içinde yer alırken, aynı bölgede ya da yörede farklı
işkollarında faaliyet yürüten sendikalar ise, sendikal birlikler içinde yer aldı.
Örneğin çeşitli illerde kurulan taşıt işçileri sendikaları, Türkiye Taşıt İşçileri Federasyonu altında
bir araya gelirken, yine farklı illerde örgütlenmiş tekstil işçileri TEKSİF’i kurdular.
Sendikal birlikler içinde öne çıkan yapı ise İstanbul İşçi Sendikaları Birliği oldu.
Bu sendikal oluşumların 1946-1952 yılları arasında yürüttüğü çabalar, 31 Temmuz 1952’de
TÜRK-İŞ’in kurulmasını sağladı.
1945’ten sonra en göze çarpan gelişmelerden biri de, çeşitli siyasi partilerin kurulması oldu.
Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan nispi demokratik ortamın ürünü olan bu gelişme
sonunda DP, TSP -Türkiye Sosyalist Partisi- ve TSEKP -Türkiye Sosyalist Emekçi Köylü Partisi gibi
siyasal yapılar kuruldu. 1945 yılında kurulan DP, CHP’ye karşı muhalefetteyken her ne kadar toplusözleşme, grev hakkı ve
geniş özgürlükler vaat etse de hatta programına alsa da, iktidara geldiğinde vaatlerinin hiçbirini yerine
getirmedi. Bu da yetmezmiş gibi, sendikal faaliyeti kendi denetimi altına almak yönünde politikalar
izledi. CHP’nin izlediği politikalar da oldukça ilginçti. İktidarda olduğu dönemde grev hakkına
şiddetle karşı çıkan CHP, 1950 yılında iktidardan düşmesiyle birlikte grev hakkını savunmaya başladı.
Hatta grev hakkını programına alarak işçi sınıfına şirin gözükmeye çalıştı.
DP ve CHP ve daha sonra birçok siyasi parti, sayısal olarak giderek büyüyen işçi sınıfına bir oy
deposu ya da potansiyel seçmen kitlesi olarak yaklaştı. Bu partiler, sınıfın her türlü bağımsız
örgütlenme ve mücadele çabasını bir taraftan engellemeye çalışırken, diğer taraftan çeşitli vaatlerle
işçi sınıfını kandırmaya ya da yanılsamalar içine sokmaya çalıştı.
İzlenen bu politikalar da etkili sonuçlar yarattı. Bunun temel nedeni; Türkiye işçi sınıfının Batı işçi
sınıfından farklı olarak siyasal mücadele geleneğinin zayıflığı ve kendi siyasal partisini
oluşturamayışıdır.
TÜRK-İŞ’İN KURULUŞU
Türkiye’de 1948’den sonra sendikaların ve sendikalı işçilerin sayısı orantısal olarak arttı. 1948’de
toplam sendika sayısı 73, sendikalı işçi sayısı ise 52 bindi. 1952 yılına gelindiğinde ise sendika sayısı
248’e yükselirken, sendikalı işçi sayısı 130 bine ulaştı. Bu gelişme doğal olarak ulusal düzeyde üst bir
örgütlenmeyi koşulladı; işçi sınıfının arayışları bu doğrultuda gelişti.
Bu birikimler, 31 Temmuz 1952’de Türk-İş’in kurulmasını beraberinde getirdi. Türk-İş’in
kuruluşunda uluslararası düzeyde iki kutuplu dünyanın yarattığı makro dengelerinin etkisi de oldu.
Soğuk Savaş refleksleri sendikal alana da yansıdı. Bu bağlamda uluslararası düzeyde Latin Amerika
ve Doğu Asya’daki birçok ülkede aynı tarihlerde Türk-İş benzeri oluşumların kurulması dikkat
çekmektedir.
Türk-İş ağırlıkta kamu kesiminde örgütlendi. O dönemde sanayinin de geliştiği alan kamu
kesimiydi.
Grev hakkının olmadığı, siyasi özgürlüklerin sınırlandığı koşullarda kurulan ve örgütsel
dayanakları kamu kesimi olan Türk-İş’in siyasi iktidarla ilişkisi kutuplaşmaktan öte, diyalog ve
karşılıklı etki çerçevesinde gelişti.
Türk-İş’in 1954 yılına kadar hükümetle ilişkilerinde önemli sorunlar yaşanmadı. Bunun temel
nedeni ülkenin yaşadığı ekonomik büyüme ve siyasal iktidarın bu büyümeye bağlı olarak işçilere bazı
hakları verebilecek konumda olmasıydı.
Türk-İş 1955’ten sonra siyasi iktidar tarafından sıkıştırılmaya, etkinliği azaltılmaya çalışıldı.
1957 yılında Türk-İş başkanlığına Demokrat Parti üyesi bir başkanın seçilmesi, konfederasyonun
hükümetle uyumlu politikalar geliştirmesine ve ilişkilerinin ılımlı yürütülmesine yol açtı.
Türk-İş 1960 yılında Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu-ICFTU’ya üye oldu.
27 MAYIS 1960’DAN 12 MART 1971’E
1960 yılında, 27 Mayıs hareketi’yle DP iktidardan düşürüldü.
1961’de halk oylamasıyla yeni anayasa kabul edildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin en demokratik
anayasası olan 1961 Anayasası’nda toplusözleşme ve grev hakkı tanındı. Fakat bu hakların bir yasayla
düzenleneceği belirtildi. Ayrıca, işçi sınıfının “memur” adıyla istihdam edilen kesimlerine de
sendikalaşma hakkı tanındı.
İstanbul İşçi Sendikaları Birliği, 31 Aralık 1961’de kamuoyunun dikkatini işçi sendikalarına
çekmek ve anayasada yer alan hakların kullanılmasını sağlamak amacıyla, Saraçhane’de 100 bin -bazı
verilere göre 200 bin- kişinin katıldığı bir miting düzenledi.
1961’deki önemli gelişmelerden biri de Türkiye İşçi Partisi-TİP’in kuruluşu oldu. TİP, İstanbul İşçi
Sendikaları Birliği’nin çeşitli organlarında yer alan bazı sendikacılar tarafından kuruldu.
1963’te Maden-İş, Kavel Kablo Fabrikası’nda greve gitti. Grev işyerinde çalışma koşullarının
düzeltilmesi ve Toplusözleşme ve Grev Kanunu’nun çıkması için kamuoyu oluşturmayı
hedeflemekteydi. Grev başarılı oldu. Kanun çıkmamasına karşın işveren, sendikayla sözleşme
imzalamak zorunda kaldı. Grev kamuoyunda geniş yankı buldu. Bu etkiyle TBMM 24 Nisan 1963
günü, 274 sayılı Sendikalar Yasası’nı ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası’nı
çıkarmak zorunda kaldı. Bu yasa Anayasa’da yer almamasına rağmen lokavt hakkını da getiriyordu. Yasa bu olumsuzluğu
içinde taşısa da, sendikal hareketin gelişip güçlenmesini sağlayan olanakları bünyesinde
barındırmaktaydı.
1960 sonrasında nicel ve nitel olarak hızla gelişen işçi sınıfı, Kavel greviyle kendi öz gücünün
farkına vardı, doğrudan eylemin önemini kavradı. Kavel grevi Türkiye işçi sınıfının mücadele
tarihinde bir kilometre taşı işlevi gördü.
TİP’in kurulması ve 1965 genel seçimlerinde başarı göstererek meclise girmesi, Türk-İş’in içinde
kutuplaşmaları yarattı. Türk-İş’te TİP’li sendikacılara karşı AP-CHP ittifakı oluştu; 1966 yılında
yapılan Türk-İş’in 7. genel kurulunda TİP’li sendikacılar yönetim dışında kaldılar.
1966’da gerçekleşen Paşabahçe grevi, Türk-İş içinde yeni tartışmalara yol açtı. Grevi destekleyen
bazı sendikalar Türk-İş’ten ihraç edildi.
Türk-İş’ten ihraç edilen ve aralarında bağımsız sendikaların bulunduğu Maden-İş, Lastik-İş, Gıda-
İş ve Zonguldak Yeraltı Maden-İş sendikaları 13 Şubat 1967’de DİSK’i kurdular. Bu sendikaların
yöneticileri ağırlıkla TİP yanlısı bir politik tutum içindeydiler.
Bu süreç sendikal harekette bir yol ayrımını işaretlemekteydi.
Türkiye’de 1965 sonrası toplumsal muhalefet, hayatın bu alanında yükseldi. İşçiler, köylüler,
öğrenciler anti-emperyalist bilinçle “Bağımsız Demokratik Türkiye” şiarını öne çıkararak,
muhalefetlerini ortaya koydular.
Türkiye işçi sınıfı 1969 yılında Alpagut Maden işçilerinin kendiliğindenci bir şekilde işletmeye el
koymalarıyla tarihindeki ilk özyönetim deneyimini gerçekleştirdi. İşçi sınıfı hem üretici, hem de
yönetici bir güç olduğunu bu pratikte ortaya koydu.
1970’Lİ YILLAR
1970 yılında AP iktidarı, CHP’li bazı parlamenterlerin de desteğiyle, 274 sayılı Sendikalar
Yasası’nda ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt yasasında değişiklikler yapmak istedi.
274 sayılı yasada yapılmak istenen değişiklikle, DİSK’in kapatılması amaçlandı.
Fakat yasa değişikliğine işçi sınıfının tepkisi sert oldu. 15-16 Haziran gününde DİSK’li işçilerle
birlikte Türk-İş üyesi olan işçiler genel direnişe başladı. Bazı rakamlara göre 70 bin, bazılarına göre
100 bin işçi harekete geçti. Caddeler, sokaklar işçilerle doldu. Uzun işçi yürüyüşleri gerçekleşti. Bazı
yerlerde güvenlik güçleriyle işçiler arasında çatışma çıktı.
Çatışmalar sonucunda 3 işçi yaşamını yitirdi. Eylemlerin büyümesi karşısında sıkıyönetim ilan
edildi. Daha sonra Anayasa Mahkemesi hazırlanan yasayı iptal etti.
1970 yılındaki gelişmelerden biri de, Milliyetçi Hareket Partisi’nin çizgisinde Milli-İş’in kurulması
oldu. Daha sonra örgütün adı MİSK’e çevrildi.
Toplumsal mücadeledeki yükseliş, egemen sınıfları harekete geçirdi. Emekçi yığınların kendi
geleceği üzerinde söz sahibi olması, 12 Mart askeri darbesiyle engellenmeye çalışıldı.
12 Mart, açık baskı ve şiddet dönemiydi. İşçi sınıfının örgütsel gelişimi engellenmeye, ekonomikdemokratik kazanımları gasp edilmeye çalışıldı.
 
12 Mart askeri müdahalesi, sendikal hareketin gelişimine önemli darbeler vurdu. Halk oylamasıyla
kabul edilmiş olan 1961 Anayasası değiştirildi. Demokratik örgütler kapatıldı. Başta işçi sınıfı olmak
üzere emekçi yığınların örgütlenme ve eylem olanakları geriletildi.
Türkiye’nin yaşadığı bu karanlık süreç, 1971 yılından 1973 yılına kadar devam etti.
Ekim 1973 seçimleri bir anlamda 12 Mart döneminden çıkışı işaretledi. Bu dönemden sonra
toplumsal kesimlerin bütününde yeniden bir hareketlenme başladı. Özgür ve demokratik bir ortamın
yaratılmasına yönelik çabalar yoğunlaştı.
İşçi sınıfı bu çabaların ekseninde yer almaktaydı. Sendikal örgütlenme faaliyetleri gelişiyor, kamu
kesiminde ve özel kesimde sendikalı işçi sayısı artıyordu. Kamu kesiminde Türk-İş’in örgütlülüğü
yaygınlaşırken, özel kesimde DİSK hızla örgütlenmekteydi.
1965’lerden sonra, 1961 Anayasasının yarattığı olanaklarla kurulan memur sendikaları (sayıları
550’yi bulmuştu), 1971 yılında anayasada yapılan değişiklikle yasaklandı. O dönemde öne çıkan
sendikalardan biri Türkiye Öğretmenler Sendikası-TÖS’tü. 1973’ten sonra çok sayıda memur derneğinin kurulduğu görüldü. Memur derneklerinde dikkat çeken bir özellik, bu derneklerin farklı
siyasi görüşlerin paralelinde kurulması ve hareket etmesiydi.
1975 yılında Türk-İş, İzmir’de işverenlerin çeşitli işkollarında izledikleri anti-sendikal politikaları
protesto etmek amacıyla genel eylem düzenledi.
 
Türk-İş’le DİSK arasında, izlenen sendikal politikalar konusunda kutuplaşmalar devam ediyordu.
1925 yılında kutlanması yasaklanan ve “Bahar ve Çiçek Bayramı” ilan edilen 1 Mayıs, 1976’da
yüz binlerin katıldığı bir gösteriyle kutlandı. 52 yıl aradan sonra, işçiler 1 Mayıs’ı kutlamak için
yeniden alanlardaydı.
Eyleme Türk-İş üyesi işçiler de katıldıysa da Türk-İş yönetimi buna sıcak bakmadı. Türk-İş
yönetimi işçi bayramı olarak 24 Temmuz’u ilan etmişti. 1976 1 Mayıs’ı DİSK önderliğinde
gerçekleşti.
Ülkede yaşanan siyasal ve sendikal kutuplaşma, işçi sınıfı açısından tarihi bir gün olan 1 Mayıs’ın,
anlamına yakışır ölçüde kutlanmasını engellemekteydi.
1 Mayıslara Türk-İş’in ve 1976 yılında kurulan Milli Selamet Partisi çizgisinde hareket eden Hak-
İş’in mesafeli yaklaşımları uzun yıllar devam etti.
1 Mayıs 1977, Taksim meydanında 500 bin kişinin katıldığı yığınsal bir gösteriyle kutlanırken,
karanlık ve gizli güçler tarafından düzenlenen provokasyon sonucu onlarca kişi yaşamını yitirdi.
İşçi sınıfı gün geçtikçe gelişiyor, güçleniyordu. Provokasyon, işçi sınıfının ve emekçi güçlerin
gelişimini durdurmak için düzenlenmişti. İşçi sınıfının bayram günü, kampanya şeklinde yapılan dezenformasyonlarla anarşi ve terör günü gibi gösterilmeye çalışıldı.
Egemen sınıfların bütün bu çabalarına rağmen, 1 Mayısların kutlanması gelenek haline geldi.
Özellikle 1975 sonrasında ülkede giderek yükselen siyasi tansiyon ve kutuplaşma, yapay da olsa
işçi sınıfı saflarına sokulmaya çalışıldı. Bu politikalarda da başarılı olundu. İşçi sınıfı ve sendikal
hareket içinde siyasal görüşlere bağlı olarak önemli bölünmeler yaşandı. Birçok işyerinde siyasal
görüş ayrılıklarından kaynaklanan ve silahlı çatışmalara varan sorunlar yaşandı.
Ekmek ve özgürlük mücadelesinin engellenmesi için egemen sınıfların tezgâhladığı böl, parçala,
yönet stratejisi işçiler arasında mezhep, hemşerilik ve siyasal görüş farklılıkları körüklenerek
uygulanmaya çalışıldı.
İşçi sınıfı ve sendikal hareket bir blok halinde hareket edemediğinden, sınıfın bütün kesimlerini
kavrayacak sendikal ve siyasal kültürün zayıflığından ve izlenen politikalardaki önemli hatalardan
dolayı, egemen güçlerin izlediği taktikler başarılı oldu.
Ama her şeye rağmen işçi sınıfı özellikle 1960’tan sonraki nitel ve nicel gelişimine bağlı olarak,
1970’li yıllarda giderek şekillendi; sınıf ve sendikal bilinç düzeyi de gelişti. Ekonomik ve demokratik
haklarını korumak ve güçlendirmek yönündeki çabaları kendine güven duymasını ve öz gücünün
farkına varmasını sağladı.
1960’lı yılların ikinci yarısından sonra başlayan ve yaygınlaşan mitingler, gösteriler, fabrika
işgalleri, 15-16 Haziran genel direnişiyle taçlandı.1970’li yıllar ise DGM direnişleri, genel eylemler,
yaygın işçi grevleri 1 Mayıs kutlamaları, Tariş direnişi ve geniş kitle gösterileri gibi pratiklerle geçti.
Bu sürecin bütünü, işçi sınıfını toplumsal mücadelenin eksenine taşıdı. İşçi sınıfı kendi kaderini kendi
ellerine almak için mücadelesini güçlendirmekteydi.
Bu gelişimin engellenmesi gerekiyordu ve bu doğrultuda adımların atılması da uzun sürmedi.
Türkiye hızla karanlık bir dönemin içine sürüklenmeye başladı.
 
24 Ocak kararları Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sistemle yeniden bütünleşmesini amaçlayan
bir içeriğe sahipti.
İstikrar programı, yeni zamlar, baskı ve şiddet demekti. Bu süreçten de en çok etkilenecek kesim
işçi sınıfıydı.
Fakat işçi sınıfı ve toplumsal muhalefet güçleri kendileri için yokluk, işsizlik, baskı demek olan
programa karşı kayıtsız kalmadı. Tepkilerini açığa çıkardı. 25 Ocak 1980 tarihinde grevdeki işçi sayısı
6.414’ken Haziran sonunda bu sayı 60 bine yaklaştı. Yeni grevler, erteleme kararlarıyla engellenmek
istendi. İşçi sınıfının yanında değişik toplumsal muhalefet güçleri ayaktaydı.
Egemen güçlerin “istikrar” programı, suskun ve tepkisiz bir toplum gerektiriyordu. Bunun
yaratılması için ülke hızla şiddet ve kaosun içine sürüklendi. Bu süreç, bir anlamda askeri darbenin gerçekleştirilmesi süreciydi. Yaratılan kaos ortamı, askeri darbenin meşruluk zeminini hazırlıyor, halk
bir “kurtarıcı” arayışına giriyordu.
Dünyanın birçok ülkesinde uygulanan ve destabilizasyon adı da verilen bu taktikler sonucunda 12
Eylül askeri darbesi yapıldı.
Darbe, Türkiye’nin dikensiz bir gül bahçesi olması ve toplumsal muhalefetin bütünüyle bastırılması
ve yok edilmesini amaçlamaktaydı. Ve Türkiye koca bir hapishaneye çevrilerek, tüm muhalif güçler
şiddet ve baskıyla ezildi.
Karanlık ve zulüm ülkeyi egemenliği altına aldı.
12 Eylül faşist darbesi, sendikal hareketi ezerek, işçi sınıfının kazanılmış ekonomik ve demokratik
haklarını gasp etti.
DİSK’in sendikal faaliyetleri yasaklandı. Yönetimde ve sendikal organlarda görev alan 2000’e
yakın sendikacı gözaltına alındı; birçoğu tutuklandı, ağır işkencelerden geçti. Sıkıyönetim
Mahkemelerinde yargılanan 1477 kişi 1986 yılında 2000 yılın üzerinde cezaya çarptırıldı. Bununla
birlikte DİSK ve bağlı 28 sendikanın kapatılması kararı verildi.
Hak-İş ve MİSK’in faaliyetleri durduruldu. Hak-İş’in yeniden faaliyet yürütmesine 1981
Şubat’ında, MİSK’in ise 1984 yılında izin verildi. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticileri hakkında
açılan dava 1991’de beraatle sonuçlandı. Bu karar aynı zamanda DİSK’in faaliyetine yeniden devam
etmesi anlamına geldi.
12 Eylül, Türk-İş ve bağlı sendikaların çalışmalarını sıkı bir kontrol altına alarak faaliyetlerini izne
bağladı. Bazı üye sendikaların ise faaliyetleri belirli süre engellendi.
Darbe hukuku olan 1982 Anayasası, sendikal haklara önemli sınırlamalar getirdi. Anayasanın 51.
ve 52. maddeleri bu sınırlamaları düzenleyen bir içeriğe sahipti. 52. madde 1995’te yürürlükten
kaldırıldı. Bugün sendikalar 2821 sayılı Sendikalar Yasası’na göre faaliyet yürütmektedirler.
12 Eylül 1980 darbesinden 1984’e kadar anti-sendikal politikalar en sert biçimde uygulandı.
Toplusözleşme ve grev hakkı askıya alındı. Yüksek Hakem Kurulu (YHK) devreye sokularak,
dayatmacı politikalara “hukuksal” kılıf hazırlandı.
1983’ten sonra “sivilleşme” sürecine girildi. Bu dönemdeki hükümetler bir nevi 12 Eylül rejiminin
sivil uzantısı niteliği taşıdılar. Anti-sendikal politikaları büyük bir “tutarlılıkla” sürdürmeye devam
ettiler.
12 Eylül’le birlikte toplum/devlet/ birey ilişkisinde yaşanan alt-üst oluş, Özal iktidarı döneminde
daha da derinleştirildi. Neo-liberal politikalar Türkiye’nin tüm toplumsal-maddi yaşamını tarumar etti.
Türkiye halkı hızlı bir yoksullaşma yanında, kültürel dejenerasyon ve erozyon yaşadı. Özal iktidarı
dönemi, ülkede paranın ve yalanın imparatorluğunun kurulduğu yıllar oldu.
Her şeye rağmen 1984 yılından sonra işçi sınıfı yavaş yavaş 12 Eylül’ün korku duvarını aşmaya
başladı.
Kazlıçeşme grevi ardından gelen Netaş ve Migros grevleri karanlıkta çakan şimşekler gibi sarsıcı
etki yaratarak, işçi sınıfının yeni bir döneme girişinin işaretleri oldu.
Türk-İş, anti-sendikal yasaları ve politikaları 1985 yılının ortasından başlayarak önce kapalı salon
toplantıları daha sonra kitlesel mitinglerle protesto etti. 1986 yılında yurdun çeşitli yerlerinde
(Balıkesir, İzmir, Eskişehir gibi) kitlesel protesto gösterileri yaptı. Bu eylemler, 1987 ve 1988 yılları
içinde de devam etti. 11 Mart 1988 günü ülke çapında 1 günlük yemek boykotu yapıldı.
İşyeri düzeyinde yaşanan direnişler, eylemler, mitingler, toplantılar, küçük grevler ve 1987 yılından
sonra gerçekleşen büyük grevler birike birike bozkırın bütününü tutuşturmayı başardı.
1989 yılında artık bozkır tutuşmuş, uyuyan dev ayağa kalkmıştı. İşçi sınıfı 1989 Bahar
Eylemleri’yle dosta düşmana “Merhaba” diyerek, artık ben de varım mesajını veriyordu.
1989 BAHAR EYLEMLERİNDEN GÜNÜMÜZE
1989 yılı işçi sınıfı ve sendikal hareket açısından bir atılım yılı oldu. İşçi sınıfı Türkiye’nin dört bir
yanında yarattığı zengin eylem çeşitleriyle toplumsal ağırlığını hissettirdi. 12 Eylül cenderesinden
çıkışı gösteren Bahar eylemlerine yüz binlerce işçi katıldı. Sokaklar, caddeler, işyerleri bir miting, bir
gösteri alanına çevrildi. Meşru ve kitlesel bir dalga şeklinde gelişen eylemler, işçi sınıfının
şekillenişini ortaya koymaktaydı. 1989 Bahar Eylemleri, işçi hareketinde bir dönüm noktası oldu.
12 Eylül rejiminin korku duvarları aşılmış, anti-demokratik yasalar kâğıt üzerinde kalmıştı. Artık
söz işçi sınıfındaydı. 1990 yılına damgasını Zonguldak maden işçilerinin uzun yürüyüşü vurdu. Koca bir şehir,
Ankara’ya yürüyüşe geçti.
Zonguldak madenci yürüyüşü, kitleselliği eylem niteliği ve tarzı açısından uluslararası işçi
hareketine zengin birikimler sundu.
Ardından gelen Paşabahçe grevi, işçi sınıfının haklarını almada ve korumada kararlılığını gösteren
eylemlerden biriydi.
1991 yılında, sınıfın organik parçalarından biri olan kamu çalışanlarının meşru, militan ve kitlesel
mücadele ve örgütlenme pratikleri gündeme geldi. Özünde işçi olan memurlar kendi sınıf
kimliklerinin gereği, en temel ekonomik ve demokratik haklarını elde etmek amacıyla yoğun bir
örgütlenme ve mücadele seferberliği içine girdiler.
3 Ocak 1991’de Türk-İş tarafından 1 günlük işe gitmeme eylemi yapıldı, eylem büyük bir başarıyla
gerçekleştirildi.
12 Eylül rejiminin yasaklamalarına karşın, özellikle 1980’li yılların ortasından sonra meşru olarak
ve fiilen kutlanan 1 Mayıslar, 1990’lı yıllardan sonra üç konfederasyonun ortak programıyla
kutlanmaya başlandı. Bu durum, sendikal hareketin birleşik mücadelesinin somut göstergelerinden biri
oldu.
Türk-İş, 1993 1 Mayıs’ını İstanbul’da yaptığı bir mitingle kutladı. Mitinge çok farklı siyasi
görüşlerden on binlerce kişi katıldı.
Aynı yılın Temmuz ayında, kamu kesiminin toplusözleşme görüşmelerinde yaşanan tıkanıklık
üzerine Türk-İş’in önderliğinde çeşitli eylemler yapıldı. Türkiye çapında ve kitlesel biçimde
gerçekleştirilen bu eylemlerin ilki 22 Temmuz’da oldu. Türk-İş üyesi binlerce işçi toplu vizite eylemi
yaptı. Bu eylemi 29 Temmuz’da işyerlerinde iş durdurma eylemi izledi. Eylemler dizisi, 30
Temmuz’da ülke çapında yapılan vizite eylemiyle taçlandırıldı.
1993’ün önemli örgütsel gelişmelerinden biri, içinde Türk-İş, DİSK, Hak-İş, ve Kamu Çalışanları
Sendikalarının bulunduğu, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği, Türk Tabipler Birliği, Halkevleri
gibi çeşitli demokratik kuruluşların yer aldığı Çalışanların Ortak Sesi Demokrasi Platformu oldu.
Türk-İş, 24 Nisan 1994’te çeşitli illerde işsizlik ve pahalılığı protesto mitingleri yaptı.
1994 1 Mayıs’ı, Demokrasi Platformu’nun organizasyonuyla çeşitli illerde kitlesel miting ve
yürüyüşlerle kutlandı.
20 Temmuz 1994 günü Demokrasi Platformu’na bağlı sendikalar hükümetin uygulamalarını
protesto etmek amacıyla iş durdurma kararı aldı.
Hükümetin yeni bütçe kanunu tasarısı ve tasarının içeriğindeki işçi haklarının gaspına yönelik
politikalar, Türk-İş tarafından 24 Kasım 1994’te Ankara’da yapılan gösteri yürüyüşleriyle protesto
edildi. Yürüyüşe yüz binin üzerinde işçi katıldı.
1995 yılında, hükümetin sosyal güvenlik politikalarında işçi sınıfı aleyhine yeni düzenlemelere
girme çabaları, Türk-İş tarafından sert biçimde protesto edildi. Bu yönde 30 Nisan ve 21 Mayıs’ta
kitlesel mitingler düzenlendi. İşçi sınıfından yükselen tepki karşısında, hükümet hazırladığı yasa
tasarısını geri çekmek zorunda kaldı.
1 Mayıs 1995, bir önceki yıl gibi Demokrasi Platformu öncülüğünde yurdun çeşitli illerinde yapılan
miting ve yürüyüşlerle kutlandı.
Kamu kesimi toplusözleşmelerinde yaşanan tıkanıklık üzerine, Türk-İş çeşitli eylemler yaptı.
Koalisyon hükümetinin anti-demokratik politikaları, 5 Ağustos’ta Ankara’da yapılan “Emeğe Saygı
Yürüyüşü ve Mitingi”yle protesto edildi. Mitinge 200 binin üzerinde kişi katıldı.
Türk-İş Ağustos ayında eylemlerine devam etti. 8 Ağustos’ta işyerlerine gidilip, çalışmama ve gece
işyerlerini terk etmeme eylemi yapıldı. Eylem çok sayıda işyerinde başarıyla hayata geçirildi.
Eylül ayında ülkeyi grev dalgası sardı. 300 bin kişinin katıldığı bu grevlerde işçi sınıfı gücünü bir
kez daha ortaya koydu.
Grev dalgasının etkisini göstermesi uzun sürmedi. Koalisyon hükümeti işçi sınıfının dipten gelen
baskısı sayesinde dağıldı. CHP, Türk-İş’in hükümetle anlaşmazlığı nedeniyle hükümetten çekilme
kararı aldı.
Koalisyonun bozulması üzerine Tansu Çiller’in başbakanlığında kurulan azınlık hükümetinin
parlamentoda güven oylamasının yapılacağı 15 Ekim 1995 günü, Türk-İş fiilen devreye girerek, işçi
sınıfının baskı gücünü ortaya koyan bir eylem gerçekleştirdi.
Türk-İş gelişmeleri protesto etmek için izinsiz gösteri çağrısı yaptı. Çağrıyla harekete geçen on
binlerce işçi, güvenlik güçlerinin engelleme çabalarına rağmen ve oluşturdukları barikatları birer birer aşarak Ankara Kızılay Meydanı’nda bir araya geldi. Kızılay Meydanı, “sokak parlamentosu” haline
dönüştürüldü. Ankara’nın bir yerinde güven oylaması yapılırken diğer bir yerinde yüz binlerin
katıldığı protesto gösterileri yapılıyordu. Tansu Çiller parlamentodan güvenoyu alamadı. İşçi sınıfının
siyasal gücünü ortaya çıkaran bu pratikle bir hükümet devriliyordu.
1996 yılında Refahyol hükümeti kuruldu. Refahyol hükümetinin uygulamalarına işçi sınıfının
tepkisini göstermesi uzun sürmedi. Demokrasi Platformu, yerini Türk-İş, DİSK, TESK, TOBB ve
TİSK’ten oluşan “Beşli Girişim”e bıraktı.
Türk-İş, 21 Aralık 1996 günü İstanbul Bostancı Gösteri Merkezi’nde düzenlediği geniş katılımlı
toplantıyla, Refahyol hükümetinin siyaset yürütme tavrını ve ekonomik politikalarını protesto etti.
Türk-İş, Refahyol hükümetine yönelik protesto eylemlerini 1997 yılında da sürdürmeye devam etti.
5 Ocak 1997’de “Türkiye’ye Sahip Çık! Demokrasi İçin Mücadele Et” adlı bir miting düzenledi.
Eylem görkemli geçti. 300 bin emekçi çeşitli sloganlarla taleplerini haykırdı.
1997’nin ilk aylarında önce Türk-İş, DİSK ve TESK’in daha sonra TOBB ve TİSK’in katıldığı,
Refahyol hükümetinin izlediği politikaları eleştiren çeşitli ziyaretler gerçekleştirildi.
6 Haziran’da Beşli Girişim’in hükümet politikalarını eleştirdiği bildiri, ülke çapında işyerlerinde
okundu.
Refahyol hükümeti, 18 Haziran 1997’de istifa etti. Hükümetin istifasında Beşli Girişim’in önemli
oranda etkisi oldu. Beşli Girişim’in çalışmaları 1998 yılı içinde de sürdü.
Türk-İş, 16 Mayıs 1998 günü Ankara’da “İşsizliğe Hayır! Özelleştirme Talanına Son” mitingi
gerçekleştirdi.
80’li yılların ortalarında başlayan özelleştirme politikaları, 90’lı yıllarda iyice derinleştirilmiş,
ülkenin tüm yeraltı ve yerüstü kaynakları küresel sermayeye peşkeş çekilmeye başlanmıştı. Çağın
vebası olan özelleştirme, işçi sınıfı için açlık, yoksulluk, işsizlik ve sendikasızlaşma demekti. Egemen
güçlerin Türkiye halkını ideolojik bombardımana tabi tutarak uyguladığı bu politikaların, önce
sessizce izlenmesine rağmen, sürecin özelleştirmelerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmasıyla değişik
düzeyde tepkiler açığa çıkmaya başladı. Türkiye işçi sınıfı ve sendikal hareket, özelleştirmelere ve
sonuçlarına karşı etkin eylemler düzenlemeye başladı.
Özelleştirmelere karşı eylemler, 90’lı yıllar boyunca önce lokal düzeyde daha sonra ülke sathında
yayılmaya başladı. Türk-İş, 15 Ekim’de kendine bağlı tüm sendikaların şube başkanlarının katıldığı bir
toplantı düzenleyerek sorunun acilliğini ortaya koyup tartıştı. İşçi sınıfını uyardı.
90’lı yıllarda kamu çalışanlarının konfederasyon düzeyinde örgütlenme çabaları hızlandı. Önce
KESK kuruldu. KESK”in fiili ve meşru mücadelesinin açtığı olanaklarla farklı kamu çalışanları
konfederal yapıları ortaya çıktı. Türkiye Kamu-Sen, Memur-Sen ve Demokratik Kamu-İş kuruldu.
Türk-İş, DİSK, Hak-İş, KESK ve diğer konfederasyonların özelleştirmelere, anti-sendikal politikalara,
işsizliğe ve yoksulluğa karşı ortak eylemleri gündeme geldi. Sendikal harekette değişik
örgütlenmelerin, farklı duruşlarına ve politikalarına rağmen, ortak davranmaya ve ortak hareket
etmeye başlaması önemli bir gelişme oldu.
Türk-İş 26 Nisan 1999’da özelleştirmeye karşı “Sosyal Devleti Koruma ve İş Güvencesi” yürüyüşü
ve mitingi yaptı. Eyleme binlerce işçi katıldı.
24 Temmuz’da Ankara’da “Mezarda Emekliliğe Hayır” mitingi gerçekleştirildi. İşçi sınıfı
kendisinin en temel sosyal güvenlik haklarının gasp edilmesine izin vermeyeceğini gösterdi. On
binlerce işçi alanları doldurdu.
2000 yılındaki en görkemli eylem, IMF reçetelerinin ve DSP, MHP, ANAP koalisyon hükümetinin
politikalarının protesto edildiği, tüm konfederal yapıların katıldığı 1 Aralık “Genel Uyarı” eylemi
oldu. Eyleme 1 milyona yakın işçi ve kamu çalışanı katıldı. İşçi sınıfı üretimden gelen gücüyle,
kendileri aleyhindeki politikalara geçit vermeyeceğini ortaya koydu. Sokaklar, alanlar, işyerleri
birliğin, beraberliğin ve mücadele gücünün ortaya çıktığı platformlara çevrildi.
2000 yılının son aylarında ortaya çıkan ekonomik kriz, 2001 yılının ilk aylarında yoğunlaşarak
devam etti. Ülkenin IMF politikalarına mahkûm edilmesiyle zengin daha zengin olurken, yoksullar
daha da yoksullaşmaya hatta açlık sınırında yaşamaya mecbur bırakıldı.
Birkaç ay içerisinde 250 bin işçi işini kaybetti. Kronik işsizlik, yeni işsizler ordusuyla daha vahim
hale geldi.
2000’li yıllarda, 1983’te imzalanan Washington Uzlaşısı’nın hedefleri doğrulturunda adımlar atıldı.
Washington Uzlaşısı, uluslararası sermayenin yol haritasını ifade etmekteydi. Özünde uluslararası
sermayenin talepleri ve ihtiyaçlarına yönelik en radikal düzenlemelerin yapılmasını içeriyordu. Siyasal düzlemde 28 Şubat darbesi, ekonomik boyutta 2001 krizi; uzlaşının belirlenen rotasının her
düzeyde hayata geçirilmesine olanaklar sundu.
1989 Bahar Eylemleri ve Zonguldak Uzun Yürüyüşü’yle ayağa kalkan işçi sınıfı, 1990’ların
başlarında fiili, meşru ve militan tarzda gelişen kamu çalışanlarının sendikal örgütlenme çabalarıyla
güç kazanmış, belki de tarihinin en önemli ataklarından birine kalkışmıştı. Toplumsal muhalefet
güçlerinin işçi sınıfının mücadelesiyle birleşme çabaları da sınıf mücadelesine ivme katıyordu. Aynı
dönemde emek cephesinde yer alan siyasal güçler de yönünü işçi sınıfına çevirmiş ve onun açtığı
yolda hızla şekillenmeye başlamıştı.
İşte tam bu noktada sermaye belki 12 Eylül’den daha ağır bir operasyona girişti. İyi hesaplanmış
bir likidasyon süreci başlattı. Emek hareketinin parçalanması ve siyasi güçlerin marjinalize olması
yönünde son derece rafine bir tarzda ve karşı devrim içeriğinde politikalar geliştirdi.
Bahar Eylemleri’nin yarattığı taban örgütlenmelerinin hızla içeriği boşaltıldı. Bu süreçte ortaya
çıkan doğal işçi önderleri ya işten atıldı ya da sendikal bürokrasinin içine çekilerek etkisizleştirildi.
Meşru, fiili ve militan örgütlenme faaliyetleriyle kurulan kamu çalışanlarının sendikal örgütlenmeleri,
hızla bürokratik mekanizmalara dönüştürüldü. Siyasi yapıları marjinalleştirecek politik taktikler
geliştirildi. Özellikle kamu çalışanlarının sendikal örgütlenmeleri bu gurupların politik rekabet alanına
ve nüfuz savaşları yaptıkları platforma çevrildi. Toplumsal muhalefetin birleşik gücünün yaratılması,
sistemli bir şekilde engellendi.
 
Egemen sınıfların bu likidasyon taktikleri etkili sonuçlar verdi. Sendikal bürokrasi de bu taktiklerin
hayata geçirilmesinde aktif rol oynadı. Böylece işçi sınıfının bağımsız bir güç olarak örgütlenmesi ve
sosyal mücadelenin taşıyıcı gücü haline gelmesi engellendi.
İşçi hareketi ciddi örgütsel darbeler yedi. Moral değeri çökertildi. Özgüven kaybına uğradı.
Örgütsel yapısı parçalanmış, moral bozukluğu içinde, sendikal bürokrasinin hegemonyasını her
düzeyde hisseden ve birliğinin sağlanması yönünde önemli zafiyetler yaşayan işçi sınıfı, sermayenin
çeşitli düzeylerdeki saldırılarına maruz kaldı.
Bu saldırılara karşı ancak yerel düzeyde tepkiler gösterildi.
Washington Uzlaşısı’nda belirlenen strateji hızla hayata geçirildi.
2001 krizinden sonra finans ve banka sistemlerinin piyasalaştırılmasına başlandı. Ardından
Telekom operasyonu geldi. Bu adımlardan sonra Petkim ve Tüpraş’la ağır sanayide başlayan
özelleştirme Erdemir’le tamamlanmış oldu.
Bu özelleştirme furyasında Seka direnişi önem taşıdı. Seka işçileri fabrikayı işgal etti. Ne var ki,
Seka’yla İzmit halkının ve sınıfın diğer kesimlerinin birleşememesi istenen sonuçları yaratamadı.
Seydişehir Eti-Alüminyum işçileri de özelleştirmeye karşı kapıları kaynaklayarak fabrikayı işgal
etti. 5000 kişinin katıldığı kitleyle karayolu kapatıldı. Polisle yer yer çalışmalar yaşandı.
Tekel işçileri daha önce Seka’lılara omuz vermişler, mücadelelerini kendi mücadeleleri olarak
gördüklerini açıklamışlardı. Adana tekel işçileri, Seka direnişini desteklemek için Tokat Turhal yolunu
trafiğe kapattı. Cevizli Tekel işçileri de Seka’yı destekleyen eylemler yaptı. Tekel’in özelleştirilmesi
ve kapatılmasına karşı işçiler ayağa kalktı. Değişik eylem tarzlarıyla bu politikalar şiddetle reddedildi.
Bu eylemler sonucunda işçiler önemli kazanımlar elde etti. Bazı Tekel’lerin kapatılması kararı geri
alındı.
Kısaca Tekel, Tüpraş, Petkim, Petrol Ofisi, Seka, Telekom, Sümerbank, Erdemir gibi
özelleştirmelere karşı işçi sınıfı sessiz kalmadı. Tepki verdi; direndi, protesto etti, alanları doldurdu,
fabrikaları işgal etti. Ne var ki, bu tepkiler lokal direnişlerin ve kısmi kazanımların ötesine gidemedi.
Özelleştirmelere karşı olması gereken düzeyde radikal eylemler ve ülke sathına yayılan bir
mücadele hattı yaratılamadı.
 
 
2008 de başlayıp Avrupa başta tüm dünyayı kasıp kavuran, 2012 son çeyreğine girilirken önce Yunanistan'la patlayan ardından ispanya İtalya ... ülkelerin iflasın eşiğine geldiği günümüz dünyasından
10 yıllar önce ülkemiz şletmelerinde sigortalı çalışan işçi bulmanın zor olduğu , işletmesine sigorata müfettişi giren patronların, işçisinin yarısını duvar diplerinde sakladığı,işçinin ay başının ne zaman olduğunu bilmediği zor günlerde popüler olan ve zeminine gasp edilmiş işçi haklarını alarak semizleşen sendikalar günümüzde kendilerine yaşam alanı bulmakta zorlanmakta meşruiyyetleri ve varlık nedenleri her geçen gün daha bir sorgulanır hale gelmiş işçinin sırtından beslenen keneler haline dönüşmüş durumdadır.
 
 
 
{{sendika-taslak}}